HURÛF-EBCED-CİFİR
Harflerle rakamlarda tabiat ve
hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede
yararlı olduğu iddiasına dayanan sözde bir ilim.
Literatürde daha çok ilmü’l-hurûf
olarak geçmektedir. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve
tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında,
daha sonraları yahudi, hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür. Grek filozofları arasında da
bu telakki zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor, âlemin ilk prensibinin aralarında
bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür.
Kaynaklarda
Aristo’nun bile sayı ve harflerin
esrarıyla ilgili bir eser yazdığı kaydediliyorsa da Arapça’da Kitâbü’s-Siyâse fî
tedbîri’r-riyâse denilen bu kitabın uydurma olduğu bilinmektedir (Kaya, s. 294-299). Aynı şekilde İslâm
dünyasında hurûf ilmine dair literatür içinde Hermetik ve Pisagorcu geleneği temsil eden kaynakların çoğu
da apokriftir.
Meselâ
bunların başlıcaları olan Hâfiyâtü
Eflâtûn, Elvâhu’l-cevâhir ve ez-Zahrü’l-fâih ve’n-nûrü’l-lâih Eflâtun’a, Kitâbü’l-Hurûf Aristo’ya ve el-Kenzü’l-a‘zam Batlamyus’a mal edilmiştir. Bunlardan
başka Hermetizm’e
adını veren Hermesü’l-Herâmise
adlı efsanevî şahsiyetin (Grek-Mısır tanrısı Hermes Trismegistos) yazdığı
söylenen Kenzü’l-esrâr ve
zehâirü’l-ebrâr çok tanınmıştır. Sâmûr ve İşrâsin adlı meçhul şahıslara nisbet edilen
Hint menşeli kitaplar
da meşhurdur.
Harflerin esrarına dayanan Hurûfîlik, gerçek anlamıyla milâttan önce IV ve III. yüzyıllardan itibaren Ortadoğu’daki Helenistik-Gnostik izler taşıyan dinlerde ortaya çıkmaya başlar. Baskı altındaki bazı gnostik gruplar, mensuplarına gizli kalması gereken bilgileri şifreler yoluyla öğretme ihtiyacını hissetmişlerdir. Milâttan önce IV. yüzyıldan veya biraz daha erken dönemlerden itibaren Ege bölgesindeki sır dinlerinin Grek harflerine sayısal değerler yükleyerek kehanet formülasyonları geliştirdiği bilinmektedir.
Helenistik-Gnostik literatürde Sibyline Oracles (m.ö.
V-III. yüzyıllar arası) adı verilen yahudi-Grek kaynaklı kehanetler
koleksiyonunda Grek harflerine sayısal değerler verilerek geleceğe yönelik kehanetlerde
bulunulmaktadır. Bunların en ilginçlerinden biri, Roma şehrinin 948 yıl sonra
yeryüzünden silineceği yolundaki kehanettir. Burada yürütülen temel mantık,
Grekçe’de Roma adının “gematria” sistemine göre sayısal karşılığının 948
olmasıdır.
Yahudi geleneğinde apokaliptik literatürde (m.ö. III. yüzyıl) ortaya çıkan hurûfî anlayış İbrânîce’de “gematria” şeklinde adlandırılır. Halakacı ve Hagadacı çevrelerde bu anlayış fazla ilgi görmemiştir; fakat Midraş Haserot viyterot ve Beresit Rabba gibi metinlerde sıkça görülür.
Ölüdeniz
el yazmalarında bazı kehanet formülasyonları kullanılmaktaysa da yaygın ve
çeşitli değildir. Buna karşılık Philo’nun hermenötik
metodunda hurûfî
yaklaşımın büyük önemi vardır, Ortaçağ yahudi kaynaklarında ise iyice
yaygınlaştığı görülür. Fakat asıl gelişimi, Jacob b. Jacob ha Kohen ve Abraham
Abulafia’nın
tesiriyle kabalacı çevrelerde olmuştur. XVII. yüzyıldan itibaren Nathan Nata b. Solomon Spira gibi isimler hurûfî kabalacığını
sürdürdüler. Sabatay
Sevi hareketi de hurûfî
kabalacılığını esas alır. XIX. yüzyıldan itibaren hurûfî kabalacıların
merkezi Selânik idi. Bugün bazı kabalacı çevreler gematria geleneğini hâlâ
sürdürmektedir.
Yahudi geleneğinde hurûf ilmi, esasta bazı İbrânîce harflere sayısal değerler vermeye veya harflerin yerini değiştirmeye dayanır. Bu yönteme göre meselâ Tekvîn XIV’te Hz. İbrâhim’e bir savaş sırasında yardımcı olan 318 kişi aslında onun hizmetçisi olan Eliezer’den başkası değildir; çünkü Eliezer kelimesinin sayısal değeri 318’dir. Harflerin yerini değiştirme yöntemine (temurrah) göre “galip gelmek” anlamındaki “şşk” (şeşak) kelimesi (Yeremya, 25/27) “Bbl” (Bâbil) kelimesine (Yeremya, 51/41) denk düşer (çünkü bu kurala göre “s”ler “b”ye, “k” da “l”ye dönüşebilmektedir). Böylece kutsal kitabın hurûf ilmiyle yorumu neticesinde Tanrı’nın Bâbil’e üstün geleceği sonucuna ulaşılmaktadır. Yahudi mistikleri, bazı peygamberlere ve kahramanlara sayısal değerler yanında özel anlamlar da vermişlerdir. Meselâ Zohar’a göre İbrâhim hikmeti, İshak aklı, Ya‘kūb ise bilgiyi temsil etmektedir.
Yahudilik,
kutsal kitabı hurûf ilminin yöntemleriyle yorumlamanın meşruiyetini Kitâb-ı Mukaddes’teki Tanrı’nın her şeyi belli bir düzene dayalı
olarak yarattığı (İşaya, XL/26; Eyub, XXVIII/25) tezine oturtma eğilimindedir. Bununla
birlikte bazı halakacı çevrelerle reformist ve muhafazakâr gruplar Kitâb-ı Mukaddes’in hurûfî
bakışla okunabileceği kanaatine katılmazlar.
Erken
dönemlerden itibaren baskı altında yaşayan hıristiyanlar, mensuplarına özel
bilgileri aktarabilmek için metinlerinin çeşitli yerlerine şifreli cümleler
koydular. Hıristiyanlık’taki bu eğilimi güçlendiren sebeplerden biri, erken
dönemlerden itibaren onların Hurûfîlik
konusunda uzman olan gnostik
çevrelerle ilişki kurmalarıdır.
Yeni
Ahid’de kullanılan en önemli şifre
Vahiy’deki (XIII/18) 666
sayısıdır. Hıristiyanlar, tarih boyunca deccâli simgelediğini düşündükleri 666 sayısını
Hz. Muhammed’in de dahil olduğu düşman bildikleri pek çok kişinin adına
uygulamışlardır. Bunların en eskisi, Grekçe’de harflerinin sayısal değeri 666’ya denk düşen Neron’dur. Böylece hıristiyanlara baskı
yapan ilk imparator olan Neron, Yeni Ahid’de Tanrı
tarafından önceden bildirilmiş biri olarak kabul edilmiştir. Barnabas’ın Mektubu (IX/8), Îsâ adının ilk iki harfinin sayısal
değerine (18) çarmıhı sembolize eden “ T ” harfinin sayısal değeri olan 300’ü
ekleyerek çıkan toplamı (318) Hz. İbrâhim’in Tevrat’ta geçen 318 hizmetçisiyle aynîleştirmek
suretiyle (Tekvîn, XIV/14)
Hz.
Îsâ’nın Tevrat’ta müjdelendiğini göstermek istemiştir. Saint Augustine başta olmak üzere Latin babaları da
zaman zaman bu tip bir hermenötiğe başvurmaktan çekinmemişlerdir. Hurûfî
geleneği Bizanslılar tarafından da yaygınca kullanılmaktaydı. XVII. yüzyılda bu
telakkiye yeniden ehemmiyet kazandıran en önemli eser Peter Bongo’nun Numerorum Mysteria’sıdır. Bununla birlikte Hurûfîlik Protestan
çevrelerde kabul görmemiştir.
Hindistan’da
Jainizm, Çin’de
Taoculuk ve Konfüçyanizm çevrelerinde sayılar ve harfler arasında belli bir ilişki
sistematiği kurulmuşsa da bunlar klasik Hurûfîliğin tanımında görülmez. Hurûf
metodunun nesnesi olan kutsal kitap kavramının yokluğu Doğu dinlerinde bu
düşüncenin gelişmesine engel olmuştur.
İslâm’dan
önce Araplar arasında gaybdan haber verme iddiasıyla çeşitli yöntemler
kullanılıyordu; ancak kaynaklarda harflerin esrarına dayanan bir sistemin
varlığından söz edilmemektedir. İslâm’ın zuhurundan sonra bu usullerin
yasaklanmasına rağmen bazıları birtakım değişikliklerle İslâmî bir şekle
büründürülerek sürdürülmüştür. Meselâ Câhiliye dönemindeki fal telakkisinin
yahudi hurûf anlayışı ile birleştirilerek Kur’an’ın bazı harf ve kelimelerine
(hurûf-ı mukattaa gibi) uygulanması bu tür bir gayretin eseridir.
