Bugünkü dünyanın en büyük problemi, hakkın
saliklerinin elinde kuvvet yok, kuvvetli olanlarda da hak yok, hakka saygı yok.
Dünyanın cehenneme benzemesinin altında bu eksiklik yatmaktadır.
Türkiye’de senelerce hakkın mücadelesi verilerek
arzu edildi ki, hak kuvvet çizgisinde temsil edilsin. Heyhat tam başardık,
başarıyoruz dediğimiz anda o noktayı temsil etmek isteyenler birer firavun,
birer zalim ve kul hakkı yiyenler olarak karşımıza çıktılar. Ateistlerle, Maocularla
birleşerek çilekeş, halis, samimi Müslümanları ezmeye ve zulmetmeğe çalıştılar.
Asıl olan Hak’tır, haklıdır. Kuvvet hakka hizmetkâr
olmalıdır. Bu makamı elinde tutmaya, Kur’ân ‘ümmet-i vasat’(Bakara:143) diyor. Bu bir yönüyle dünya muvazenesinde söz sahibi
olmak demektir. Dünya dengelerini şekillendirebilmektir.
İlâhî dinlerin ulaştığı son merhalede,
insanlığın rüştüne kavuşması neticesi, Allah İslam dini ve bu dinin tebliğcisi
Hz. Muhammed aleyhisselâm
ile beşeriyete son sözlerini söylemiş, din hayatın her safhasına girerek,
sınırsız bir tatbik sahası bulmuştur.
Kelime-i şehadette, Efendimiz aleyhisselâmın kulluk sıfatının Resullük
sıfatından önce gelmesi, İslam dininin daha başlangıçta bir dünya görüşü
olduğunun ilk delili ve ilk müjdecisidir. Bu, tevazuya dayalı örnek bir
sistemin adıdır.
İki kişinin bulunduğu yerde, bir nizam arayan, tefrikanın felaketinden bahseden, dolayısıyla birinin başkan, idareci, sözcü olmasını isteyen İslam dini, özellikle cemaatlerin, kavimlerin, milletlerin teşkilatlanmasına, en büyük teşkilatlı siyasi birlik demek olan devlete, devlet nizamına itina göstermiş, devlette adâlet, liyakat, fedakârlık ve ferağat esaslarını öne çıkarmıştır.
İki kişinin bulunduğu yerde, bir nizam arayan, tefrikanın felaketinden bahseden, dolayısıyla birinin başkan, idareci, sözcü olmasını isteyen İslam dini, özellikle cemaatlerin, kavimlerin, milletlerin teşkilatlanmasına, en büyük teşkilatlı siyasi birlik demek olan devlete, devlet nizamına itina göstermiş, devlette adâlet, liyakat, fedakârlık ve ferağat esaslarını öne çıkarmıştır.
Devlet idaresinde
vazife, vazifeye talip olmayana verilir. Rasûlullâh
aleyhisselâm, insanda bulunan mal ve makam düşkünlüğünün ne kadar zararlı
olduğunu şöyle beyan buyurur: “Mala ve mevkie düşkün bir
adamın dînine verdiği zarar, bir koyun sürüsünün içine salıverilmiş iki aç
kurdun o sürüye verdiği zarardan daha büyüktür.”(Tirmizî, Zühd, 43)
Ashâb’dan
Ebû Zer (r.a) bir gün Peygamber Efendimiz’e: “Yâ Rasûlallâh! Beni vâli tâyin
eder misin?” demiş, Allâh Rasûlü aleyhisselâm
ise şöyle karşılık vermiştir: “Ey Ebû Zer! Sen zayıf bir adamsın.
İstediğin vazîfe ise büyük bir emânettir. Bu emâneti ehil olarak alan ve
üzerine düşeni yapanlar müstesnâ, aslında bu vazîfe kıyâmet gününde bir
rezillik ve pişmanlıktır.” (Müslim, İmâre, 16)
İnsanların
riyâset husûsunda sâhip oldukları hırs ve Rasûlullâh aleyhisselâmın bu
husustaki tavrı ile alâkalı olarak, Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a)ın anlattığı şu
hâdise çok mânidardır:
Amcamın oğullarından ikisiyle Allâh Rasûlü’nün huzûruna girmiştim. Onlardan biri: "Yâ Rasûlallâh! İdâresini Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği vazîfelerden birine bizi âmir tayin et!” dedi. Öteki de benzeri bir şey söyledi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Vallâhi biz, tâlip olanı veya vazîfe hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz!” (Buhârî, Ahkâm, 7; Müslim, İmâre, 15)
Amcamın oğullarından ikisiyle Allâh Rasûlü’nün huzûruna girmiştim. Onlardan biri: "Yâ Rasûlallâh! İdâresini Cenâb-ı Hakk’ın sana verdiği vazîfelerden birine bizi âmir tayin et!” dedi. Öteki de benzeri bir şey söyledi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem aleyhisselâm şöyle buyurdu: “Vallâhi biz, tâlip olanı veya vazîfe hırsı bulunanı yönetici yapmıyoruz!” (Buhârî, Ahkâm, 7; Müslim, İmâre, 15)
Hazret-i
Ebû Bekir (r.a)da, hilâfet makâmına geçip halk kendisine bey’at ettikleri
vakit, minbere çıkarak şöyle buyurmuştur: “Ben, hiçbir zaman hilâfet
istemedim, ona rağbet etmedim. Gizli ve âşikâr hiçbir şekilde bunu Allâh’tan
dilemedim. Çünkü hilâfette benim rahatım yoktur.” (İbn-i
Sa’d, c:3, s:182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s.
69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, c:2, s:1181)
Bediüzaman'ın
özet ifadesiyle “Hizmet aşkıyla yoğrulmamış her türlü resmî görev/amiriyet ve memuriyet
bir nevi maaş dilenciliğidir”
İslam’da devleti kuran irade, milletin iradesidir. Ancak bu irade mutlak değildir. İslam, ilahi iradeyi bertaraf etmeye, anarşiye, devleti yıkmaya yönelen millet iradesinin karşısına çıkar. Allah Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususlarla ilgili olarak şöyle buyurur: “Eğer dünyada bulunan insanların çoğuna uyarsan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar sırf zanna uyarlar ve kafadan atarlar.” (En’am:116)
İslam’da millet iradesinin mükemmel tecellisi ve netice itibariyle faydalı olabilmesi için bir takım dini, ahlâki, ilmî, fizikî kabiliyeti haiz kimseler arasından en mükemmelleri toplumdaki muhtelif sosyal dilimler tarafından millet temsilciliğine (ehl-i hal ve’l akd) seçilmekte, bunlar arasından da en liyakatlisi devlet başkanlığına getirilmektedir. Hizmet edebildiği sürece devam eden bu temsilcilik ve devlet başkanlığı “devlet-i ebed müddet” fikrinin en emin teminatıdır.
Devletin başında bulunan kimse, önemli meselelerde ehl-i hal ve’l akd (meclis) ile istişare etmeden karar verip icra safhasına koyamaz. Âyette: “…İş konusunda onlarla müşavere et. Bir kere de karar verip azmettin mi, artık Allah’a tevekkül et…”(Âl-i İmran: 159) buyruluyor.
Başta devlet başkanı olmak üzere, istisnasız bütün idareciler sınırsız bir mesuliyet altındadır. Buna karşılık, salahiyetleri Kur’ân ve sünnet hükümleriyle icma, örf ve adet ile sınırlıdır.
İslam dini, en küçüğünden en büyüğüne kadar, vazifelerini ifa ettikleri, adil davrandıkları müddetçe, idarecilere dil uzatılmamasını, onlara saygı gösterilmesini, yardımcı olunmasını, nasihat edilmesini istemekte, idarecilere de, halka şefkatli, merhametli ve saygılı olmalarını, halkın durumu ile yakından ilgilenmelerini, kendilerine akseden meselelerde zahire göre hüküm vermelerini emretmektedir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz aleyhisselâm hastalığının en şiddetli olduğu bir günde ashabıyla helâlleşmeyi arzu etti. Yine bir taraftan Hz. Ali'ye diğer taraftan da Fazl bin Abbas Hazretlerine dayanarak güçlükle ayağa kalktı ve mescide gitti. Minber'e çıkıp oturdu. Hz. Bilal'e de (r.a.) şu emri verdi:
"Halka ilân et, mescid'de
toplansınlar. Onlara vasiyet etmek isterim. Bu benim son vasiyetim
olacaktır."
Hz. Bilâl, emri yerine
getirdi. Bir anda toplanan halkı mescid almaz oldu. Resûlullah aleyhisselâm,
Allah'a hamd ve senâdan sonra Ashab-ı Kirâma şöyle hitap etti:
"Ey insanlar!
Sizden ayrılma vaktim oldukça yaklaşmıştır. Sizden birine vurmuşsam, işte
sırtım gelsin vursun. Birinizin malını almışsam, gelsin hakkını alsın.
"Sakın hak sahibi, 'Şayet kısas talebinde bulunursam, Resûlullah bana
darılır.' diye düşünmesin! Bilmelisiniz ki, benden hakkını isteyene
darılmak benim fıtratımda yoktur. Benim yanımda en sevimliniz, hakkı varsa,
gelip benden onu isteyen kimsedir. Yâhut helâl edendir. Ben Rabbimin huzuruna
üzerinde kul hakkı olmadan varmak istiyorum." (Tabakât, c:2,
s:255;
Taberî, c:3,
s:191;
ibn-i Kesîr, Sîre, c:4, s:257)
Bir anda ortalığa hazin
bir sükût çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimiz aleyhisselâm sözlerini tekrarladı:
"Ey insanlar! Kime
vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun. Her kimin benden alacağı varsa işte
malım gelsin alsın." (İbn-i Kesîr, Sîre, c:4,
s:257)
Cemaat içinden biri
ayağa kalktı.
"Yâ Resûlallah!
Sizden üç dirhem alacağım var." dedi.
Peygamber Efendimiz
aleyhisselâm,
"Ben bu hususta
hiç kimseyi yalanlamam ve hiç kimseye 'yemin et' diye teklif de etmem. Ancak bu
üç dirhemin zimmetime nasıl geçtiğini öğrenmek isterim!"buyurdu. Ayağa
kalkan zât,
"Yâ Resûlallah!
Bir defasında huzurunuza bir fakir gelmişti. Bana fakire üç dirhem vermemi
emretmiştiniz. Ben de verdim. İşte istediğim bu üç dirhemdir."dedi.
Peygamber Efendimiz aleyhisselâm,
"Doğru söylüyorsun." dedikten
sonra, "Ey Fadl! Buna üç dirhem ver." (Tabakât, c:2,
s:225; Taberî, c:3, s:191) buyuran bir peygamberin kurduğu, halifelerinin devam
ettirdiği bir devlet nizamında, idareciler ile halk bütünleşmesi meydana
gelmiş, halka “Şeriatın kestiği parmak acımaz.” dedirtecek bir ahenk
kurulmuştur.
Devletin ve milletin malını talan eden hırsızlar ve
zalimler her ferdle nasıl helâllaşacaklardır?
“Analarının hür doğurduğunu ne çabuk da köleleştiriyorsunuz!” diyerek Mısır valisine çıkışırken, bürokrasiyi ezen Hz. Ömer, “İdareci iken halktan birisiymiş gibi hareket eden, halk içindeyken de idareciymiş gibi saygı gösterilen kimseleri memur tayin edeceğim.” demiş ve dünya durdukça hatırası anılacak, dillere destan olacak ideal bir devlet örneği vermiştir.
Burada şuna da işaret etmek isteriz; İslam’ın hem halk, hem de idareciler için ortaya koyduğu dünyevî ve uhrevî murakabe düzeniyle zoraki kanun tatbikçiliği ve zoraki kanunlara saygı da ortadan kalkmıştır.
Kur’ân ve sünnet incelendiğinde görülecektir ki; İslam’da devlet idaresi düşüncesinin ve İslâmî tatbikatın en saf örneklerinin yüzlerce misalleri vardır.
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah Semî’ ve Basîr’dir (sözlerinizi de, hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür).
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ülülemre de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa:58-59)
Hayatı bütünüyle kucaklayan İslam’ın elbette, devlet idaresini de düzenleyeceğinde şüphe yoktur. Bu husus şüphe götürmeyen bir husustur. Ancak bu ufka yükselebilmek için, tabandan tavana doğru yükselmek lazımdır. Çünkü Efendimiz aleyhisselâm “Nasılsanız, öyle idare olunursunuz.” (Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, c: 2, s. 126-127, hadis no: 1997; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c: 5, s:47, hadis no: 6407; Albâni, Silsiletü Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, c: 1, 320, s:491) buyurmuştur.
“Analarının hür doğurduğunu ne çabuk da köleleştiriyorsunuz!” diyerek Mısır valisine çıkışırken, bürokrasiyi ezen Hz. Ömer, “İdareci iken halktan birisiymiş gibi hareket eden, halk içindeyken de idareciymiş gibi saygı gösterilen kimseleri memur tayin edeceğim.” demiş ve dünya durdukça hatırası anılacak, dillere destan olacak ideal bir devlet örneği vermiştir.
Burada şuna da işaret etmek isteriz; İslam’ın hem halk, hem de idareciler için ortaya koyduğu dünyevî ve uhrevî murakabe düzeniyle zoraki kanun tatbikçiliği ve zoraki kanunlara saygı da ortadan kalkmıştır.
Kur’ân ve sünnet incelendiğinde görülecektir ki; İslam’da devlet idaresi düşüncesinin ve İslâmî tatbikatın en saf örneklerinin yüzlerce misalleri vardır.
“Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun tarzda hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah Semî’ ve Basîr’dir (sözlerinizi de, hükümlerinizi de hakkıyla işitir, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görür).
Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Resulüne ve sizden olan ülülemre de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhirete iman ediyorsanız, hakkında ihtilâfa düştüğünüz meseleyi Allah’a ve Resulüne arz ediniz. Böyle yapmanız hem daha hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir.” (Nisa:58-59)
Hayatı bütünüyle kucaklayan İslam’ın elbette, devlet idaresini de düzenleyeceğinde şüphe yoktur. Bu husus şüphe götürmeyen bir husustur. Ancak bu ufka yükselebilmek için, tabandan tavana doğru yükselmek lazımdır. Çünkü Efendimiz aleyhisselâm “Nasılsanız, öyle idare olunursunuz.” (Aclûni, Keşfu’l-Hafâ, c: 2, s. 126-127, hadis no: 1997; Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, c: 5, s:47, hadis no: 6407; Albâni, Silsiletü Ehâdîsi’d-Daîfe ve’l-Mevdûa, c: 1, 320, s:491) buyurmuştur.
Hakk’ın kuvvet çizgisinde temsil
edilebilmesi duasıyla…
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder