Ana içeriğe atla


ALEMLERE RAHMET OLARAK GÖNDERİLEN HZ. MUHAMMED (A.S.M)
RAHMET PEYGAMBERİ
Allah (c.c) Rahmân ve Rahîm’dir. Gafûr ve Rahîm’dir. Allah’ın Rahmaniyeti’ne, Rahimiyeti’ne, Gafûr ve Gaffâr oluşuna, Raûfiyeti’ne tam ayna ve aslında Allah’ın zatına ayna olan Hz. Muhammed (a.s.m) yeryüzünde Allah’ın bu isimlerinin timsal-i münevveridir. Allah’ın zatî isimlerinin insanlara isim olarak konması caiz olmamasına rağmen, Allah (c.c)  bu iki zatî ismini tövbe suresinin son ayetlerinde bizzat kendisi Hz. Muhammed (a.s.m)’ koymuş;
       رَحِيمٌ رَءُوفٌ بِالْمُؤْمِنِينَ عَلَيْكُمْ حَرِيصٌ عَنِتُّمْ مَا عَلَيْهِ عَزِيزٌ أَنفُسِكُمْ مِنْ رَسُولٌ جَاءَكُمْلَقَدْ
Şanım hakkı için size bir Resul geldi ki: kendinizden gayet izzetli zorlanmanız ona ağır geliyor üstünüze hırs ile titriyor mü'minlere raûf rahîmdir.” (Tevbe:128)
Merhamet varlığın ilk mayasıdır. Onsuz, her şey bir bulamaç ve kaostur. Her şey merhametle var olmuş, merhametle varlığını sürdürmekte ve merhametle nizam içindedir.
Gökler ötesinden gelen merhamet mesajlarıyla, yer, düzene kavuşmuş; semâ tesviye görmüştür. Makro-âlemden mikroâleme kadar her şey, hayranlık uyaran bu âhenge ve çelik çavak işleyişe merhamet sayesinde ermiştir.
Bu hareket ve işleyişte her şeyin, ebedî var oluşta kazanacağı hâl ve alacağı durumun provası yapılmaktadır. Ve bütün varlıklar bu istikamette bir çırpınış içindedir. Her çırpınışta nizam ve intizam nümâyân (Görünen, âtikar olan, parlayan), her sıçrayışta merhamet şûle-feşândır (Işık saçan).
Titreyen havanın letâfetinde, rakseden suların kıvrılışında, burnumuzun dibine ve ayağımızın ucuna kadar gelen bu dâsitanî (Destan) rahmeti görmemek mümkün mü?
Bulut, merhametten kanatlarıyla başımızın üstünde dolaşır durur. Yağmur, kemer kuşanmış süvarî gibi, onun dölyatağından kopup imdadımıza gelir. Yıldırımlar, şimşekler bin bir tarraka ile, o gizli rahmetten muştular getirir. Ve, âlem her şeyiyle “Rahmet-i Sonsuz” adına bir gazelhân olur. Karalar ve denizler; ağaçlar ve otlar, yüz yüze ve diz dize, ayrı ayrı söz ve nağmeleriyle merhamet türküsü söyler durur.
Şu solucana bakın! Ayaklar altında ve kendi hesabına alabildiğine merhamete muhtaç; ama o, bu hâliyle pek çok şeye merhamet etme yolunda, yorgunluk bilmeyen bir yolcudur. Şefkatli toprak ona bağrını açar. O da, bu sıcak kucağın her avuç toprağına yüzlerce döl bırakır. Ve, toprak ana bununla havalanır, bununla kabarır ve her yanıyla pişer ve olgunlaşır. Toprak solucana, solucan da toprağa rahmet; ya gübre olsun diye otu, kökü yakan nâdânlara ne demeli? Zavallı insan! Hem toprağa hem de solucana merhametsizlik ettiğinin farkında bile değildir...!
Bir de bin bir çiçeğe cilve çakan şu arıya ve kozasına gömülüp kendini hapseden ipekböceğine bakın! Merhamet orkestrasına uyma uğrunda, neleri göğüslüyor ve nelere katlanıyorlar. İnsana bal yedirmek ve ipek giydirmek için, bu koç yiğit fedâilerin çektikleri sancıyı görmemek elden gelir mi?
Ya, yavrusunu kurtarmak için başını köpeğe kaptıran tavuğun, nasıl bir şefkat kahramanı; açlığını yutup, bulduğu şeyleri yavrusuna yediren aç canavarın, nasıl ayrı bir babayiğit olduğunu hiç düşündünüz mü...?
Bu âlemde her şey, ama her şey, merhamet düşünür, merhamet konuşur ve merhamet va’deder. Bu itibarladır ki, kâinata, bir merhamet senfonizması nazarıyla bakılabilir. Ayrı ayrı ses ve soluklar; tek ve çift bütün nağmeler, öyle bir ritm içinde akıp akıp gider ki, bunu görmemek ve anlamamak kabil değil. Ve sonra bütün şu parça parça acıma ve şefkat etmelerin arkasında, bu esrarlı koroya hükmeden, her şeyi çepeçevre sarmış geniş rahmetin sezilip hissedilmemesi...
Veyl olsun bunlardan bir şey anlamayan talihsiz ruhlara...!
Bütün bu olup bitenler karşısında insan, şuur ve iradesiyle; idrak ve düşüncesiyle “konsantre” olarak bu engin rahmeti kavrama ve soluklarıyla ona kendi nağmesini katma sorumluluğu altındadır.
Merhamet edin ki, merhamete mazhar olasınız! Yerde merhamet eden bir ele, gökler ötesi âlemlerden bin muştu gelir.
Bu sırrı kavrayan atalarımız, her yerde bin merhamet ocağı tüttürdüler. İnsanları da aşarak, hayvanları koruma ve himaye etme vakıfları te’sis ettiler. Bu, onlardaki derin merhamet anlayışının, bir karakter, bir huy hâline gelmesinden başka bir şey değildi.
Ayağı kırılmış bir kuş, kanadı sakatlanmış bir leylek, kim bilir hangi merhamet erini tâ ciğerinden vurdu ki; menziline varamamış garip kuşlar için, huzur evi yapar gibi, ona, hayvânî barınaklar yapma fikrini ilham etti.
Ah! Keşke, onların, hayvanlara merhamet ettiği kadar, insanlarımıza merhametli olabilseydik... Heyhât! Kendimize merhamet etmediğimiz gibi, neslimizi de, alabildiğine bir umursamazlık ve merhametsizlik hissiyle mahvettik. Evet, şu bin bir boğucu hâdisenin ve artık içinde durulmaz hâle gelen içtimâî atmosferin, gerçek müsebbibleri bizleriz.
Bir de, merhamet duygusunun, ölçüsüz kullanılması ve su-i istimâl edilmesi vardır ki, o da, merhametsizlik kadar, belki daha fazla sevimsiz ve zararlıdır.
Yerinde kullanılan merhamet, bir âb-ı hayat, bir iksir ise, onun su-i istimâl edilmesi de, bir zehir, bir zakkumdur. Ve, asıl olan da, işte bu terkibi kavramaktır. Oksijen ve hidrojen, belli nispetleriyle terkibe girince, en hayâtî bir unsuru meydana getirirler. Nispet bozulduğu ve ayrı ayrı kaldıkları anda ise, yanıcı ve yakıcı hüviyetlerine dönerler. Bunun gibi, merhametin de, hem dozu, hem de kime karşı yapılacağı çok mühimdir. “Canavara karşı merhamet göstermek iştahını açar, sonra döner dişinin kirasını ister.” Azgına merhamet, onu iyice saldırgan yapar ve başkalarına tecavüze teşvik eder. Yılan gibi zehirlemekten lezzet alana merhamet edilmez. Ona merhamet, dünyanın idaresini kobralara bırakmak demektir... (Fethullah Gülen, Çağ ve Nesil)
   HZ. MUHAMMED’İN ŞEFKAT VE MERHAMETİ
Efendimiz (s.a.v), Cenab-ı Hakk'ın rahmaniyet ve rahimiyetinin yeryüzündeki biricik temsilcisi olarak, bu iki mübarek sıfatın tesirini bir iksir gibi kullanmış ve bütün gönüllerde taht kurmuştur. Zaten, şefkat, re’fet, yumuşaklık, yürekten ve samimi olmak kadar insanı, kitlelere kabul ettiren ikinci bir vesile yoktur. İşte, Allah Rasulü iç inceliği, kabiliyet-i fevkalâdesi ve fetanetiyle, rahmet ve şefkati fetanetinin ayrı bir buudu olarak çok iyi değerlendirmiştir ki, bu da O’nun peygamberliğinin ayrı bir delili sayılır.
Allah (c.c):
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِين
“(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya:107)
Evet O, pırıl pırıl Hakk rahmetini aksettirmektedir. Sanki O, çöl ortasında bir su menbaı, bir kevser havuzudur da, kabını eline alıp gelen herkes o havuzun başına varmış, hem kabını doldurmuş hem de kana kana içmiştir. İşte O, rahmet buuduyla böyle herkese açık bir kevser kaynağı gibidir... İsteyen her fert O’ndan istifade edebilir.
Şu kadar var ki, O, muhteşem fetanetiyle, mahiyetindeki bu rahmeti, o rahmete muhtaç ruhlara, âdetâ cennete götüren bir nurlu tuzak yapmıştır. Kim o tuzağın büyüleyici atmosferine girerse kendini zirvelerde bulur. İşte “rahmet”, Allah Rasu-lü’nün elinde böyle sihirli bir anahtardır. O, paslanmış küflenmiş ve açılamaz zannedilen bütün kilitleri bu anahtarla açmış ve her sînede bir iman meşalesi yakmıştır.
Hz. Muhammed Aleyhisselam, bir mesaj olarak bütün insanlığı ve bütün varlığı içine alan bir sevgiyle insanları kucaklamıştır. Ancak, yukarıda da arzettiğimiz gibi, O’nun bu engin şefkati ve derin rahmeti, bu meseleleri istismar edenlerin sevgi ve şefkat anlayışlarında olduğu gibi sadece bir düşünce olarak ve kitap sayfalarında kalmamış; aksine en kısa zamanda pratiğe dökülmüş ve bütün derinlikleriyle temsil edilmiştir. Zaten, Efendimiz’in tatbîke sunulmayan hiçbir düşüncesi yoktur. O, bütünüyle bir aksiyon ve hamle insanıdır.
Allah Rasûlü, bütün varlığı ihâta eden o engin rahmet anlayışını en içten, en samimi şekilde ve varlığın sinesinden yükselen bir ma’na olarak ortaya koyduğundan söylenenler hep tatbîk görmüştür.
    HAYVANLARA KARŞI OLAN ŞEFKAT VE MERHAMETİ
O, hayvanlara karşı şefkatli davranmayı şöyle ibretli ve müşahhas misallerle anlatır. Allah Rasûlü’nün anlattığı bu iki örnek unutulacak gibi değildir:
1- “Allah (c.c) bir köpek yüzünden, ahlâksız bir kadını affedip cennetine aldı. Köpek bir kuyunun başında, susuzluktan dili sarkmış bir vaziyette soluyup duruyordu. Tam o esnada oradan geçmekte olan bu kadın, köpeğin halini görünce dayanamadı. Hemen belinden kemerini çıkarıp ayakkabısına bağladı, bununla kuyudan su çıkarıp köpeğe içirdi, böylece köpek ölümden kurtuldu. İşte bu kadının bir köpeğe karşı bu davranışı onun affına vesile oldu ve Allah (c.c), onu cennetine koydu.” (Buharî, Enbiya 54; Müslim, Selam 153-155)
Aksi kutupta ikinci örneği de Allah Rasûlü şöyle anlatıyor:
2- “Bir kadın bir kedi yüzünden cehenneme girdi. Ne o kediye yedirdi, içirdi ne de salıverdi. Ve kedi açlıktan öldü. O kadın da bu yüzden cehenneme girdi.” (Buharî, Müsakat 9; Müslim Selam 151-152)
O’nun şefkati hayvanları da içine alıyordu. Yukarıda bir kadının bir kedi yüzünden nasıl cehenneme girdiğini; yine ahlâksız bir kadının bir köpeğe su içirmesiyle nasıl cennete “buyur” edildiğini arz etmiştim. Bir başka hâdiseyi de nakledip bu hususu da noktalayalım:
3- Bir muhârebeden dönülüyordu. Dinlenme vaktinde, sahabeden bazıları bir kuş yuvası görmüş ve yuvadaki yavruları alıp sevmeye başlamışlardı. Tam o sırada anne kuş geldi ve yavrularını onların elinde görünce, orada çırpınıp pervaz etmeye başladı. Allah Rasûlü bu duruma muttalî olunca fevkalâde celallendi ve hemen yavruların yuvaya konulmasını emir buyurdu. (Ebu Davud, Edeb 163, Cihad 112)
    Evet, O’nun rahmeti hayvanları da kuşatıyordu. Zaten Allah, geçmiş peygamberlerden birini karınca yuvası yüzünden itâp etmemiş miydi?
Bu peygamber farkına vararak veya varmayarak karıncaları yakmış.. arkadan da Allah’tan azar işitmiştir. (Buharî, Cihad 153; Müslim, Selam 148-150)
Şimdi bu ve emsali vak’aları bize nakleden Allah Resûlü’nün başka şekilde davranması mümkün mü?
ÜMMETİNİN HAYVANLARA ŞEFKATİ
Sonra, O’nun ümmetinden öyleleri yetişecektir ki, adları “karınca çiğnemez efendi” olacaktır. Çünkü onlar ayaklarına zil takacak ve yolda böyle yürüyeceklerdir. Ta haşereler zilin sesiyle uzaklaşsın ve ayak altında kalıp ezilmesinler... Aman Allah’ım! Bu ne derin, bu ne cihanşümul bir şefkat ve merhamet örneğidir. Evet O’nun rahmet dairesinden karıncalar dahi istisna edilmemiştir. Karıncayı bile ezmeyen bu insanlar acaba başkalarına zulmedebilirler mi? Hayır, bilerek ve kasıtla onların haksızlık yapmaları mümkün değildir!..
4- İbn Abbas anlatıyor: “Allah Rasûlüyle bir yere gidiyorduk. Birisi, kesmek üzere bir koyunu bağlamış, koyunun gözü önünde bıçağını biliyordu. Allah Rasûlü bu şahsa: “Onu defalarca mı öldürmek istiyorsun?” (Hâkim, El-Müstetrek, 4/257,260)  buyurdu. Bu; bir bakıma o şahsa itâptı.
5- Abdullah b. Mes’ud (r.a) anlatıyor: “Allah Rasûlü, yanında birkaç sahâbeyle bir bahçeye girdi. Bahçenin köşesinde zayıf mı zayıf bir deve vardı. Deve Allah Rasûlü’nü görünce sicim gibi gözyaşı dökmeye başladı. İki Cihan Serveri hemen devenin yanına gitti. Bir müddet o devenin yanında kaldı, sonra devenin sahibini çağırtarak, deveye iyi bakması hususunda onu gayet sert îkaz etti.” (Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, 4/173)
Günümüzdeki hümanistlerin iddia ettikleri sevgi ve şefkatin çok ötesinde merhametle dopdolu olan Allah Rasulü, bu cihanşümul rahmetini de her türlü ifrat ve tefritten korumasını bilmiş ve o her şeye yeten fetaneti sayesinde hiç mi hiç ifrat ve tefride düşmemiştir.
Evet, O, hiçbir zaman hoşgörü adı altında, kötülüklere müsâmaha ile bakmamış, kötülük ve günah seraları kurmamıştır. O, bir caniye ve bir canavar ruhluya, şefkat adına gösterilecek müsâmahanın, binlerce mâsum insanın hukukuna tecâvüz olduğunu çok iyi bilmekteydi. Üzülerek ifade etmeliyim ki, günümüzde işlenen bu türlü haksızlıklar her devirden çoktur. Anarşiste, ecdâd ve mâzi düşmanlarına gösterilen müsâmahanın, memleketi ne hâle getirdiğini yakın tarihimiz itibariyle acı acı gördük ve hâlâ da kısmen görmekteyiz. Sevgi, şefkat, dengeli kullanılamazsa, fert için ve cemiyet için de önü alınamayacak neticeler doğabilir. Halbuki Allah Rasulü için, menfî mânâda böyle tek bir hâdise dahi göstermek mümkün değildir.
Allah Rasûlü, bu engin rahmet mesajının tebliği vazifesiyle gelmiştir. O,“Menhelü’l-azbi’l-mevrûd”tur. Yani bir tatlı su kaynağıdır; kim O’na idrak kovasını daldırsa onda rahmet bulur. O’nun elinden âb-ı hayat içen ise, ma’nen ölümsüzlüğe erer.
O bir muhârip olmanın yanı başında, engin bir şefkat insanıdır… bir siyâsîdir… ve bir o kadar da mürüvvet sahibi ve sımsıcaktır… Müşâhadeye, tecrübeye ehemmiyet verirken, ruhî ve kalbî hayatın da tâ zirvelerindedir.
İNSANLIĞA OLAN SONSUZ ŞEFKATİ
Uhud muharebesinde bunun en çarpıcı misallerini bulmak mümkündür. Düşünün ki, orada Allah Rasûlü’nün canı kadar sevdiği amcası ve sütkardeşi Hz. Hamza şehid edilmiş.. şehid edilmenin de ötesinde vücudu paramparça ve lime limedir.(İbni Hişam, Es-Sîretü’n-Nebeviyye, 4/44-45)
Yine orada, halasının oğlu Abdullah b. Cahş kütükte doğranan et gibi doğranmıştır. (İbni Hişam, Es-Sîretü’n-Nebeviyye, 4/47)
Hatta bu arada kendi mübârek başı yarılmış, dişleri kırılmış, vücudu kan revan içinde kalmıştır. (Buharî, Megazî 24)
Düşmanlarının, gayz ve öfkeyle üzerine çullandığı ve bütün gayretleriyle O’nu öldürmek istedikleri bu hengâmede, o Yüceler Yücesi insan kanı yere akarsa Allah onları mahveder endişesiyle tir tir titremekte ve: “Allahım kavmimi bağışla; çünkü onlar (beni) bilmiyorlar!” demektedir. (Buharî, Enbiya 54)
Bu ne müthiş bir şefkat anlayışıdır ki, O’nu öldürmek isteyenlere O, dua dua yalvarmakta, tel’in ve bedduaya kapalı kalmaktadır.
MEKKE  FETHİNDEN SONRAKİ ŞEFKATİ
Mekke’nin fethine kadar, düşmanlarının O’na yapmadığı tek kötülük kalmamış gibidir. Düşünün bir kere; size karşı boykotaj yapacak, sizi evinizden, yuvanızdan edecek, bir çöl ortasına bırakacak, sonra da zehir zemberek bir ahidnâmeyi Kâbe’nin duvarına asacak ve diyecekler ki: “Kovduğumuz bu insanlarla çarşı-pazarda alış veriş etmek, onlardan kız alıp vermek yasaktır...” Ve sizi bu ağır şartlar altında üç sene o çölde tutacaklar.. yakınlarınız bile yardım edemeyecek ve siz orada ağaç-ot yiyerek hayatınızı sürdürmeye çalışacaksınız.. çocuklar, yaşlılar açlıktan ölecekler.. hiç mi hiç insanlık ve mürüvvet görmeyeceksiniz.. bunlar yetmiyormuş gibi, sonra öz vatanınızdan çıkarılacak ve başka yerlere sürüleceksiniz.. hatta orada da rahat bırakılmayıp çeşitli hile ve desiselerle hergün ayrı bir tehdît altında bulundurulacaksınız.. sonra Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te defaatla onlarla yaka-paça olacak ve hep iz’ac edileceksiniz.. hatta, Kâbe’yi ziyaret gibi en tabiî haklarınızdan mahrum bırakılacaksınız.. bundan da öte, aleyhinizde zahiren en ağır şartları kabul ederek geriye döneceksiniz ve ardından Cenab-ı Hakk, lütufta bulunacak, büyük bir ordunun başında Mekke’yi fethedip; oraya hâkim olacaksınız, acaba onlara karşı muâmeleniz nasıl olurdu? “Gidin, hepiniz hürsünüz, bugün size kınama yoktur”, diyebilir miydiniz? Ben, kendi hesabıma, eğer O’ndan bu dersi almış olmasaydım, kat’iyen onlara bu şekilde davranamazdım. Tahmin ediyorum ki, hemen hepiniz benimle bu düşünceyi paylaşıyorsunuzdur. Ama, O, sırtında zırhı, başında miğferi, elinde kılıcı, terkisinde okları atını mahmuzlamış Kâbe’ye girerken aynı zamanda bir şefkat kahramanıydı. Mekkelilere sordu: “Benden nasıl bir muamele bekliyorsunuz?” Hepsi birden cevap verdi: “Sen kerimoğlu kerimsin? Senden ancak kerem beklenir!”
O da, Hz. Yusuf’un kardeşlerine dediği gibi dedi:
قَالَ لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
“Bugün size kınama yoktur. Allah sizi bağışlasın, O Erhamürrâhimin’dir.” (Yusuf:92)
EVRENSEL RAHMETİ
Sözün başında da ifade ettiğim gibi, Allah Rasulü, mü’min, kâfir ve münafık, herkesin kendisinden istifâde ettiği rahmet timsali bir insandı.
MÜ’MİNLERE ŞEFKATİ
Mü’min O’ndan istifâde eder; çünkü O, “Ben mü’minlere, kendilerinden daha yakınım…” (Buharî, Kefalet 5; İstikraz 11) buyurmaktadır. Gerçi müfessirler âyetine istinad ederek: “Allah Rasulü, mü’minlere kendi canlarından daha azizdir” derler. Fakat, aslında her iki mânâ da birbirine yakındır. Biz O’nu kendi canımızdan daha çok severiz; Allah Rasulü de kendisine bu denli muhabbet besleyenleri aynı ölçüde sever; çünkü O, en büyük mürüvvet insanıdır.
Bu bir muhakeme ve mantık sevgisidir. Bu sevginin hissî yanı olsa da daha çok marifet buudlu ve mantık derinliklidir. Şayet kurcalanıp işlettirilebilse insanda öyle bir kökleşir ki; insan, Mecnun’un Leylâsını aradığı gibi her yerde Rasûlullah’ı arar durur. Arar durur da her adını anışta burnunun kemikleri sızlar ve O’nsuz geçen hayatı kendisi için bir hicrân kabul eder.. ve O’nun için bir ney gibi inler gezer.
Evet, Allah Rasûlü bize kendi nefislerimizden daha yakındır. Nasıl olmasın ki, biz nefislerimizden çok kere kötülük görürüz. Halbuki O’ndan hep kerem, iyilik, merhamet, şefkat ve mürüvvet gördük. O, Allah’ın rahmetinin temsilcisidir. Öyleyse, elbette bize bizden daha yakındır.
O: “Ben mü’minlere kendilerinden daha yakınım.” İsterseniz şu âyeti okuyun:
النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنفُسِهِمْ
Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir.” (Ahzab:6) diyor ve sonra da sözüne şöyle devam ediyor: “Kim bir mal bırakırsa o akrabalarınadır. Fakat kim de bir borç bırakır ve öyle giderse o banadır.” (Buhari, İstikraz 11; Müslim, Feraiz 14-16) (17)
Bu hadisin arkasında şöyle bir hâdise var:
Bir gün bir cenaze getirildi. Namazı kılınacaktı. Allah Rasûlü sordu: “Bunun borcu var mı?” Orada bulunanlar: “Evet, Ya Rasûlallah, çok borcu var!” dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü: “Siz arkadaşınızın namazını kılın, ben borçlunun namazını kılamam” buyurdular. Ancak bu durum kendisine de çok ağır gelmişti. Bunun üzerine yukarıda zikrettiğimiz âyet nazil oldu. Daha sonra Allah Rasûlü bir kısım imkânlara ulaşınca: “Onun mevlâsı benim, alacaklılar bana gelsin” dedi. (Buhari, Kefalet 5; İstikraz 11; Müslim, Cuma 43)
Dünya ve âhirette Allah Rasûlü, mü’minlere kendilerinden daha yakın olma keyfiyetiyle bir rahmettir. O’nun bu rahmet yönü ebedlere kadar da devam edecektir.
MÜNAFIKLARA OLAN RAHMETİ
O münâfıklar için de bir rahmettir. Münafıklar, bu engin rahmet sayesinde dünyada azap görmediler. Camiye geldiler, müslümanların içinde dolaştılar ve müslümanların istifâde ettiği bütün haklardan istifâde ettiler. Allah Rasûlü onlar hakkında perdeyi yırtmadı. Onların çoğunun iç yüzünü biliyordu. Hatta bunları Huzeyfe (ra)’a söylemişti de. (İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğabe, c: 1, shf: 468)
Rivayete nazaran, bundan dolayı da Hz. Ömer, Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını o da kılmazdı. (İbn-i Esir, Üsdü’l-Ğabe, c: 1, shf: 468)
Bununla beraber İslâm onları fâş etmedi. Onlar hep mü’minler arasında bulundular ve mutlak küfürleri en azından şüpheye tereddüte dönüştü. Böylece, dünya zevkleri de bütün bütün acılaşmadı. Zira yok olup gideceğine inanan bir insanın dünyadan lezzet alması mümkün değildir. Ama, “belki âhiret vardır”, diyecek kadar, küfürleri şüpheye bürününce, ihtimâl, hayat o zaman bütün bütün acılaşmaz. İşte bu yönüyle, Allah Rasûlü, münafıklara da bir ölçüde rahmet olmuştur.
KAFİRLERE OLAN RAHMETİ
Kâfir de Allah Rasûlü’nün rahmetinden istifade etmiştir. Zira, Cenab-ı Hakk, daha önceki millet ve kavimleri küfür ve isyanları sebebiyle toptan helak ediyor olmasına karşılık, Allah Rasulü’nün bi’setinden sonra toptan helâk etmeyi kaldırmış dolayısıyla de insanlar, böyle bir azap çeşidinden kurtulmuş oldular. Bu da kâfirler için dünya adına büyük bir rahmettir.
Bu mevzuda Cenab-ı Hakk, Habibine hitaben şöyle buyurmaktadır:
وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ
“Sen onların içlerinde bulunduğun hâlde, Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar, mağfiret dilerken de Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfal: 33)
Evet, Efendimizin hürmetine Cenab-ı Hakk, toptan helâk etmeyi kaldırmıştır. Hz. Mesih:
إِنْ تُعَذِّبْهُمْ فَإِنَّهُمْ عِبَادُكَ وَإِنْ تَغْفِرْ لَهُمْ فَإِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Eğer azap edersen onlar Senin kulların” (Maide: 118) derken, Efendimizin Allah indindeki kadrine, kıymetine bakın ki, Cenab-ı Hakk O’na: “Sen onlar arasında bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir” buyurmaktadır.
Yani, Sen onların sinesinde yaşadığın sürece, Allah onlara azap etmeyecektir. Sen yeryüzünde anıldığın ve dillerde yad edildiğin sürece.. yani insanlar Senin yoluna baş koyduğu müddetçe, Allah onların altını üstüne getirmeyecektir.
Kâfirin Allah Rasûlü’nün rahmetinden istifade yönlerinden biri de Allah Rasûlü’nün buyurmasıdır. “Ben rahmet olarak gönderildim, lanet isteyici olarak değil.” (Müslim, Birr 87) Ben herkes için Allah’tan bir rahmet olarak geldim. İnsanların başına belâ ve musîbet yağdırılsın diye, bedduâ edip lanet isteyen bir insan olarak gönderilmedim. Onun içindir ki Allah Rasûlü, en büyük İslâm düşmanlarının dahi hep hidâyetini istemiş ve onun için çırpınıp durmuştur..
CEBRAİL O’NUN RAHMETİNDEN İSTİFADE ETMİŞTİR
Allah Rasûlü’nün getirdiği nurdan, Cibril dahi istifade etmiştir. Bir gün Efendimiz, Cibril’e sorar: “Senin için de Kur’ân bir rahmet midir?” Cibril cevap verir: “Evet ya Rasûlallah! Çünkü ben de akıbetimden emin değildim. Ne zaman ki
مُطَاعٍ ثَمَّ أَمِينٍ “Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir” (Tekvir; 21) âyeti nazil oldu, ben de emniyete erdim.
TEVBE VE RAHMET PEYGAMBERİDİR
Ve yine bir başka hadîslerinde Allah Rasulü şöyle buyurur: “Ben Muhammed’im, Ben Ahmed’im, Ben Mukaffi -son peygamberim- Ben Hâşir’im. (Benden sonra haşir gelecek, araya başka bir peygamber girmeyecektir. Allah insanları benim önümde haşredecektir.) Ben tevbe ve rahmet peygamberiyim.”( Ahmed İbn-i Hanbel, el-Müsned c:4 shf: 395; Müslim, Fedail 126)
Tevbe kapısı kıyamete kadar açıktır. (Bkz. Tirmizi, Daavat, 95; Ebu Davud, Cihad 2) Zira Allah Rasûlü bir tevbe peygamberidir ve hükmü de kıyamete kadar sürecektir.
ÇOCUKLARA OLAN ŞEFKATİ
O, yerinde ağlayan bir çocuk görse oturur, onunla ağlar. İnleyen ananın ızdırabını vicdanında duyar.
1- İşte yine Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadis ve O’nun dillere destan şefkati: “Ben namaza duruyor ve onu uzun kılmak istiyorum. Sonra bir çocuk ağlaması duyuyorum. Annesinin ona duyacağı heyecanı bildiğim için hemen namazı hızlı kılıp bitiriyorum.”(Buhari, Ezan 65; Müslim, Salat 192)
Allah Rasûlü, namazlarını oldukça uzun kılardı. Bilhassa nâfile namazları, sahabinin takatını aşacak mahiyette idi. (Bkz. Buhari, Teheccüd 9; Müslim, Müsefirun 203-204) (28) İşte O, böyle bir namaz kılma niyetiyle namaza duruyor, sonra da namaz esnasında bir çocuk ağlaması duyunca, hemen namazı hızlandırıyordu. Çünkü o günlerde kadınlar da Allah Rasûlü’nün arkasında namaz kılmak için cemaata iştirâk ediyorlardı. Efendimiz, ağlayan çocuğun annesi mescidde olabilir mülâhazasıyla, namazı hızlandırıyor ve böylece kadını rahatlatıyordu.
2- Akra b. Hâbis, Allah Rasûlü’nün, Hz. Hasan ve Hüseyin’i kucağına alıp sevdiğini görünce: “Benim on çocuğum var; daha hiçbirini öpmüş değilim” dedi. Allah Rasûlü şöyle cevap verdi: “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.” (Buhari, Edeb 18; Müslim, Fedail 65)
3- Bir başka hadis: “Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizi, Birr 16)
Diğer bir rivayette ise verdiği cevap şöyledir: “Allah senin kalbinden merhamet duygusunu almışsa, ben sana ne yapabilirim ki?” (Buhari, Edeb 18; Müslim, Fedail 64)
AKRABALARINA, DOSTLARINA ŞEFKATİ
Allah Rasûlü, akrabalarına karşı olduğu gibi yakın-uzak dostlarına karşı da muhabbet ve rahmet hissiyle dopdoluydu.
1- Abdullah b. Ömer (r.a) anlatıyor:
Sa’d b. Ubâde hastalanmıştı. Allah Rasûlü, bu vefâlı dostunu ziyarete gitti, yanında bazı sahabiler de vardı. Sa’d b. Ubade’nin hazîn hali öylesine rikkatine dokundu ki hıçkırıklarını tutamadı ve ağladı. Onun ağlaması, orada bulunanları da ağlattı. Bu ağlamanın başka türlü değerlendirilmemesi için de şöyle buyurdu: “Allah asla gözyaşından ve kalb üzüntüsünden dolayı azap etmez. Ancak şundan azap eder, dedi ve dilini gösterdi.” (Buhari, Cenaiz 45; Müslim, Cenaiz 12)
Evet, Allah gözyaşından dolayı azap etmez; aksine bazı gözyaşları sebebiyle azabı kaldırır da. Evet, Allah Rasulü bir başka hadislerinde şöyle buyurmaktadır: “İki göz vardır ki, cehennem ateşi onlara dokunmaz. Allah korkusundan ağlayan (insanın) gözü, bir de gecesini Allah yolunda, nöbet tutarak geçiren göz.” (Tirmizi, Fedailü’l-Cihad 12)
Bu gözlerden biri ruhbâna diğeri de fürsâna aittir. Geceleri bir rahip gibi kendini ibâdete veren ve gözyaşı döken; gündüzleri de birer aslan kesilip küfürle yaka-paça olan insanların gözleri, yani hakiki mü’minin gözleri... Zaten sahabi de bize anlatılırken öyle anlatılmaktadır: Onlar geceleri birer rahip gibi ibadetle meşguldürler; gündüzleri de her biri birer aslan kesilir ve dört bir yanı velveleye verirler. (Taberi, Camiül Beyan, c: 15, shf: 26; Deylemi, Müsned, c:2, shf:400)
2- Osman b. Maz’un vefat edince Allah Rasûlü ona da koşarak gitti. O, Allah Rasulü’nün kendisine kardeş yaptığı şanlı bir sahabiydi. Cenazesinin üzerine o kadar ağladı, o kadar gözyaşı döktü ki, sanki cenaze Allah Rasulü’nün gözyaşıyla yıkanmış gibi oldu. (Zehebi, Siyeru, A’lami’n-Nübela, c:5, shf:481) (35) Tam o esnada hanımlarından biri Osman b. Maz’un’u kasdederek: “Kuş oldu, cennete uçtu” dedi. Allah Rasulü hemen kaşlarını çattı ve: “Ben Allah’ın Rasulüyüm, bilmiyorum, sen onun cennete gittiğini nereden biliyorsun!” dedi. (Buhari, Cenaiz 3; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned c: 1, shf: 237)
Evet, O, denge insanıydı. Şefkati, ağlaması, asla bir yanlışı düzeltmesine mâni olmuyordu. Hıçkırıklarıyla, kardeşim deyip bağrına bastığı insanı sararken ve gözyaşlarıyla yuyup yıkarken, söylenen mübalağalı bir söz, O’nun uygunsuz bulduğu bu söz sahibini îkazına ma’ni olmuyordu. Vefa başkaydı hak başka; Uhud şehidlerini her hafta ziyaret ediyordu ama, “uçup cennete gittiniz” demiyordu. Biz “onlar da cennete gitmeyecekse...” desek bile, bu böyle..
Yetimleri himâye edenlere verdiği pâye, O’nun nasıl bir şefkat âbidesi olduğunu isbâta yetmez mi? Bakın ne buyuruyor: “Ben ve yetimi gözeten cennette şöyleyiz” diyor, sonra parmaklarını yumuyor ve yetimi görüp gözetene, ne kadar yakın olduğuna işaret buyuruyor. (Buhari, Talak 25; Müslim, Zühd 42)
Sanki Allah Rasûlü, yetimi görüp gözeten ve onu himaye edenle benim arama, cennette kimse giremez, diyordu.
İNSANLARIN AHİRETLERİYLE ALAKALI ŞEFKATİ
1- Evet O, kendisini telef edecek kadar insanları seviyordu. Yer yer Kur’ân-ı Kerîm’in O’nu tadil etmesi bunun delilidir. Kur’ân; فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَّفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِن لَّمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفاً
“Demek sen, bu söze (Kur'an'a) inanmazlarsa, arkalarından üzülerek âdeta kendini tüketeceksin!” (Kehf; 6) diyordu. Zaten nübüvvet atmosferi benliğini sarmaya başlayınca, O kendini bir mağaraya hapsetmemiş miydi? Vahiy de ilk defa O’na orada geldi. Demek ki O, insanları seviyordu ve bu yola baş koymuştu.
    2- Hz. Muhammed, (SAV) ahiret aleminde ümmetine ve insanlığa şefaat edecektir. Ümmetini almadan cennete gitmek istemeyecektir. “Cennet için insanlara ilk şefaat edecek benim.” (Müslim, İman 196) (39) buyurmuşlardır.
    Haşr ile alakalı şu hadis-i şerifi de zikrederek, bu hususu noktalamak istiyorum.
Bize Muhammed b. Tarif b. Halifete'1 Becelî rivayet eti. (Dedi ki) : Bize Muhammed b. Fudayl rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu Malik El-Eşca'i, Ebu Hâzih'den, o da Ebu Hureyre'den naklen rivayet etti. Bir de Ebu Malik, Rib'iden, o da Huzeyfe'den naklen rivayet etti. Ebu Hüreyre , ile Huzeyfe şöyle demişler: Resulullâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdular ki: “Allah Tebareke ve Teâlâ (kıyamet gününde) insanları bir yere toplayacak.” Mü'minler kendilerine cennet yaklaştırılıncaya kadar ayakta duracaklar. (O zaman) Âdem'e gelerek:
“Ey babamız! Bizim için cennefin açılmasını İste!” diyecekler. O da : “Sizi cennetten ancak babanız Âdem'in  hafîesi çıkarmadı  mı?     Ben bu işin ehli değilim. Siz oğlum İbrahim Halilullah'a gidin” diyecek. İbrahim dahi :
Ben bu İşin ehli değilim. Ben ancak geriden geriye Halil idim. Siz Allah'ın kendisi ile söyleştiği Musa (Aleyhisselâm)'a gidin” diyecek. Bunun üzerine Musa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e gelecekler. O da: “Ben bu İşin ehli değilim. Siz kelimetullah ve ruhullah olan İsa'ya gidin” diyecek.
İsa (Sallalhıhii Aleyhi ve Sellem) de: “Ben bu işin ehli değilim” diyecek. Nihayet Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) 'e gelecekler. O hemen ayağa kalkacak ve kendisine şefaat için izin verilecek, emanetle rahim gönderilerek sıratın sağ ve sol taraflarına duracaklar. Sonra sîzin ilk kafileniz şimşek gibi sırattan geçecek.
Ben: “Annem babam sana feda olsun! Şimşek gibi geçmek ne demektir?.) diye sordum. Resulullâh (Sch'allahü Aleyhi ve Sellem):
“Şimşeği hiç görmediniz mi? Göz kırpacak kadar bir zamanda nasıl geçip dönüyor. Sonrakiler rüzgârın geçişi gibi. Daha sonrakiler kuşların geçişi gibi ve insanların koşması gibi geçecekler. Onları böyle koşturan amelleri olacaktır.  Peygamberiniz de sırat üzerinde durmuş :
Yarabbi! Selâmet ver, selâmet! diyecek. Nihayet kulların amelleri âcîz kalacak hatta öyle kimse gelecek ki, ancak sürünerek yürüyebilecek. Sıratın iki tarafında asılı çengeller olacak. Bunlar emrolunduklarını yakalamakla memurdurlar. Bakarsın bazı İnsanlar tırmalanmış kurtulmuş. Bazıları da cehenneme atılmış olacak buyurdular.
Ebu Hüreyre'nin nefsi yedi kudretinde olan Allah'a yemin ederimki cehennemin dibi yetmiş yıllık yol kadar derindir. (Müslim, İman 195)
Kıyamet gününde cennetin mü'minlere yaklaştırılacağı Kur'an-ı Kerimde;
وَأُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ “Cennet takva sahiplerine yaklaştırılacak”  âyet-i kerimesi ile beyân buyurulmuştur. (Şuara; 90)
Cenab-ı Hak bizleri O’nun (SAV) rahmetine ve şefaatine mazhar eyleyip, O’nun ahlakıyla ahlaklanma şerefine nail eylesin.
Necdet İÇEL





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

                                  HURÛF-EBCED-CİFİR Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede yararlı olduğu iddiasına dayanan sözde bir ilim. Literatürde daha çok ilmü’l-hurûf olarak geçmektedir. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında, daha sonraları yahudi, hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür. Grek filozofları arasında da bu telakki zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor , âlemin ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür. Kaynaklarda Aristo’nun bile sayı ve harflerin esrarıyla ilgili bir eser yazdığı kaydediliyorsa da Arapça’da Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse denilen bu kitabın uydurma...
                         BEŞİNCİ LEM’A   “…HASBÜNALLÂHU VE Nİ’MEL VEK Ȋ L” (Âl-İ İmran:173)        “Onlar (o mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, 
 bu söz onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler.” 
 (Âl-i İmrân:173) Üstad hazretleri Risale-i Nur’u te’lif ederken bazı yerleri isim verdği halde telif etmemiştir.Bunlardan birtanesi de 5.Lem’adır.Keşke 5.Lem’ayı te’lif etseydi ve İbrahim aleyhisselâmın “ hasbî ve halîl olma” kahramanlığını bütün yönleriyle öğrenme şansına sahip olabilseydik. Çünkü bizim mesleğimiz (21.Lem’ada da anlatıldığı gibi) haliliyedir.Halil olan da ‘Halilullah’ makamının sahibi Hz.İbrahim aleyhisselâmdır. Halîlullah olan (Allah’ın dostu) İbrahim aleyhisselâm, hasbî’ni...
HELÂK OLMA SEBEPLERİ Hz. Nuh aleyhisselam devrinden günümüze kadar pek çok kavimler helâk olmuşlardır. Allah onların yerine başkalarını getirmiş ve bu kanun sünnetullah olarak, cebri determinizm içerisinde devrimize kadar devam etmiş gelmiştir. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur prensibiyle diyebiliriz ki, daha önceki kavimleri helâk eden sebepler ne ise, bugün de aynı sebepleri yaşayanların da sonuçları benzeri gibi olacaktır. Allah’ın gücü, kavimleri helâk ettiği gibi aynı sebepleri yaşayan bugünkü toplumları helâk etmeye de gücü yeter: “De ki: Allah’ın gökten ve yerden size azap göndermeye gücü yeter…” (En’am:65) Allah kavimlerin başına felâketler gönderirken -hâşâ- Onlar’a zulmetmez: “Şüphesiz ki, Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler…” (Yunus:44) Helâk olanlar şu sebeplerle helâk olmuşlardır: Helâk olmanın en önemli ve birinci sebebi bütün çeşitleriyle zulümdür. Özellikle idareciler halkına zulmediyorlarsa felâketleri...