Hurûf
ilminin İslâm dünyasında gelişip yaygınlık kazanmasında, İlkçağ tabiat
felsefesinin gnostik
düşünürlerce mistik ve teosofik açıdan yorumlanmasının payı büyüktür.
Mevcut literatüre bakılırsa Câbir b. Hayyân’dan itibaren bazı İslâm âlim ve
filozoflarının farklı ölçülerde benimsedikleri bu felsefede tabiat dört
unsurdan meydana geliyor ve teosofik anlayışa göre Allah’ın isim ve sıfatları
feleklere ve yıldızlara geçerek onların nefislerini (ruh) oluşturuyordu. Harfler ve rakamlar ulvî âlemle
süflî âlem arasındaki esrarlı ilişkiyi gösteren birer şifre idi ve bunların
sırları kelimelere, kelimelerinki ise kâinata yayılmıştı.
Bu
telakkide ateş, hava, su
ve toprağın tabiatları Arap alfabesinin yedişer harfiyle irtibatlandırılıp
bu unsurlardaki her türlü etki ve edilgi harflerin gücüyle yorumlanmış; bunun
sonucunda harfler kozmik âleme ilişkin şifreler şeklinde görülüp şifreler
çözüldükçe düzenin kavranacağı ve üzerinde belli tekniklerle tasarrufta
bulunmanın mümkün olacağı iddia edilmiştir. Bu amaca ulaşmak için de harflerin nicelik ve
niteliklerine göre tablolar (vefk) hazırlanmıştır. Aslında bu tablolarla
falnâmelerdeki daireler arasında mahiyet bakımından bir fark yoktur; harflerle
kelimelere verilen anlamlar, yüklenen fonksiyonlar ilmî esaslara göre değil,
göreneğe bağlı olarak tasarlanmıştır.
Harflerle
rakamların olmuş ve olacak hadiseleri sembolik biçimde anlattığı inancı İslâmî
literatürde Şiî-Bâtınî
kökenli cefr geleneğinin doğmasında etkili olmuştur. Bu gelenekte
önceleri sembolleri yorumlama yetkisi sadece Hz. Ali soyuna mensup imamlarla sınırlı iken daha sonra Şiî olsun olmasın
herhangi bir bilge kişinin, özellikle mutasavvıfların ulaşabileceği gaybdan
haber verme tekniğine dönüşmüş, konuyla ilgili literatür de giderek “ilmü’l-hurûf” adı
altında müstakil bir ilim dalı şeklinde telakki edilmiştir.
Hurûf
ilminin İslâm dünyasında ilgi görüp yaygınlaşmasında Ma‘rûf-i
Kerhî, Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekir eş-Şiblî,
Abdülkādir-i Geylânî, Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl, Ahmed b. Ali el-Bûnî
ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların büyük tesiri olmuştur; nihayet bu
telakki, Fazlullah-ı
Hurûfî’nin öncülüğünü yaptığı Hurûfîlik akımının da
temelini teşkil etmiştir.
İbn
Haldûn Mukaddime’sinde,
o dönemde simyâ adıyla da anıldığını söylediği bu konuyu “İlmü esrâri’l-hurûf”
başlığı altında etraflıca inceleyerek hurûf ilminin bir kozmoloji doktrinine
dayandığını görmüş ve bu doktrini açıklarken İbnü’l-Arabî’nin “tenezzül” ve “zuhûr” anlayışı ile harfler arasında
kurulan irtibata işaret etmiştir. Buna göre âlem ilâhî isimlerin zuhuru veya bu
zuhurun vuku bulduğu mazhardır. İlâhî isimleri meydana getiren harfler en aşağı
mertebelere kadar inerek varlığın gerçeklik kazanmasında belirleyici bir rol
oynar. Dolayısıyla harfler kozmolojik şifrelerdir ve çözüldüklerinde kozmik
düzeni kavramak ve belli tekniklerle bu düzene tasarruf etmek mümkündür.
Bu
anlayışta Pisagorcu telakkiler devreye girmekte
ve kozmolojik bir ilke olarak sayı kavramı, esmâ-i hüsnâyı meydana getiren ve
kozmik tesirlere sahip bulunan harf kavramıyla birleştirilmektedir. Bu safhada
hurûf ilminin dayanaklarından birini oluşturan “ebced” ve “vefk” tabloları önemli bir rol
oynamış, ortaya Kur’an’da anılan esmâ-i hüsnâya dayandığı için keyfî olmadığı
ileri sürülen harfler, sayılar, unsurlar, tabiatlar ve gök cisimlerinin
birbirine tekabül ettirildiği bir tablo konmuştur. İbn Haldûn Mukaddime’sinde, bu tablonun Ebü’l-Hasan es-Sebtî
isimli bir şahsın düzenlediği “zâyirçe-i âlem” denilen bir örneğini tanıtmaktadır. Hurûf
ilmini tasavvuf geleneğine bağlayan İbn Haldûn bu ilmin dayandığı sırların ancak ilâhî ilhamla keşfedilebileceğini, akıl
veya hesapla yapılan tahlillerin tılsımcılıktan öteye geçmeyeceğini de
vurgulamaktadır.
İbn Haldûn’a göre hurûf ilminin sonuçlarını esmâ-i hüsnânın sırlarına
dayalı olarak ortaya koymada şahsın mânevî mertebesi önemli rol oynar ve ancak
ilâhî yardıma kavuşmuş olduğu için tabiat kanunlarının üstüne çıkabilen bir “nefs-i nâtıka”
tabiattaki varlıklar üzerinde tasarrufta bulunabilir; esasen bu tasarrufun özü
de kerâmettir. Halbuki bu ilmin tılsım teknikleri seviyesinde kalan
şekillerinde tesirler tabiat kanunları çerçevesinde ve mekanik biçimde cereyan
eder. İbn
Haldûn’un açıklamalarında hurûf ilmi, bu
konuda yegâne otorite kabul edilen Şiî imamlarının yorumlama yetkisinden çıkarılarak mertebe sahibi
herhangi bir bilgenin mânevî tecrübeler alanına dahil edilmekte ve ilâhî ilhama
mazhar olmayan tılsımcılık ve simyacılık ise şamanik uygulamalar seviyesinde
görülmektedir (Mukaddime, III, 1159-1196). İbn Haldûn gibi sosyoloji ve tarih
felsefesinin kurucusu kabul edilen bir düşünürün hiçbir aklî ve ilmî ilkeye
oturtulması mümkün olmayan hurûf ilmi hakkında eleştirel tavır takınmaması
şaşırtıcıdır.
İslâm
kültüründe hurûf ilminin şekillenip yaygınlık kazanmasında İbnü’l-Arabî’nin önemli bir yeri vardır. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin
ikinci babında bu konuları işleyen İbnü’l-Arabî ana fikirlerini, varlık mertebeleriyle harflerin sembolik ve sayısal düzeni
arasındaki tekabül esasına dayandırmaktadır. Söz konusu tekabüller şematik
olarak felek sistemleri, varlık türleri, dört unsur ve onların harf
sembolizmindeki karşılıkları şeklinde düzenlenmiştir (sistemin ayrıntısı
hakkında bk. el-Fütûhât, I, 232-243, 253-272).
İbnü’l-Arabî’nin aynı babda bu konuyla ilgili olarak
işaret ettiği el-Mebâdî
ve’l-ġāyât fîmâ tahvî aleyhi hurûfü’l-mu‘cem fi’l-acâib ve’l-âyât adlı
eserinin daha sonraları meşhur olduğu anlaşılmaktadır (krş. Keşfü’z-zunûn,
I, 659). Kitâbü
Keşfi’l-ġāyât (Tahran 1367) adlı eserinde de bu konuya yer vermiştir.
Taşköprizâde
hurûf konusunu “İlmü
havâssi’l-hurûf”, “İlmü’l-havâssi’r-rûhâniyye”, “İlmü’t-tasarruf bi’l-hurûf”, “İlmü’l-hurûfi’n-nûrâniyye
ve’z-zulmâniyye” şeklinde başlıklar ayırarak tanıtmaktadır. Bu
açıklamalara göre özellikle bazı sûrelerin başlangıcında yer alan ve “hurûf-ı mukattaa” diye
bilinen harfler yalnız ehlinin bileceği birtakım ruhanî tesirlere sahiptir. Bu
konuda beklenen tesirin elde edilmesi ancak harflerin nitelik ve nicelik
bakımından sahip oldukları özelliklerin belli sayı tabloları vasıtasıyla bir
araya getirilmesi neticesinde mümkündür. Harflerin sayılarla münasebeti o kadar
derindir ki hurûf ilmi aslında aritmetiğin bir dalı bile sayılabilir. Harflerin
anlamlı bir terkibinden oluştuğu inancıyla esmâ-i hüsnânın da hurûf ilmine ait
işlemlerin konusuna girdiği kabul edilmiştir. İyi sonuçlara ulaşmak için
nûrânî, aksi durumda da zulmânî harflere başvurulur; sûre başlarındaki harfler
ise kesin olarak nûrânî özelliktedir (Miftâhu’s-saâde, II, 591-592).
Kâtib
Çelebi, Dâvûd-i Antâkî’den aktardığı
açıklamasında harflerin gerek tek tek gerekse terkip halinde sayı oranlarıyla
ilgili belli özellikler taşıdığını ve yeni oranlar elde ederek bir hadisenin
istenilen şekilde gerçekleşmesinin mümkün olduğunu belirtmiş, bu konuda gök
cisimleriyle onların ruhaniyetlerinin etkisinden bahsetmiştir. Bu alanda Rûhu’l-hurûf adlı bir
kitap yazdığını söyleyen Kâtib Çelebi kaynak
olarak geniş ölçüde İbn Haldûn’un Muķaddime’sine dayanmakta, ayrıca İslâm
dünyasında yaygın biçimde okunan, içlerinde Hermetik eserlerin de bulunduğu 216
çalışmanın listesini vermektedir (Keşfü’z-zunûn, I, 650-660).
Bazı
müslüman filozoflarda da Hurûfîlik temayülleri görülmektedir. İhvân-ı Safâ, Resâil’in sihir ve azâime ayrılan bölümünde
(IV, 283-463) sihir ve tılsım uygulamalarını dinî ilimler arasında sayarak
bunların tesirlerini gök kürelerinin faaliyetleriyle irtibatlandırmakta, hurûf
ilmine temas etmemekle beraber astroloji temelli sihir ve tılsım tekniklerini
açıklarken hurûf ilminin kaynağı sayılan Hermetik ve Pisagorcu kaynaklara başvurmaktadır. İbn Sînâ da harflerin bâtınî anlamlarına
değinen Fî
Maâni’l-hurûfi’l-hicâiyye başlıklı bir risâle yazmıştır (Kostantiniye
1298, Tisu resâil içinde). Harâllî’ye
veya Fahreddin
er-Râzî’ye
nisbet edilen es-Sırrü’l-mektûm
anlamı müphem harf terkiplerinden oluşmaktadır.
Harâllî, hurûf ilmi esaslarına göre Miftâhu’l-bâbi’l-mukaffel alâ
fehmi’l-Kur‘âni’l-münezzel adlı bir de tefsir yazmıştır. Kitabı
özetleyen Sudanlı Muhammed
b. Muhammed el-Füllânî el-Kişnâvî’nin aynı konuyla ilgili Behcetü’l-âfâk ve îzâhu’l-lebs
ve’l-iflâk adlı müstakil çalışması
vardır. Ahmed b. Ali el-Bûnî de hurûf
ilminin önemli temsilcilerinden olup onun Kuzey Afrika kültüründen kaynaklanan Şemsü’l-ma‘ârifi’l-kübrâ’sı,
hem Helenistik
kaynaklara hem de esmâ-i hüsnâ anlayışına dayanan çok meşhur bir eserdir. Bûnî’nin
ayrıca Esrârü’l-hurûf
ve’l-kelimât ve Letâifü’l-işârât fî esrâri’l-hurûfi’l-ulviyyât gibi
başka kitapları da bulunmaktadır.
Hurûf ilmine dair meşhur bir eser de İbnü’l-Hâc
el-Abderî et-Tilimsânî el-Mağribî’nin Şümûsü’l-envâr ve künûzü’l-esrâri’l-kübrâ
adlı kitabıdır. Müellif, her harfin belli zamanlarda bazı tekniklerle çeşitli
yerlere yazılıp belirli sayılarda okunması sonucunda bu harflerle bağlantılı
görevleri olan ruhanî varlıklarla temasa geçilebileceğini ve istenen konuda
onlardan bilgi alınabileceğini, yine onlar sayesinde yararlar sağlayıp
zararlardan korunmanın mümkün olduğunu belirtmektedir (s. 2-8). Taşköprizâde’nin hadis,
tefsir ve fıkıhta âlim, harf ve isimlerin hassaları ve cefr konularında ârif
olduğunu bildirdiği (eş-Şekāiķ, s. 46) Abdurrahman
b. Ali el-Bistâmî’nin Şemsü’l-âfâk fî
ilmi’l-hurûf, Miftâhu’l-cifri’l-câmi gibi eserleri yanında özellikle Menâhicü’t-tevessül fî
mebâhici’t-teressül’ü (İstanbul 1299) harflerin sihrî fonksiyonlarına
dair olup hurûf ilminin önemli kaynaklarındandır. Ebü’l-Kāsım
el-Irâkī’nin Uyûnü’l-hakāiķ adlı
eserinde Kur’an harflerinin sırlarına dair verdiği bilgileri doğrudan tasavvuf
büyüklerine ve bu arada İşrâkī düşünür Şehâbeddin
es-Sühreverdî el-Maktûl’e dayandırmaktadır (Ullmann, s. 365-366, 375,
382, 388-392).
İslâm âleminde hurûf ilminin büyük ilgi gördüğü
kesimlerin başında gelen Şiî-Bâtınîler,
Hermetizm’in bazı unsurları ile Pisagorcu bakış açısını bir araya
getirerek “cefr”
denilen sistemi oluşturmuşlar; bazı Şiî müellifler ise hurûf ilminin Hz. Âdem’den başlayarak Hz.
Muhammed’e kadar bütün peygamberler, Hz. Muhammed’den sonra
ise Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ile Ca‘fer es-Sâdık ve Ali er-Rızâ başta olmak
üzere bütün imamlar tarafından kullanıldığını iddia etmişlerdir.
Bu inancın İslâm âleminde gelişmesinde Şîa’nın etkisi çok
büyük olmuş (Ali Nemâzî, s. 193-195), özellikle gulât-ı Şîa’yı oluşturan Bâtıniyye içinde İsmâiliyye
gibi rakamların esrarına inanan grupların yanında ism-i a‘zam sayesinde
orduları bozguna uğrattığını ve yıldızlara hükmettiğini iddia eden Beyân b.
Sem‘ân gibi kişiler çıkmıştır (Bağdâdî, s. 237). Sünnî
İslâm’da ise başlangıçta hurûfî bir anlayış mevcut değilken genellikle bâtınî
yorumlara dalmaktan hoşlanan mutasavvıfların geniş halk kesimleri nezdinde
itibar görmesiyle birlikte hurûfî temayüller de yayılmaya başlamıştır. Esasen
mutasavvıfların bu konudaki kaynağının Şîa olduğunda şüphe yoktur; nitekim Ma‘rûf-i
Kerhî bu yöntemi İmam Ali er-Rızâ’dan öğrendiğini
söylemiştir.
Tasavvufun felsefîleşmeye başladığı VI. (XII.) yüzyıldan
itibaren varlık anlayışında olduğu gibi bilgi probleminde de felsefî görüşler
geliştiren bazı mutasavvıflar, harflerle unsurlar arasında kurdukları
münasebetin bir benzerini harflerle Allah’ın isim ve sıfatları arasında da
kurmuşlar ve sırlarla dolu harflerden oluşan esmâ-i hüsnâ sayesinde olağan üstü
yetenekler kazanmış kulların tabiat âlemi üzerinde etkili olacağını ileri
sürmüşlerdir. Her ne kadar mutasavvıflar harflerin bu tür sırlarının
bilinmesini keşif ve ilhama bağlamışlarsa da çok defa tılsımcıların yöntemiyle
mutasavvıfların yöntemi aynı olmuştur.
Tılsımcıların bunu harflerle unsurlar arasındaki
tenasüple izah etmeleri gibi sûfîler de yıldızlarla vefkler arasındaki ilişkiye
bağlamakta ve bu ilişkinin isimlerdeki kemalin berzahı olan “hazarât-ı amâiyye”
katından geldiğini söylemektedirler. Öte yandan Abdülvehhâb
eş-Şa‘rânî gibi Hurûfîliği ve hurûf ilmini bütünüyle reddeden
mutasavvıflar da vardır. Şa‘rânî, şeyhi İbrâhim el-Mebtûlî’nin harflerin
esrarına dayanarak söz söyleyenlerin putlara tapan müşriklerden daha aşağı
olduklarını ileri sürdüğünü ve gerekçesini de, “Çünkü onlar putlara tapmak
suretiyle Allah’a yaklaşmak istemektedirler; ilm-i hurûfla uğraşanlar ise
tamamen dünyevî kazanç peşinde koşmaktadırlar” şeklinde dile getirdiğini
kaydetmektedir (et-Tabakāt, I, 79). Şa‘rânî,
şeyhinin ayrıca Sühreverdî el-Maktûl’ün ve daha
başkalarının yaptığı gibi bu işte esmâ-i hüsnâyı kullanmaya da şiddetle karşı
çıktığını belirtmektedir (Abdülhamîd Sâlih Hamdân,
s. 109).
Esas itibariyle sûfîler harfler vasıtasıyla kişiye zâhir
olan bilgilerin ilham ve keşfin sonucunda doğduğunu söylemektedirler. Halbuki
ilham ve keşif kişide âniden ve doğrudan zuhur eden bir haldir ve onu
kurallaştırmak, istenildiği anda tekrar etmek mümkün değildir. Hurûf ilminde
ise bu iş özneden bağımsız vefkler, kurallar haline getirilmiştir ve diğer aklî
yöntemler gibi tâlim suretiyle elde edilmektedir. Ebû Bekir
İbnü’l-Arabî ve Takıyyüddin İbn Teymiyye gibi âlimlerin
büyük çoğunluğu, harflerin tek başına gizli anlamlar taşıyan şifreler olduğu
şeklindeki bir anlayışı reddetmiştir. Esasen bu anlayış yıldızları yarı ilâh
kabul eden astrolojinin bâtıl görüşüne dayanmaktadır; ayrıca yıldızlarla harf
ve rakamlara dayanarak ortaya konan vefkler arasında ileri sürüldüğü tarzda bir
münasebetin bulunduğuna dair ne duyulara ne akla ne de dinî naslara dayanan
herhangi bir delil mevcuttur. Dolayısıyla harfleri yıldızların hareketleriyle
irtibatlandırıp bundan dünya hayatını etkileyen anlamlar çıkarmak ilmî bakımdan
mesnetsiz, dinen de haramdır. Ancak harflerin tarih düşürmede olduğu gibi
metafizik bir boyut katmadan sadece sanat amacıyla kullanılması itikadî açıdan
bir sakınca teşkil etmemektedir.
Öte yandan Kur’an ve Sünnet’i temel kaynak olarak gören
İslâmî anlayışta bilginin kaynağı akıl, duyular ve vahiyden ibarettir. Akıl ve
duyularla idrak doğrudan olabileceği gibi istidlâl şeklinde de olabilir. Fakat
ne akıl ne de duyularla bilgi elde etmede hurûf ilmine yer yoktur; çünkü bu
ilim, akıl ve duyuların alanı dışında kalan gaybdan haber verme iddiasındadır.
Halbuki Kur’ân-ı Kerîm gayb âlemine ait bilgilerin esasta Allah’a ait olduğu (el-En‘âm 6/59; Yûnus 10/20; Hûd 11/123; en-Nahl 16/77; en-Neml 27/65), ancak
O’nun bu bilgileri dilediği resullerine bildirdiğini haber vermektedir (Âl-i İmrân 3/179; el-Cin 72/26-27).
Bunun yolu ise
vahiydir; bu mazhariyete sadece peygamberler ulaşmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber
çeşitli hadislerinde iyâfe, tark, ilm-i nücûm, tıyara, kehanet ve ırâfe gibi
vahye dayanmayan gaybdan haber verme yöntemlerinin asılsız, bunları
uygulamanın, bilgi almak amacıyla bu işlerle ilgilenen kişilere başvurmanın
haram ve verdikleri haberleri tasdik etmenin küfür olduğunu belirtmiştir (Müsned, II, 408, 429, 476; III, 14; IV, 68; V, 380; Müslim, “Selâm”, 125;
İbn Mâce, “Ŧahâret”, 122; Ebû Dâvûd, “Ŧıb”, 21; Tirmizî, “Ŧahâret”, 102). İbn Abbas
da yıldızlarla harfler arasında irtibat kurup bunlardan anlamlar çıkaran bir
topluluk hakkında “nasipsizler” ifadesini kullanmış (Abdürrezzâk
es-San‘ânî, XI, 26; Beyhakī, VIII, 139; İbn Hacer, XI, 359) ve
yaptıkları işi sihir gibi dinen yasak olan şeyler arasında saymıştır.
֍֍֍
EBCED
Arap
alfabesinin ilk tertibi ve harflerinin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap
sistemi.
Arap
yazısı hakkında bilgi veren klasik kaynaklarda, alfabedeki harflerin önceleri “et-tertîbü’l-ebcedî”
denilen sıralamada görüldüğü şekilde düzenlenmiş oldukları ifade edilmekte;
dinî metinlerde ise bu tertibin başlangıcı Hz. Âdem’e kadar çıkarılmaktadır.
Hz. Peygamber devrinde de kullanılan ebced tertibi, Emevî Halifesi Abdülmelik
b. Mervân zamanında (685-705) değiştirilerek yerine Nasr b. Âsım ile Yahyâ b. Ya‘mer
el-Udvânî’nin hazırladıkları, birbirine benzer harflerin ardarda sıralanması esasına
dayanan bugünkü “hurûfü’l-hecâ” tertibi getirilmiştir (Ahmed Şevkı
en-Neccâr, s. 161).
Ebced, aslında alfabedeki harflerin kolaylıkla hatırda tutulmasını sağlamak için eski dönemlerde geliştirilmiş bir formül olup gerçekte bir anlamı bulunmayan kelimelerinin ilki “ebced” (abucad, ebuced) şeklinde okunduğu için bu adla anılmıştır. Bu formülde yer alan kelimeler şunlardır: ebced (أبجد), hevvez (هوز), huttî (حطي), kelemen (كلمن), sa‘fes (سعفص), karaşet (قرشت), sehaz (ثخذ), dazağ (ضظغ). Türkçe’de bu tertibin son kelimesi, ayrı bir rakam değerine sahip olmayan lâmelif (لا) ile bitirilerek dazığlen (ضظغلا) şeklinde söylenmekte ve ardına da daima Mü’minûn sûresinin 14. âyetinin sonunda yer alan “fe-tebâreke’llāhü ahsenü’l-hâlikīn” (فتبارك الله أحسن الخالقين) ibaresi eklenmektedir. Buna uygun olarak hat sanatında da murakka‘lar ve meşk mecmualarındaki müfredât kısmı bittikten sonra mürekkebât kısmının başına, Arap harflerinin birleşmesine ait özellikleri topluca göstermek üzere konulan ebced tertibinin genellikle bu şekilde yazıldığı ve bunun istife de uygun düştüğü görülmektedir. Mağrib müslümanları ise sa‘fes, karaşet ve dazağ kelimelerini sa‘faz (صعفض), karaset (قرست) ve zağaş ()ظغش) şeklinde söylemektedirler.
Ebced sisteminin İbrânîce ve Ârâmîce’nin
de etkisiyle Nabatîce’den
Arapça’ya geçtiği kabul edilmektedir. Çünkü harflerin ebced tertibinde
dizilişi bu dillerin alfabelerindeki sıraya uygundur ve harflerin aşağıda
açıklanan sayı değerleri de onlarınkilerle aynıdır. Araplar arasında
benimsenmiş olan bu tertipteki sekiz kelimeden “revâdif” denilen son ikisi hariç diğerlerinin, Hz. Şuayb kavminden gelen ve Arap yazısının
mûcidi oldukları kabul edilen altı Medyen (Medâin) hükümdarının veya altı
şeytanın yahut da günlerin adı olduğu şeklindeki rivayetler ilmî bir değer
taşımayan folklorik unsurlardır. Ebcedle ilgili olarak bazı hadislere de
rastlanmakta, ancak İbn
Teymiyye bunların başlıcalarını verip râvilerini tenkit ederek güvenilir
olmadıklarını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır (Mecmûu fetâvâ, s. 59-62).
Bir
rivayette Hz.
Ali ve İbn Abbas’a dayanılarak
her kelimenin Hz.
Âdem’in cennetten ayrılışı ile
tövbesi arasında geçen sürenin çeşitli safhalarını ifade ettiği öne sürülmekte (Yakıt, s.
25-26), bir başka
rivayette ise ilk altı kelimede yer alan harflerden her birinin esmâ-i hüsnânın
birine karşılık olduğu, yani ilk altı kelimenin Allah Teâlâ’nın çeşitli güzel
isimlerinin ilk harflerinin bir araya getirilmesiyle meydana çıkarıldığı iddia
edilmektedir (a.g.e., s. 27).
Nitekim İsmâil Hakkı Bursevî Esrârü’l-hurûf adlı eserinde bu konuya geniş yer
ayırmıştır. Ayrıca ebced tertibindeki her harfin sırasıyla kâinatı oluşturan
dört esas unsurdan (anâsır-ı erbaa) ateş, hava, su ve toprağa delâlet ettiği görüşü
de benimsenmiş (İbn Haldûn, II, 1195) ve buna dayanarak edebî eserlerle
gizli ilimlere dair bilgiler veren kitaplarda çeşitli açıklamalar yapılmıştır.
Tarih
boyunca ebced harflerinin değişik sistemlere göre farklı şekillerde sayı
değerleri ortaya çıkmış ve bunların birbirleriyle mukayesesi neticesinde de
izah edilmesi güç, şaşırtıcı eşitlikler ve benzerlikler bulunarak konu ile
uğraşanlarla halk tarafından bu kelime ve rakamların bazı sırlara ve fevkalâde
özelliklere sahip oldukları inancı benimsenmiştir. “Ebced risâleleri” adıyla anılabilecek
değişik isim ve muhtevadaki bazı yazmalarda bu konuya dair çok çeşitli ve
zengin bilgiler bulunmaktaysa da bunların çoğu yakıştırma olmaktan ileri
geçmeyen izah tarzlarıdır (geniş bilgi için bk. Abdülkerîm el-Yâfî, s.
81-85). Aynı veya
yakın anlamlara gelen bazı değişik kelimelerin ebced karşılıklarının aynı
sayıyı verdiği görülmektedir; meselâ zebân/dehân=60, ilim/amel=140,
ayak/kadeh=112, tevbe/peşîmân=413, dîvâne/gönül=66 gibi (Çelebioğlu, MK, II/1,
s. 64). Nitekim “Allah” ve
“hilâl” kelimelerinin ebced değerleri (66) eşit olduğundan Türk bayrağındaki
hilâl Allah’ı sembolize eder.
Ayrıca Türkçe bir deyim olan “işi 66’ya bağlamak” da
bu sebeple meseleyi Allah’a havale etmek şeklinde izah edilmiştir. “Sûfî” kelimesiyle
“el-hikmetü’l-ilâhiyye” ifadesinin ebced değerinin aynı olduğunu
söyleyen Abdülvâhid
Yahyâ (René Guénon) buradan
hareketle hakiki sûfînin ilâhî hikmete sahip olan, “ârif billâh” (Allah’la bilen kişi)
olduğunu vurgular. Bu tür kelimeler hem anlamları hem de sayı değerleri
bakımından çeşitli sanat gösterisi ve söz oyunu yapılmasına imkân
verdiklerinden şairlerce sevilip sıkça kullanılmıştır. Bu bakımdan özellikle
divan şiirinde beyitlerin nükteleriyle birlikte iyice anlaşılabilmesi için
kelimelerin ebcedle ilgisini göz önünde bulundurmak gerekir. Ebced sistemi
İslâm dünyasında özellikle tasavvuf, astronomi, astroloji, edebiyat ve mimari
alanlarıyla cifr (cefr*)
ve vefk*e ait konuları geniş anlamda içine alan havas ilminde (İbn Haldûn,
II, 1194 vd.), ayrıca
sihir ve büyücülükte kullanılmıştır.
Hemen her alfabedeki harflerin çok eskiden beri rakam olarak birer karşılığının bulunduğu, bir başka deyişle harflerin rakam yerine de yazıldığı bilinmektedir. Bunlar arasında en çok tanınanlar İbrânî-Süryânî, Grek ve Latin harfsayı sistemleridir. “Ebced hesabı” denilen ve Arap alfabesinin ebced tertibine dayanan rakamlar ve hesap sistemi müslüman milletler arasında kullanılmaktadır. İslâm kültüründe bundan başka, yine ebced harflerinin sayı değerlerine dayanan bir de hisâb-ı cümel* (cümmel) bulunmaktaysa da gerek ilim, sanat ve edebiyat alanlarında gerekse halk arasında asıl tanınmış olan ebced hesabıdır.
Hemen her alfabedeki harflerin çok eskiden beri rakam olarak birer karşılığının bulunduğu, bir başka deyişle harflerin rakam yerine de yazıldığı bilinmektedir. Bunlar arasında en çok tanınanlar İbrânî-Süryânî, Grek ve Latin harfsayı sistemleridir. “Ebced hesabı” denilen ve Arap alfabesinin ebced tertibine dayanan rakamlar ve hesap sistemi müslüman milletler arasında kullanılmaktadır. İslâm kültüründe bundan başka, yine ebced harflerinin sayı değerlerine dayanan bir de hisâb-ı cümel* (cümmel) bulunmaktaysa da gerek ilim, sanat ve edebiyat alanlarında gerekse halk arasında asıl tanınmış olan ebced hesabıdır.
Ebced tertibinde sıralanan harflerin oluşturduğu
kelimelerin ilk üçü birler (âhâd: 1-10), ortadaki
ikisi onlar (aşerât: 20-90) ve son üçü de
yüzler (miât: 100-1000) basamağında bulunan rakamları gruplandırır.
Arapça’da “et-tâü’l-merbûta” denilen te (ة)
açık te (ت)
gibi, med-elif (آ) ve hemze de (ء) kürsüsü ne olursa olsun elif (ا)
gibi kabul edilmiştir. Ayrıca Farsça ve Osmanlıca alfabelerde yer alan pe (ﭗ),
çe (چ),
je (ژ)
ve sağır kef (ڭ) Arapça’daki bâ (ب), cim (ج), ze (ز) ve kef (ك)
gibi kabul edildiklerinden sayı değerleri de bu harflerinkilerle aynıdır.
Ebced hesabındaki harflerin sayı değerleri,
hesaplanışlarındaki farklılıklara göre el-cümelü’l-kebîr, el-cümelü’l-ekber, el-cümelü’s-sagır
ve el-cümelü’l-asgar gibi değişik isim ve tasniflerle ele alınmıştır.
Bunların birincisi olan ve yandaki tabloda dökümü verilene “asıl ebced” veya “el-cümelü’l-kebîr”
denilmektedir. Çeşitli sahalarda yaygın biçimde kullanıldığı bilinen asıl
ebced, “tarih düşürme” adı verilen edebî sanatta tek sistem olarak
benimsenmiştir.
İkinci sistemde ise harflerin sayı olarak değerleri, asıl
ebceddeki rakamlardan on birinci harf olan keften (=20) itibaren kendinden daha
küçük bir rakam kalıncaya kadar on iki çıkarılması suretiyle tesbit edilmiştir.
Buna göre kef harfinin bu sistemdeki karşılığı sekizdir (20-12=8). Sin (س)
ile hının (خ),
bu işlem sonucunda asıl ebceddeki değerleri olan 60 ve 600’den geriye sıfır
kaldığı için bu sistemde sayısal değerleri yoktur; ilk on harf ise asıl
ebceddeki değerlere sahiptir. Üçüncü sistemde harflere karşı gelen rakamları
bulmak için bunların Arapça isimlerinde yer alan harflerin asıl ebceddeki sayı
değerleri toplanmaktadır; meselâ elif (ألف) için 1 (ا) + 30 (ل) + 80 (ف)
= 111 gibi. Diğer bir sistemde ise rakamlar, asıl ebceddeki harflerin
sayı değerlerinin adlarını oluşturan Arapça kelimelerdeki harflere karşı gelen
rakamların toplanmasıyla elde edilmektedir; meselâ elifin karşılığını teşkil
eden 1 rakamının Arapça adı “vâhid” (واحد) olduğuna göre elifin sayısal
değeri 6 (و)
+ 1 (ا) + 8 (ح) + 4 (د) = 19’dur. Çeşitli hesaplama usullerine göre
farklı isim ve değerlere sahip olan diğer ebced sistemleri de geliştirilmiştir
(bk. Ahmed Hayâtî, s. 86-87).
Ebced halk arasında da çeşitli maksatlarla
kullanılmıştır. Bunlardan biri, doğum yılını veren harflerin bir araya
getirilmesiyle ortaya çıkan kelimenin çocuğa ad olarak konulmasıdır. Meselâ
hicrî 1290 (1873) yılında doğan Mehmed Âkif Ersoy’un adı babası
tarafından bu usulle Ragıyf olarak konulmuş, fakat bu alışılmamış kelime,
babasının ölünceye kadar Ragıyf demekte ısrar etmesine rağmen yakın çevresi
tarafından Âkif şekline dönüştürülmüştür. Ebced halk
arasında en fazla zâyîçe, tılsım, muska ve vefklerin hazırlanmasında
kullanılmıştır. İbn Haldûn, çeşitli ilimlerden bahsederken havas ilimlerinden
sayılan bu konular hakkında bir fikir verebilmek için eser ve müellif adı da
zikrederek nakle değer bulduğu bazı örnekleri açıklamıştır. Türkçe’de genel
olarak “yıldıznâme” adı verilen müstakil eserlerde de bu maksatla
hazırlanmış ebcede dayanan çeşitli bilgilerin yer aldığı görülmektedir. Ayrıca
halk arasında bir yanlış bilgiden kaynaklandığı için Gazzâlî’ye
atfedilerek çok rağbet gösterilen bedûh tılsımı da bunlardan biridir.
İslâm dünyasında kitap tertibinde de ebcedden
faydalanılmaktadır. Arap alfabesinin kullanıldığı ülkelerde kitapların başında
eserden ayrı bilgiler verileceği zaman bu kısım ebced harfleriyle numaralanır.
Türkiye’de bunun yerini harf devriminden sonra Batı’da olduğu gibi Romen
rakamları almıştır. Ayrıca bazı kitapların bölüm başlıklarıyla paragraflarını
ayırmada ve tezkireler gibi ansiklopedik eserlerde şahıs, yer ve mekân
adlarının sıralanışında da ebced harflerinin kullanıldığı görülmektedir.
Bunlardan başka vak‘anüvislerin çeşitli olayların tarihlerini tesbit maksadıyla
bunların ebced karşılıkları olan kelimeleri yazdıkları, vakıf kayıtlarında da
aynı usule başvurulduğu, devlet tarafından yaptırılan bazı sayım ve tesbitlerde
ortaya çıkan rakamların değiştirilmesini önlemek için bunların yine ebced
tertibindeki kelimelerle ifade edildiği bilinmektedir.
Ebced yukarıda açıklanan yaygın kullanım alanlarının
dışında, bazı özel maksatlarla geliştirilmiş “şifre alfabeleri” denilen çeşitli
sistemlerin düzenlenmesinde de esas alınmıştır (Çelebioğlu,
Tarih Boyunca Paleografya, s. 19-33). Ebced mimaride, özellikle Mimar Sinan tarafından
yapılardaki nisbetlerin belirlenmesinde ve modüler düzenin teşkilinde bu
kelimelerin delâlet ettiği sayılardan faydalanmak suretiyle kullanılmıştır (Arpad, s. 11-19; Şenalp, s. 11-12). Ebcedin fizik, matematik ve
astronomide kullanılışı ise daha çok hisâb-ı cümele dayanmaktadır. Ancak
astronomik gözlemlerde kullanılan usturlap vb. çeşitli rasat aletlerinde ebced
harfleri rakam yerine kullanılmıştır (usturlap üzerindeki
ebced harflerinin izahları için bk. el-Muktetaf, XIII/11, s. 724-725).
Ebced tasavvufta ayrı bir öneme sahiptir. Genel olarak Şiî kaynaklı
zannedilen, gerçekte kökenleri Mısır ve Hint gibi geleneksel medeniyetlere
dayanan, evrensel gerçeklerin sırrî niteliklerine ulaşmayı amaçlayan bu harf
sembolizmiyle ilgilenenlerin başında gelen Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde konuyla ilgili geniş açıklamalar vardır (el-Fütûhât, I, 231-361). XVII. yüzyıl mutasavvıflarından İsmâil Hakkı Bursevî, tasavvuf ehli arasında ebced
harfleriyle ilgili olarak yapılan izahları Esrârü’l-hurûf adlı eserinde
toplamıştır (bk.
Ahmed Saîd Süleyman, s. 8-15).
XX. yüzyıl İslâm âlimlerinden Said Nursi’nin de bu metotla Kur’an’ın otuz
yerinde Nûr risâlelerine işaret edilmiş olduğunu açıklamaya çalıştığı görülür.
Bilhassa Hurûfîlik’le
Bektaşîlik’te ve genel olarak bütün tasavvufî
edebiyatlarda ebced harflerinin bazı sırları ve rakam değerlerinin de çeşitli
havassı olduğu yolunda yaygın bir kanaati yansıtan manzum veya mensur birçok
örnek bulmak mümkündür.
Ebced kelimesi divan edebiyatında bir remiz ve mazmun olarak yer
almıştır. Bu kullanılışta kelimenin hem ebced hem de Nâbî’nin, “Ana ma‘lûm idi
esrâr-ı kitâb-ı melekût/Gelmeden levh-i hicâya kelimât-ı ebuced” beytinde
görüldüğü gibi “ebuced” şeklindeki okunuşu söz konusu edilmiş, ayrıca
beyitlerde bu kelime ile yapılmış başka tamlama ve kavramlara da yer
verilmiştir. Birinci okunuş öncelikle alfabeyi ifade ettiğinden, bir işe yeni
başlayanlar için “işin alfabesinde” anlamına gelmek üzere “işin ebcedinde”
denildiği gibi “yeni okumaya başlamak” anlamında da “ebced okumak” tabiri kullanılmıştır.
Meselâ Fâzıl’ın, “Allâme-i
fünûn-ı dü âlem iken meded/Cevr-i felek bu bendeni başlattı ebcede”
beytinde geçen ebced bu anlamdadır.
Kelimenin
“ebuced” şeklinde okunuşu ise Türkçe’nin ses uyumuna sokulup “eb ü ced”
biçiminde söylenerek “baba
ve dede” anlamına alınmış ve cinas sanatına vesile kılınmıştır. Şeyh Müştak’ın,
“İbn-i vaktim reh-i âbâ vü nesebden geçtim/Ebced-i aşk okuyup eb ile cedden
geçtim” beyti kelimenin
geniş mânalı, nükteli ve sanatlı kullanımına güzel bir örnektir. Sünbülzâde Vehbî’nin, “Hâceye gitsin okumaya bu
ebced-hanlar/Başlasın mektebe varsın da bu ebced-hanlar” ile Yenişehirli Belîğ’in, “Safâ-yı neş’e-i bintü’l-inebden olsa
lâ-ya‘kıl/Okur ebnâ-yı asra ümm-i sıbyân hâce-i ebced” beyitlerinde olduğu gibi
manzum eserlerde “ebced-han” (yeni okumaya başlayan çocuk) ve “hâce-i ebced”
(ilkokul hocası) kelimelerine de yer verildiği görülmektedir.
Ebced sisteminin tarihçesiyle ebced hesabının nazariyatından bahseden güvenilir müstakil eserler yok denecek kadar azdır. Ancak ebced rakamlarının kullanıldığı alanların başında gelen felekiyyât (astronomi) ve ilm-i ahkâm-ı nücûma (astroloji) temas eden eski ve ciddi eserlerde konuyla ilgili bilgilere rastlanmaktadır. Bîrûnî’nin et-Tefhîm fî evâili sınâati’t-tencîm (London 1934; Tahran 1362 hş./1983-84) adlı eseri bunların en önemlilerinden biridir. İbn Haldûn’un Mukaddime’sinde de bu konuya geniş yer ayrılmıştır. Aynı konuda yeterli bilgi veren modern araştırmalara pek rastlanmamakta, mevcutların ise daha
çok divanlar olmak üzere çeşitli kitap
ve kaynaklarla mimari eserlerin kitâbelerindeki tarih beyitlerini toplayan
çalışmaların başına eklenmiş ebcedle ilgili giriş niteliğinde bilgiler olduğu
görülmektedir.
֍֍֍
EBCED/CİFİR
Ebced, İbranice ve Aramice’nin etkisiyle Nabatice’den Arapça’ya
geçti. Arap alfabesindeki harflerin sayısal karşılığının İbranice ve Aramice’nin
harfleriyle aynı değerde olması, bu bilgiyi güçlendirmektedir. (Mustafa Uzun, Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi, “ebced” maddesi, c. 10, s. 70)
Cifir ilmini Peygamberimizin (asm)
irşadı, talimi ve dersiyle Hz. Ali’nin (ra) rivayet ettiği, Hz. Cafer-i
Sâdık’ın da onu genişçe düzenleyerek prensip altına aldığı biliniyor. Batıni/
gayb, meleküt, ökült, maddeötesi, metafizik bir ilim olan “cifir”le ilgili olan
sayı sembolizminin Hz. Ali (ks) tarafından
kodlandığı söylenir. (S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, İstanbul 1988, Çev:
İlhan Kutluer, s. 77)
Bir hadis-i şerifte, “Ebcedi ve tefsirini öğreniniz! Elif, Allah ve
İllellah’tır yahut Allah isminden bir harftir. ‘Be’ Allah’ın icadıdır. ‘Cim’
Allah’ın behçetidir. ‘Dal’ ise, Allah’ın dinidir” (Müsnedü’l-Firdevs, 2, 43) denilerek bu ilmin sırlarına işaret
edilmiştir.
İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in
(asm), Bedir Harbi’nden bir gün önce, “Düşmanla karşılaşacaksınız; onlara
yardım edilmeyecek, onlara galip geleceksiniz” (Ebû Dâvûd, Cihad, 71; Müsned-i Ahmed 4/65, 289; 5,
377) mealindeki
hadisiyle cifir ve ebcede işaret ettiğini söylerler. “Elif Lâm Mim” Huruf-u Mukatta (kesik
harfli) ayetleri Peygamber Efendimizden (asm) işiten Yahûdî âlimlerinden Ebu Yâsir bin Ahtab, kardeşi Hüveylid ve bir kısım
bilginler, ona giderek, “Sana
‘Elif, Lâm, Mim’ diye bir ayet indi mi?” diye sorar. “Evet!” cevabını
alınca, “Senin ümmetinin ömrü kısa! (Bu harflerin ebced karşılığı rakamlarını
söyleyerek) Ey Yahudiler, ümmetinin ömrü 71 sene olan bir peygamberin ümmeti
olur musunuz?” der ve sonra Peygamberimize (asm) dönerek:
“Yanında bundan başka var
mı?”
“Elif, lâm, Mim, Sad!”
“Başka!”
“Elif, Lam, Ra...”
“Başka...”
“Elif, Lâm, Mim, Ra...”
“Mümkündür bütün bu
rakamların toplamı Muhammed’e verilmiş olsun. Bunların tamamı ise 743 yıldır.” (Tefsir-i İbn-i Cerir, 1/68-71;
Tefsir Ed-Dürr-ür Mansur-İmam-ı Suyûtî, 2/22; Tefsir-i İbn-i Kesîr, 1/37)
Peygamber Efendimize (asm)
vahyedilen ve Hz. Ali’nin (ra) yazdığı Celcelütiye kasidesi şeklindeki duânın, (Bediüzzaman, Şuâlar, s. 349) baştan ayağa bir çeşit ebced ve
cifir hesabıyla yazılması ve bastırılması da bu ilmin gerçeklerindendir. Cafer-i Sâdık, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Gazalî
(Celcelütiye’yi şerhetmiş/açıklama yazmıştır) Bayezid-i Bistamî gibi
gaybî sırlarla uğraşanlar ve harflerin sırları ilmine çalışanlar bu gaybî ebced
hesabını bir prensip, bir anahtar kabul etmişler. Yüksek edipler (dil ve
edebiyat belâgat üstadları) ebcedi ince bir kanun kabul edip eski zamandan beri
kullanmışlar. (Bediüzzaman,
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 87-88)
●●●
EBCED/CİFİR
Birincisi: Bir zaman
Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde (asm), sûrelerin
başlarındaki gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile
dediler:
"Ya Muhammed, senin ümmetinin
müddeti azdır."
Onlara mukabil dedi: "Az
değil." Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti:
"Daha var." Onlar sustular...”
“İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu
Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı
ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
“Üçüncüsü: Hz. Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve
esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir
anahtar kabul etmişler.
“Dördüncüsü: Yüksek
edipler, bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu
istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun’î ve taklidî olmamak
lâzım gelirken, sun’î ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini
yapıyorlar.
“Beşincisi: Ulûm-u
riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca
harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler.”
“Ben, senin içtihadında hatâ var
diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat,
şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i
imân ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir
zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın
imânını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra,
Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan
edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile,
hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid
dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada
buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?”
●
Ebced/cifir ilmini, Bediüzzaman’ın
“gayb / melekût / maddeötesi/metafizik âlemlere” Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye
çerçevesinde sınırlarını belirlediği bakışı zaviyesinden ele almaya
çalışacağız. Ona cifir ilmiyle ilgili sorulan sual ve verdiği cevap şöyledir:
“İlm-i cifre anahtar olacak bir ders
istiyorsunuz.”
Elcevap: Biz kendi
arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyârımızın fevkinde, bize,
daha hayırlı bir ihtiyar işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir
meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç
defadır esrâr-ı Kur’âniyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i
iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet
buldum:
Birisi, “La ya’lemulgaybe İllellah / Gaybı,
Allah’dan başkası bilmez.”1 yasağına karşı hilâf-ı edepte bulunmak ihtimâli
var.
İkincisi, hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve
Kur’âniyenin berâhîn-i katiye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir
gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O
vazife-i kudsiyede kat’î hüccetler ve muhkem deliller sûiistimâle meydan
vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede
sûiistimâl girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâlidir. Zaten hakikatlerin
hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân edilir.
İşte, ilm-i cifrin anahtarları
içinde en kolayı ve belki en sâfisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi’den gelen ve
Kur’ân’da Lâfza-i Celâlde cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı
ziynetlendiren tevâfukun envâlarıdır. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir
nebze gösterilmiş.2
Ezcümle, tevâfuk birkaç cihette bir
şeyi gösterse, delâlet derecesinde bir işarettir. Bazan birtek tevâfuk, bazı
karâinle delâlet hükmüne geçer. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. Ciddî
ihtiyaç olsa size bildirilecektir.
Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden
bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, surelerin başlarındaki “Elif lâm mîm,” “Kâf hâ
yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile
dediler: “Yâ Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az
değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha
var.” Onlar sustular...
Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî,
makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek
çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden
bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki “Elif lâm mîm”, “Kâf hâ
yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile
dediler:
“Ya Muhammed, senin ümmetinin
müddeti azdır.”
Onlara mukabil dedi: “Az değil.”
Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar
sustular...
İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en
meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve
cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve
Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf
ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul
etmişler.
Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî
bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ
letafetin hatırı için iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î
ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının
münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen
kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada
Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve
insicam ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak
yapmış. Meselâ, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları,
kemikleri, hatta hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle
de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği
gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları
dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla
muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâl’in vahdetini gösteren kuvvetli bir
şahid-i vahdâniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve
ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir
usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, menba-ı ulûm ve maden-i
esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı
ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında
istihdam, istimal etmesi i’câzının muktezasıdır.(Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 1103)
●●●
İLM-İ
CİFİR ÜZERİNE
“Cifir İlmi ne
demektir? Konusu nedir? Ebced hesabıyla ilgisi nedir? Peygamber Efendimiz (asm)
zamanında bu ilim var mıydı?”
Yirmi sekiz
harften ibaret olan Arap alfabesi, Emevî Halifesi Abdülmelik bin Mervan
zamanına kadar Ebced tertibiyle okunur ve yazılırdı. Abdülmelik bin Mervan
zamanında Nasr bin Asım ile Yahyâ bin Ya’mer el-Udvânî’den kurulan bir ekip,
Arap alfabesinin harf sırasını değiştirdi ve birbirine benzer harflerin ard
arda sıralanması esasına dayalı “hurûf-u hecâ” denilen bugün kullanılan
alfâbeyi oluşturdu ve yazı dilinde bu alfabe kullanılmaya başlandı.
Arap
harflerinin ebced tertibine göre dizilişinin Hazret-i Âdem’e (as) dayandığı
rivâyet edilir. Bu tertip ile alfabenin kullanıldığı tarih süreci içerisinde,
zamanla bu harflere sayısal değerler verilmiş; bu sayısal değerler âlimler,
edebiyatçılar ve şâirler tarafından makbul ve muteber karşılanmış ve
kullanılmaya başlanmıştır.
Şâirler ve
edipler, yazdıkları şiir ve yazılarda ebced hesabını da kullanmışlar ve
harflere verilen sayı değerleri ile önemli tarihleri kaydetmişler; zaman içinde
bu usûl yaygınlaşma ve gelişme istidadı göstermiş; âdetâ Arap alfabesinin bir
yan ilim dalı olarak olgunlaşmış ve adına da “Cifir İlmi” denmiştir.
Ebced dizilişine göre Arap alfabesi; “elif, bâ, cim, dâl, he, vav, ze, ha, tı, yâ, kef, lâm, mim, nûn, sin, ayın, fe, sad, kaf, rı, şın, te, se, hı, zel, dad, zı, ğayın” şeklindedir ve “ebced” ismini de bu dizilişin ilk harflerinden almıştır. Bu alfabe kolay ezberlensin diye şu formül ile de ifâde edilmiştir: “Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa’fes, Karaşet, Sehaz, Dazağ”.
Ebced dizilişine göre Arap alfabesi; “elif, bâ, cim, dâl, he, vav, ze, ha, tı, yâ, kef, lâm, mim, nûn, sin, ayın, fe, sad, kaf, rı, şın, te, se, hı, zel, dad, zı, ğayın” şeklindedir ve “ebced” ismini de bu dizilişin ilk harflerinden almıştır. Bu alfabe kolay ezberlensin diye şu formül ile de ifâde edilmiştir: “Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa’fes, Karaşet, Sehaz, Dazağ”.
Bu dizilişe
göre Arap alfabesi sayısal değer açısından üçe ayrılmış; ilk dokuz harfe “âhâd”
yani “birler”; ikinci dokuz harfe “âşâr” yani onlar; üçüncü on harfe “miât”
yani “yüzler” denmiş ve bu usûl üzerine harflere rakam değerleri verilmiştir.
Harflere verilen rakam değerleri şöyledir:
elif: 1; bâ: 2; cim: 3; dâl: 4; he: 5; vav: 6;
ze: 7; ha: 8; tı: 9; yâ: 10; kef: 20; lâm: 30; mim: 40; nûn: 50; sin: 60; ayın:
70; fe: 80; sad: 90; kaf: 100; rı: 200; şın: 300; te: 400; se: 500; hı: 600;
zel: 700; dad: 800; zı: 900; ğayın: 1000’dir.
Kur’ân-ı Kerim inmeye başladığında Araplar arasında Ebced hesabı biliniyordu ve alfabenin sırlarına hâkim şâirler ve edipler tarafından da kullanılıyordu.
Arap Lisanının
en gelişmiş döneminde nazil olmaya başlayan ve mu’cize ifâdeleriyle şâirleri ve
edipleri hemen etkisi altına alan ve mest eden Kur’ân-ı Kerim’in; Arap dilini
vahiy dili olarak kabul edip, Arap dilinin bir yan ürünü diyebileceğimiz Cifir
İlmini reddetmesi düşünülemezdi. Esasen Cifir İlmini reddetmesi için geçerli
bir sebep de yoktu. Zira Kur’ân-ı Kerim prensip olarak, insanlığın zararına
kullanılmayan her “birikime” kapılarını açan bir İlâhî Kitaptı. Cifir İlmi ise,
Arap dilinin binlerce yıllık birikimini yansıtan bir ürünü idi.
Nitekim,
edebiyatça, belağatça, güzel ve şâirâne söz söylemek san'atı bakımından ve
bilhassa düpedüz hakikati ifade etmesi açısından şairlerin ve edebiyatçıların
gerisinde asla kalmayan ve sözüyle-hakikatiyle her bir şairi, edebiyatçıyı ve
akıl ehlini hayran bırakan Kur’ân-ı Kerîm’in, âyetlerini Cifir ilmine göre
muhtelif tarihler veren birer anahtar hüviyetinde donatması, mu’cize oluşunun
da bir gereği idi. Bundan
dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz’den (asm) günümüze kadar ehil âlimler
tarafından, Kur’ân-ı Kerim’in âyet ve kelimelerinden Cifir İlmine göre bazı
tarihler çıkarıla gelmiş ve bazı hakikatlerin esrarına bu yol ile
ulaşılabilmiştir.
Ancak, bu
çalışmayı bu ilme vakıf ehliyetli ulema yapabilir. Yoksa herkesin bu ilme göre
tarih çıkarma girişimi yanlış ve aldatıcı sonuçlara götürebilmektedir.
Bir gün Yahûdî âlimlerinden bir kısmı Peygamber Efendimizin (asm) huzurunda Bakara Sûresi ve Meryem Sûresinin başlarında bulunan mukattâ harflerinden Cifir İlmine göre tarih çıkararak:
Bir gün Yahûdî âlimlerinden bir kısmı Peygamber Efendimizin (asm) huzurunda Bakara Sûresi ve Meryem Sûresinin başlarında bulunan mukattâ harflerinden Cifir İlmine göre tarih çıkararak:
“Yâ
Muhammed! Senin ümmetinin müddeti az olacaktır!” demişlerdi.
Allah Resûlü
(asm) de sair sûrelerin başlarında bulunan mukatta harflerini Cifir İlmine göre
yorumlayıp:
“Az değil; daha
var!” buyurdu. (Bedîüzzaman,
Şuâlar, S.613)
Osmanlı
ulemâsından Molla Câmî, Sebe’ Sûresinin 15. Âyetinde
geçen “beldetün tayyibetün”
ibâresinden ebced hesabına göre hicrî 857, milâdî 1453 tarihini çıkarmış ve
İstanbul’un Fethinin bu âyetle de müjdelendiğini haber vermiştir. (Yazır M. H.
Elmalılı Tefsiri, S. 3956)
Cifir
İlmi; Hazret-i Ali (ra), Hazret-i Cafer-i Sadık (ra), Hazret-i Abdulkadir-i
Geylânî (ks), Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi birçok İslâm ulemâsı tarafından kullanıldığı gibi,
asrımızda Üstad Bedîüzzaman (ra) tarafından da kullanıldığı ve muhtelif tarihlere,
haberlere ve müjdelere işaret edildiği bilinmektedir.
Öyle ki, Hazret-i Ali’nin, Celcelûtiye adlı kasidesinde Risâle-i Nûr’dan haber verdiği Sekizinci Şuâ’da Cifir İlmiyle beyan edilir.
Öyle ki, Hazret-i Ali’nin, Celcelûtiye adlı kasidesinde Risâle-i Nûr’dan haber verdiği Sekizinci Şuâ’da Cifir İlmiyle beyan edilir.
Yine Hazret-i Abdulkadir-i
Geylânî’nin (ra), kendisinden sekiz
yüz sene sonra gelen Risâle-i Nûr’u kerametle müjdelediği, aynı ilimle
Sekizinci Lem’a’da izah edilir. Birinci Şuâ’da ise, Kur’ân-ı Kerim’den otuz üç
âyet-i celîlenin Risâle-i Nur’a işaret ettiği yine Cifir İlmiyle tesbit edilir.
(Sikke-i
Tasdik-i Gaybî, S. 63, 101, 125)
Cifir İlmine
tarih boyunca aşina olunduğu, kullanıldığı ve Kur’ân’dan da bu ilme dayanarak
bazı tarih, haber ve müjdelerin çıkarıldığı bir vak’adır; ancak bu ilim, gaybı
yalnız ve yalnız Allah’ın bildiği; Allah bildirmediği takdirde hiçbir kulun
gaybı bilemeyeceği hakikatine gölge düşürecek şekilde kullanılamaz,
kullanılmamıştır. Bedîüzzaman Hazretleri de (ra) Kur’ân’dan bu çerçevede
verdiği haberlerde, “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez!” (Ahkaf:23) hakikatini hep hatırlatmış; gerçek
ilmin Allah katındaki ilim olduğu âyetini4 mübarek dilinden düşürmemiştir.
●
İLM-İ
CİFİR (EBCED)
Cifir ilmi, harflere verilen sayı
değerleri ile âyet, hadis veya evliyaların sözlerinden çeşitli tarihleri
çıkarma ilmidir.
Rakamlar keşfedilmeden önce,
harfler, rakamların yerine kullanılmakta idi. Buna, ebced ilmi de denmektedir.
Ebced ilminin başlangıcının Hz. Âdem’e kadar gittiğini söyleyenler
bulunmaktadır. Asr-ı Saadette kullanılan hece sırası, Emeviler devrinde
değiştirilmiştir. Bu konuda, çok hadisler vardır, fakat o dönemdeki cifir
(ebced) sırası ile bu gün kullanılan ebced sırası aynı değildir. Meselâ,
Allah kelimesi ile hilâl kelimesinin ebced değerleri 66 olduğundan, Osmanlı
döneminde hilâlin, Allah’ı temsil ettiği söyleniyordu. Külli şeyin (her şey),
ebced karşılığı 360’dır. Bir dairenin iç açılarının toplamı da 360’dır.
Birûnî, bu ilmi astronomide kullanmıştır. Ayrıca İsmail Hakkı
Bursevi de, Esrar’ül Huruf (harflerin sırları) adlı bir eser yazmıştır.
Bediüzzaman Hazretleri ise, bazen bu ilme müracaat etmiştir.
Bediüzzaman Hazretleri, bu ilmi
kullanmasına rağmen, başkalarının bu ilmi kullanmasını doğru bulmamıştır. Çünkü
bu ilmi kullanmak için, kutsal metinlerdeki tarihlerin, Hicrî mi, Rumî mi yoksa
Milâdî tarihleri midir iyi bilinmesi gerekli. Hem bir metin okunurken, duruşta
farklı harf üzerine durulur, eğer geçiş yapılırsa, farklı şekilde geçilir.
Harflerin ayrı bir ebced
değeri olduğu gibi, kelimelerin de ebced değerleri bulunmaktadır. Aynı zamanda
kardeş harfler vardır ki, ses uyumundan dolayı birbirinin yerine
kullanılabilir. Bunlardan hangisinin kullanılacağının bilinmesi çok zordur.
Bu ilim suiistimal edilebilir ve ediliyor da.
Belki, İslâm’dan önce, semanın kapıları kapanmadan, cin ve şeytanların kulak
hırsızlığı yaparak, müneccimlere aktardığı yarım yamalak bilgiler gibi, bu gün
verilen yarım bilgilerle, insanlar hayal kırıklığına uğratılabilir.
Bediüzzaman Hazretleri, “cifir gibi, muhkem
kaideler ile merbut olmayan ulûm-u hafîyede (gizli ilimler) suiistimal girip
şartlatanların istifade etmeleri ihtimaldir. Zaten hakikatlerin hizmetinde ne
vakit ihtiyaç görülse, ihtiyaca göre bir nebze ihsan edilir.” buyurmaktadırlar
(Lem’alar, s. 364)
Yemekte asıl olan, vücudun beslenmesidir,
ağız ya da dilin tat alması değildir. Bu ilimde de asıl olan, bildirilmiş
tarihlerdeki sosyal olaylara hazırlanmak, yapılan ikazlara kulak vermektir.
İstisna kişiler, istisnai durumlarda bu derin ilimlerin bazılarına muttali
olabilir. Zira Allah’ın Kendine ait ilmini, Kendinden başkası bilemez.
Bazılarının bildiği ise, Allah’ın
ilmini bilmek değil, belki
Lehv-i Mahfuz’u da bilmek değil, belki Allah’ın yazar bozar tahtası
dediği, Lehv-i Mahv
İspat’taki, bazı şeylerin bildirilmesinden ibarettir. Fakat orada
yazılan şeylerin şartları, Allah’ın ilminde (Lehv-i Mahfuz’da) kayıtlıdır.
Bu şartlar Lehv-i Mahv İspat’ta yoktur. Allah’ın ilmindeki
şartlar gerçekleşmeden, o olay meydana gelmez, o zaman, o tarihî olaya
güvensizlik olabilir veya o kutsal metinde yanlış olduğuna dair, şeytan vesvese
verebilir. Bu şekilde meydana gelen velilerin kerametleri çok defa çıkmıyor,
çünkü Allah’ın ilmindeki şartlar gerçekleşmediği için velinin bildirdiği olay
gerçekleşmemiş oluyor.
Bu ilimle uğraşmak yerine,
yazılmış güvenilir kaynakları dikkatlice okumalı ve hangi şartlarda, hangi
olaylar nasıl meydana gelir ve nasıl hareket edilir, nasıl tedbir alınır,
bunları anlamaya çalışmalıdır. Bu işte ehil olan âlimlere güvenmeli, onların
kitaplarını okumalıdır. İnsanlar, altından kalkamayacağı yollara girmemelidir.
Hem de cifir ilmi, çok zevkli olduğundan, ilmin aslı ile değil de zevkli
şeylerle meşgul olmak, gerçek manada ilimle uğraşmayı engeller.
Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da
“Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyârımızın
fevkinde, bize, daha hayırlı bir ihtiyar işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli
bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor.
Hattâ, kaç defadır esrâr-ı Kur’âniyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar
açılıyordu; kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu.”
beyanında bulunmaktadırlar. (Lem’alar, s. 364) Hem
Üstadımız “Gaybı Allah’tan başkası bilemez”, (Neml:65) âyetine hilâfı edepte bulunmaktan korkuyordu.
Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri; Kur’ân
hakikatlerini, ilmen ders vermek hizmetinin, ilmi cifir gibi gizli ilimlerden
yüz derece daha üstün olduğuna inandığı için, ebced ilmi ile uğraşmayı uygun
görmüyordu.
Sonuç olarak diyebiliriz ki her
insan, kaldıracağı yükün altına girmeli. Kuyumcu terazisi ile büyük bir kamyon
tartılamaz. Her insan, bu ilmin inceliklerini ve özelliklerini kavrayamaz.
Çok insanlar bu noktadan yanılgıya düşüyor ve
bazıları da kafa karıştırıyor.
Bize düşen, ilm-i cifrin anahtarlarını çok iyi
bilen Bediüzzaman ve onun gibi güvenilir ilim adamlarının bu ilimle açtığı
hakikat menbaından içmektir. Çünkü bu mesele ilmî olduğu kadar da vehbî bir meseledir.
Binaenaleyh Risale-i Nur, Bedî isminin tecellisine mazhardır, bunlarla iktifa
etmeli.
●●
EBCED HESABI
MAKBUL VE UMUMÎ BIR DÜSTURDUR
Bir zaman Benî
İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, surelerin başlarındaki
“Elif lâm mîm,” “Kâf hâ yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri
vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: “Yâ Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.”
Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu
ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular...
Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî,
makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek
çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz.
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden
bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki “Elif lâm mîm”, “Kâf hâ
yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile
dediler:
“Ya Muhammed, senin ümmetinin
müddeti azdır.”
Onlara mukabil dedi: “Az değil.”
Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar
sustular...
İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en
meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve
cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış.
Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve
Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf
ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul
etmişler.
Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî
bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ
letafetin hatırı için iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î
ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i
adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu
hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu
tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir
medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ,
nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hatta
hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de, bu ağaç, bu
baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu
baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi
baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla
muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâl’in vahdetini gösteren kuvvetli bir
şahid-i vahdâniyettir.
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve
ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir
usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, menba-ı ulûm ve maden-i
esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı
ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında
istihdam, istimal etmesi i’câzının muktezasıdır. (Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 1103)
●●●●●
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder