Ana içeriğe atla

                  
               HURÛF-EBCED-CİFİR

Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede yararlı olduğu iddiasına dayanan sözde bir ilim.

Literatürde daha çok ilmü’l-hurûf olarak geçmektedir. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında, daha sonraları yahudi, hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür. Grek filozofları arasında da bu telakki zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor, âlemin ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür.

Kaynaklarda Aristo’nun bile sayı ve harflerin esrarıyla ilgili bir eser yazdığı kaydediliyorsa da Arapça’da Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse denilen bu kitabın uydurma olduğu bilinmektedir (Kaya, s. 294-299). Aynı şekilde İslâm dünyasında hurûf ilmine dair literatür içinde Hermetik ve Pisagorcu geleneği temsil eden kaynakların çoğu da apokriftir.

Meselâ bunların başlıcaları olan Hâfiyâtü Eflâtûn, Elvâhu’l-cevâhir ve ez-Zahrü’l-fâih ve’n-nûrü’l-lâih Eflâtun’a, Kitâbü’l-Hurûf Aristo’ya ve el-Kenzü’l-a‘zam Batlamyus’a mal edilmiştir. Bunlardan başka Hermetizm’e adını veren Hermesü’l-Herâmise adlı efsanevî şahsiyetin (Grek-Mısır tanrısı Hermes Trismegistos) yazdığı söylenen Kenzü’l-esrâr ve zehâirü’l-ebrâr çok tanınmıştır. Sâmûr ve İşrâsin adlı meçhul şahıslara nisbet edilen Hint menşeli kitaplar da meşhurdur.

         Harflerin esrarına dayanan Hurûfîlik, gerçek anlamıyla milâttan önce IV ve III. yüzyıllardan itibaren Ortadoğu’daki Helenistik-Gnostik izler taşıyan dinlerde ortaya çıkmaya başlar. Baskı altındaki bazı gnostik gruplar, mensuplarına gizli kalması gereken bilgileri şifreler yoluyla öğretme ihtiyacını hissetmişlerdir. Milâttan önce IV. yüzyıldan veya biraz daha erken dönemlerden itibaren Ege bölgesindeki sır dinlerinin Grek harflerine sayısal değerler yükleyerek kehanet formülasyonları geliştirdiği bilinmektedir.

Helenistik-Gnostik literatürde Sibyline Oracles (m.ö. V-III. yüzyıllar arası) adı verilen yahudi-Grek kaynaklı kehanetler koleksiyonunda Grek harflerine sayısal değerler verilerek geleceğe yönelik kehanetlerde bulunulmaktadır. Bunların en ilginçlerinden biri, Roma şehrinin 948 yıl sonra yeryüzünden silineceği yolundaki kehanettir. Burada yürütülen temel mantık, Grekçe’de Roma adının “gematria” sistemine göre sayısal karşılığının 948 olmasıdır.


           Yahudi geleneğinde apokaliptik literatürde (m.ö. III. yüzyıl) ortaya çıkan hurûfî anlayış İbrânîce’de “gematria” şeklinde adlandırılır. Halakacı ve Hagadacı çevrelerde bu anlayış fazla ilgi görmemiştir; fakat Midraş Haserot viyterot ve Beresit Rabba gibi metinlerde sıkça görülür.

Ölüdeniz el yazmalarında bazı kehanet formülasyonları kullanılmaktaysa da yaygın ve çeşitli değildir. Buna karşılık Philo’nun hermenötik metodunda hurûfî yaklaşımın büyük önemi vardır, Ortaçağ yahudi kaynaklarında ise iyice yaygınlaştığı görülür. Fakat asıl gelişimi, Jacob b. Jacob ha Kohen ve Abraham Abulafia’nın tesiriyle kabalacı çevrelerde olmuştur. XVII. yüzyıldan itibaren Nathan Nata b. Solomon Spira gibi isimler hurûfî kabalacığını sürdürdüler. Sabatay Sevi hareketi de hurûfî kabalacılığını esas alır. XIX. yüzyıldan itibaren hurûfî kabalacıların merkezi Selânik idi. Bugün bazı kabalacı çevreler gematria geleneğini hâlâ sürdürmektedir.

          Yahudi geleneğinde hurûf ilmi, esasta bazı İbrânîce harflere sayısal değerler vermeye veya harflerin yerini değiştirmeye dayanır. Bu yönteme göre meselâ Tekvîn XIV’te
Hz. İbrâhim’e bir savaş sırasında yardımcı olan 318 kişi aslında onun hizmetçisi olan Eliezer’den başkası değildir; çünkü Eliezer kelimesinin sayısal değeri 318’dir. Harflerin yerini değiştirme yöntemine (temurrah) göre “galip gelmek” anlamındaki “şşk” (şeşak) kelimesi (Yeremya, 25/27) “Bbl” (Bâbil) kelimesine (Yeremya, 51/41) denk düşer (çünkü bu kurala göre “s”ler “b”ye, “k” da “l”ye dönüşebilmektedir). Böylece kutsal kitabın hurûf ilmiyle yorumu neticesinde Tanrı’nın Bâbil’e üstün geleceği sonucuna ulaşılmaktadır. Yahudi mistikleri, bazı peygamberlere ve kahramanlara sayısal değerler yanında özel anlamlar da vermişlerdir. Meselâ Zohar’a göre İbrâhim hikmeti, İshak aklı, Ya‘kūb ise bilgiyi temsil etmektedir.

Yahudilik, kutsal kitabı hurûf ilminin yöntemleriyle yorumlamanın meşruiyetini Kitâb-ı Mukaddes’teki Tanrı’nın her şeyi belli bir düzene dayalı olarak yarattığı (İşaya, XL/26; Eyub, XXVIII/25) tezine oturtma eğilimindedir. Bununla birlikte bazı halakacı çevrelerle reformist ve muhafazakâr gruplar Kitâb-ı Mukaddes’in hurûfî bakışla okunabileceği kanaatine katılmazlar.

Erken dönemlerden itibaren baskı altında yaşayan hıristiyanlar, mensuplarına özel bilgileri aktarabilmek için metinlerinin çeşitli yerlerine şifreli cümleler koydular. Hıristiyanlık’taki bu eğilimi güçlendiren sebeplerden biri, erken dönemlerden itibaren onların Hurûfîlik konusunda uzman olan gnostik çevrelerle ilişki kurmalarıdır.

Yeni Ahid’de kullanılan en önemli şifre Vahiy’deki (XIII/18) 666 sayısıdır. Hıristiyanlar, tarih boyunca deccâli simgelediğini düşündükleri 666 sayısını Hz. Muhammed’in de dahil olduğu düşman bildikleri pek çok kişinin adına uygulamışlardır. Bunların en eskisi, Grekçe’de harflerinin sayısal değeri 666’ya denk düşen Neron’dur. Böylece hıristiyanlara baskı yapan ilk imparator olan Neron, Yeni Ahid’de Tanrı tarafından önceden bildirilmiş biri olarak kabul edilmiştir. Barnabas’ın Mektubu (IX/8), Îsâ adının ilk iki harfinin sayısal değerine (18) çarmıhı sembolize eden “ T ” harfinin sayısal değeri olan 300’ü ekleyerek çıkan toplamı (318) Hz. İbrâhim’in Tevrat’ta geçen 318 hizmetçisiyle aynîleştirmek suretiyle (Tekvîn, XIV/14)

Hz. Îsâ’nın Tevrat’ta müjdelendiğini göstermek istemiştir. Saint Augustine başta olmak üzere Latin babaları da zaman zaman bu tip bir hermenötiğe başvurmaktan çekinmemişlerdir. Hurûfî geleneği Bizanslılar tarafından da yaygınca kullanılmaktaydı. XVII. yüzyılda bu telakkiye yeniden ehemmiyet kazandıran en önemli eser Peter Bongo’nun Numerorum Mysteria’sıdır. Bununla birlikte Hurûfîlik Protestan çevrelerde kabul görmemiştir.

Hindistan’da Jainizm, Çin’de Taoculuk ve Konfüçyanizm çevrelerinde sayılar ve harfler arasında belli bir ilişki sistematiği kurulmuşsa da bunlar klasik Hurûfîliğin tanımında görülmez. Hurûf metodunun nesnesi olan kutsal kitap kavramının yokluğu Doğu dinlerinde bu düşüncenin gelişmesine engel olmuştur.

İslâm’dan önce Araplar arasında gaybdan haber verme iddiasıyla çeşitli yöntemler kullanılıyordu; ancak kaynaklarda harflerin esrarına dayanan bir sistemin varlığından söz edilmemektedir. İslâm’ın zuhurundan sonra bu usullerin yasaklanmasına rağmen bazıları birtakım değişikliklerle İslâmî bir şekle büründürülerek sürdürülmüştür. Meselâ Câhiliye dönemindeki fal telakkisinin yahudi hurûf anlayışı ile birleştirilerek Kur’an’ın bazı harf ve kelimelerine (hurûf-ı mukattaa gibi) uygulanması bu tür bir gayretin eseridir.

Hurûf ilminin İslâm dünyasında gelişip yaygınlık kazanmasında, İlkçağ tabiat felsefesinin gnostik düşünürlerce mistik ve teosofik açıdan yorumlanmasının payı büyüktür. Mevcut literatüre bakılırsa Câbir b. Hayyân’dan itibaren bazı İslâm âlim ve filozoflarının farklı ölçülerde benimsedikleri bu felsefede tabiat dört unsurdan meydana geliyor ve teosofik anlayışa göre Allah’ın isim ve sıfatları feleklere ve yıldızlara geçerek onların nefislerini (ruh) oluşturuyordu. Harfler ve rakamlar ulvî âlemle süflî âlem arasındaki esrarlı ilişkiyi gösteren birer şifre idi ve bunların sırları kelimelere, kelimelerinki ise kâinata yayılmıştı.

Bu telakkide ateş, hava, su ve toprağın tabiatları Arap alfabesinin yedişer harfiyle irtibatlandırılıp bu unsurlardaki her türlü etki ve edilgi harflerin gücüyle yorumlanmış; bunun sonucunda harfler kozmik âleme ilişkin şifreler şeklinde görülüp şifreler çözüldükçe düzenin kavranacağı ve üzerinde belli tekniklerle tasarrufta bulunmanın mümkün olacağı iddia edilmiştir. Bu amaca ulaşmak için de harflerin nicelik ve niteliklerine göre tablolar (vefk) hazırlanmıştır. Aslında bu tablolarla falnâmelerdeki daireler arasında mahiyet bakımından bir fark yoktur; harflerle kelimelere verilen anlamlar, yüklenen fonksiyonlar ilmî esaslara göre değil, göreneğe bağlı olarak tasarlanmıştır.

Harflerle rakamların olmuş ve olacak hadiseleri sembolik biçimde anlattığı inancı İslâmî literatürde Şiî-Bâtınî kökenli cefr geleneğinin doğmasında etkili olmuştur. Bu gelenekte önceleri sembolleri yorumlama yetkisi sadece Hz. Ali soyuna mensup imamlarla sınırlı iken daha sonra Şiî olsun olmasın herhangi bir bilge kişinin, özellikle mutasavvıfların ulaşabileceği gaybdan haber verme tekniğine dönüşmüş, konuyla ilgili literatür de giderek “ilmü’l-hurûf” adı altında müstakil bir ilim dalı şeklinde telakki edilmiştir.

Hurûf ilminin İslâm dünyasında ilgi görüp yaygınlaşmasında Ma‘rûf-i Kerhî, Zünnûn el-Mısrî, Sehl et-Tüsterî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Bekir eş-Şiblî, Abdülkādir-i Geylânî, Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl, Ahmed b. Ali el-Bûnî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi mutasavvıfların büyük tesiri olmuştur; nihayet bu telakki, Fazlullah-ı Hurûfî’nin öncülüğünü yaptığı Hurûfîlik akımının da temelini teşkil etmiştir.

İbn Haldûn Mukaddime’sinde, o dönemde simyâ adıyla da anıldığını söylediği bu konuyu “İlmü esrâri’l-hurûf” başlığı altında etraflıca inceleyerek hurûf ilminin bir kozmoloji doktrinine dayandığını görmüş ve bu doktrini açıklarken İbnü’l-Arabî’nin “tenezzül” ve “zuhûr” anlayışı ile harfler arasında kurulan irtibata işaret etmiştir. Buna göre âlem ilâhî isimlerin zuhuru veya bu zuhurun vuku bulduğu mazhardır. İlâhî isimleri meydana getiren harfler en aşağı mertebelere kadar inerek varlığın gerçeklik kazanmasında belirleyici bir rol oynar. Dolayısıyla harfler kozmolojik şifrelerdir ve çözüldüklerinde kozmik düzeni kavramak ve belli tekniklerle bu düzene tasarruf etmek mümkündür.

Bu anlayışta Pisagorcu telakkiler devreye girmekte ve kozmolojik bir ilke olarak sayı kavramı, esmâ-i hüsnâyı meydana getiren ve kozmik tesirlere sahip bulunan harf kavramıyla birleştirilmektedir. Bu safhada hurûf ilminin dayanaklarından birini oluşturan “ebced” ve “vefk” tabloları önemli bir rol oynamış, ortaya Kur’an’da anılan esmâ-i hüsnâya dayandığı için keyfî olmadığı ileri sürülen harfler, sayılar, unsurlar, tabiatlar ve gök cisimlerinin birbirine tekabül ettirildiği bir tablo konmuştur. İbn Haldûn Mukaddime’sinde, bu tablonun Ebü’l-Hasan es-Sebtî isimli bir şahsın düzenlediği “zâyirçe-i âlem” denilen bir örneğini tanıtmaktadır. Hurûf ilmini tasavvuf geleneğine bağlayan İbn Haldûn bu ilmin dayandığı sırların ancak ilâhî ilhamla keşfedilebileceğini, akıl veya hesapla yapılan tahlillerin tılsımcılıktan öteye geçmeyeceğini de vurgulamaktadır.

 İbn Haldûn’a göre hurûf ilminin sonuçlarını esmâ-i hüsnânın sırlarına dayalı olarak ortaya koymada şahsın mânevî mertebesi önemli rol oynar ve ancak ilâhî yardıma kavuşmuş olduğu için tabiat kanunlarının üstüne çıkabilen bir “nefs-i nâtıka” tabiattaki varlıklar üzerinde tasarrufta bulunabilir; esasen bu tasarrufun özü de kerâmettir. Halbuki bu ilmin tılsım teknikleri seviyesinde kalan şekillerinde tesirler tabiat kanunları çerçevesinde ve mekanik biçimde cereyan eder. İbn Haldûn’un açıklamalarında hurûf ilmi, bu konuda yegâne otorite kabul edilen Şiî imamlarının yorumlama yetkisinden çıkarılarak mertebe sahibi herhangi bir bilgenin mânevî tecrübeler alanına dahil edilmekte ve ilâhî ilhama mazhar olmayan tılsımcılık ve simyacılık ise şamanik uygulamalar seviyesinde görülmektedir (Mukaddime, III, 1159-1196). İbn Haldûn gibi sosyoloji ve tarih felsefesinin kurucusu kabul edilen bir düşünürün hiçbir aklî ve ilmî ilkeye oturtulması mümkün olmayan hurûf ilmi hakkında eleştirel tavır takınmaması şaşırtıcıdır.

İslâm kültüründe hurûf ilminin şekillenip yaygınlık kazanmasında İbnü’l-Arabî’nin önemli bir yeri vardır. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin ikinci babında bu konuları işleyen İbnü’l-Arabî ana fikirlerini, varlık mertebeleriyle harflerin sembolik ve sayısal düzeni arasındaki tekabül esasına dayandırmaktadır. Söz konusu tekabüller şematik olarak felek sistemleri, varlık türleri, dört unsur ve onların harf sembolizmindeki karşılıkları şeklinde düzenlenmiştir (sistemin ayrıntısı hakkında bk. el-Fütûhât, I, 232-243, 253-272).

İbnü’l-Arabî’nin aynı babda bu konuyla ilgili olarak işaret ettiği el-Mebâdî ve’l-ġāyât fîmâ tahvî aleyhi hurûfü’l-mu‘cem fi’l-acâib ve’l-âyât adlı eserinin daha sonraları meşhur olduğu anlaşılmaktadır (krş. Keşfü’z-zunûn, I, 659). Kitâbü Keşfi’l-ġāyât (Tahran 1367) adlı eserinde de bu konuya yer vermiştir.

Taşköprizâde hurûf konusunu “İlmü havâssi’l-hurûf”, “İlmü’l-havâssi’r-rûhâniyye”, “İlmü’t-tasarruf bi’l-hurûf”, “İlmü’l-hurûfi’n-nûrâniyye ve’z-zulmâniyye” şeklinde başlıklar ayırarak tanıtmaktadır. Bu açıklamalara göre özellikle bazı sûrelerin başlangıcında yer alan ve “hurûf-ı mukattaa” diye bilinen harfler yalnız ehlinin bileceği birtakım ruhanî tesirlere sahiptir. Bu konuda beklenen tesirin elde edilmesi ancak harflerin nitelik ve nicelik bakımından sahip oldukları özelliklerin belli sayı tabloları vasıtasıyla bir araya getirilmesi neticesinde mümkündür. Harflerin sayılarla münasebeti o kadar derindir ki hurûf ilmi aslında aritmetiğin bir dalı bile sayılabilir. Harflerin anlamlı bir terkibinden oluştuğu inancıyla esmâ-i hüsnânın da hurûf ilmine ait işlemlerin konusuna girdiği kabul edilmiştir. İyi sonuçlara ulaşmak için nûrânî, aksi durumda da zulmânî harflere başvurulur; sûre başlarındaki harfler ise kesin olarak nûrânî özelliktedir (Miftâhu’s-saâde, II, 591-592).

Kâtib Çelebi, Dâvûd-i Antâkî’den aktardığı açıklamasında harflerin gerek tek tek gerekse terkip halinde sayı oranlarıyla ilgili belli özellikler taşıdığını ve yeni oranlar elde ederek bir hadisenin istenilen şekilde gerçekleşmesinin mümkün olduğunu belirtmiş, bu konuda gök cisimleriyle onların ruhaniyetlerinin etkisinden bahsetmiştir. Bu alanda Rûhu’l-hurûf adlı bir kitap yazdığını söyleyen Kâtib Çelebi kaynak olarak geniş ölçüde İbn Haldûn’un Muķaddime’sine dayanmakta, ayrıca İslâm dünyasında yaygın biçimde okunan, içlerinde Hermetik eserlerin de bulunduğu 216 çalışmanın listesini vermektedir (Keşfü’z-zunûn, I, 650-660).

Bazı müslüman filozoflarda da Hurûfîlik temayülleri görülmektedir. İhvân-ı Safâ, Resâil’in sihir ve azâime ayrılan bölümünde (IV, 283-463) sihir ve tılsım uygulamalarını dinî ilimler arasında sayarak bunların tesirlerini gök kürelerinin faaliyetleriyle irtibatlandırmakta, hurûf ilmine temas etmemekle beraber astroloji temelli sihir ve tılsım tekniklerini açıklarken hurûf ilminin kaynağı sayılan Hermetik ve Pisagorcu kaynaklara başvurmaktadır. İbn Sînâ da harflerin bâtınî anlamlarına değinen Fî Maâni’l-hurûfi’l-hicâiyye başlıklı bir risâle yazmıştır (Kostantiniye 1298, Tisu resâil içinde). Harâllî’ye veya Fahreddin er-Râzî’ye nisbet edilen es-Sırrü’l-mektûm anlamı müphem harf terkiplerinden oluşmaktadır.

Harâllî, hurûf ilmi esaslarına göre Miftâhu’l-bâbi’l-mukaffel alâ fehmi’l-Kur‘âni’l-münezzel adlı bir de tefsir yazmıştır. Kitabı özetleyen Sudanlı Muhammed b. Muhammed el-Füllânî el-Kişnâvî’nin aynı konuyla ilgili Behcetü’l-âfâk ve îzâhu’l-lebs ve’l-iflâk adlı müstakil çalışması vardır. Ahmed b. Ali el-Bûnî de hurûf ilminin önemli temsilcilerinden olup onun Kuzey Afrika kültüründen kaynaklanan Şemsü’l-ma‘ârifi’l-kübrâ’sı, hem Helenistik kaynaklara hem de esmâ-i hüsnâ anlayışına dayanan çok meşhur bir eserdir. Bûnî’nin ayrıca Esrârü’l-hurûf ve’l-kelimât ve Letâifü’l-işârât fî esrâri’l-hurûfi’l-ulviyyât gibi başka kitapları da bulunmaktadır.

Hurûf ilmine dair meşhur bir eser de İbnü’l-Hâc el-Abderî et-Tilimsânî el-Mağribî’nin Şümûsü’l-envâr ve künûzü’l-esrâri’l-kübrâ adlı kitabıdır. Müellif, her harfin belli zamanlarda bazı tekniklerle çeşitli yerlere yazılıp belirli sayılarda okunması sonucunda bu harflerle bağlantılı görevleri olan ruhanî varlıklarla temasa geçilebileceğini ve istenen konuda onlardan bilgi alınabileceğini, yine onlar sayesinde yararlar sağlayıp zararlardan korunmanın mümkün olduğunu belirtmektedir (s. 2-8). Taşköprizâde’nin hadis, tefsir ve fıkıhta âlim, harf ve isimlerin hassaları ve cefr konularında ârif olduğunu bildirdiği (eş-Şekāiķ, s. 46) Abdurrahman b. Ali el-Bistâmî’nin Şemsü’l-âfâk fî ilmi’l-hurûf, Miftâhu’l-cifri’l-câmi gibi eserleri yanında özellikle Menâhicü’t-tevessül fî mebâhici’t-teressül’ü (İstanbul 1299) harflerin sihrî fonksiyonlarına dair olup hurûf ilminin önemli kaynaklarındandır. Ebü’l-Kāsım el-Irâkī’nin Uyûnü’l-hakāiķ adlı eserinde Kur’an harflerinin sırlarına dair verdiği bilgileri doğrudan tasavvuf büyüklerine ve bu arada İşrâkī düşünür Şehâbeddin es-Sühreverdî el-Maktûl’e dayandırmaktadır (Ullmann, s. 365-366, 375, 382, 388-392).

İslâm âleminde hurûf ilminin büyük ilgi gördüğü kesimlerin başında gelen Şiî-Bâtınîler, Hermetizm’in bazı unsurları ile Pisagorcu bakış açısını bir araya getirerek “cefr” denilen sistemi oluşturmuşlar; bazı Şiî müellifler ise hurûf ilminin Hz. Âdem’den başlayarak Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler, Hz. Muhammed’den sonra ise Hz. Ali ve Hz. Hüseyin ile Ca‘fer es-Sâdık ve Ali er-Rızâ başta olmak üzere bütün imamlar tarafından kullanıldığını iddia etmişlerdir.

Bu inancın İslâm âleminde gelişmesinde Şîa’nın etkisi çok büyük olmuş (Ali Nemâzî, s. 193-195), özellikle gulât-ı Şîa’yı oluşturan Bâtıniyye içinde İsmâiliyye gibi rakamların esrarına inanan grupların yanında ism-i a‘zam sayesinde orduları bozguna uğrattığını ve yıldızlara hükmettiğini iddia eden Beyân b. Sem‘ân gibi kişiler çıkmıştır (Bağdâdî, s. 237). Sünnî İslâm’da ise başlangıçta hurûfî bir anlayış mevcut değilken genellikle bâtınî yorumlara dalmaktan hoşlanan mutasavvıfların geniş halk kesimleri nezdinde itibar görmesiyle birlikte hurûfî temayüller de yayılmaya başlamıştır. Esasen mutasavvıfların bu konudaki kaynağının Şîa olduğunda şüphe yoktur; nitekim Ma‘rûf-i Kerhî bu yöntemi İmam Ali er-Rızâ’dan öğrendiğini söylemiştir.

Tasavvufun felsefîleşmeye başladığı VI. (XII.) yüzyıldan itibaren varlık anlayışında olduğu gibi bilgi probleminde de felsefî görüşler geliştiren bazı mutasavvıflar, harflerle unsurlar arasında kurdukları münasebetin bir benzerini harflerle Allah’ın isim ve sıfatları arasında da kurmuşlar ve sırlarla dolu harflerden oluşan esmâ-i hüsnâ sayesinde olağan üstü yetenekler kazanmış kulların tabiat âlemi üzerinde etkili olacağını ileri sürmüşlerdir. Her ne kadar mutasavvıflar harflerin bu tür sırlarının bilinmesini keşif ve ilhama bağlamışlarsa da çok defa tılsımcıların yöntemiyle mutasavvıfların yöntemi aynı olmuştur.

Tılsımcıların bunu harflerle unsurlar arasındaki tenasüple izah etmeleri gibi sûfîler de yıldızlarla vefkler arasındaki ilişkiye bağlamakta ve bu ilişkinin isimlerdeki kemalin berzahı olan “hazarât-ı amâiyye” katından geldiğini söylemektedirler. Öte yandan Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî gibi Hurûfîliği ve hurûf ilmini bütünüyle reddeden mutasavvıflar da vardır. Şa‘rânî, şeyhi İbrâhim el-Mebtûlî’nin harflerin esrarına dayanarak söz söyleyenlerin putlara tapan müşriklerden daha aşağı olduklarını ileri sürdüğünü ve gerekçesini de, “Çünkü onlar putlara tapmak suretiyle Allah’a yaklaşmak istemektedirler; ilm-i hurûfla uğraşanlar ise tamamen dünyevî kazanç peşinde koşmaktadırlar” şeklinde dile getirdiğini kaydetmektedir (et-Tabakāt, I, 79). Şa‘rânî, şeyhinin ayrıca Sühreverdî el-Maktûl’ün ve daha başkalarının yaptığı gibi bu işte esmâ-i hüsnâyı kullanmaya da şiddetle karşı çıktığını belirtmektedir (Abdülhamîd Sâlih Hamdân, s. 109).

Esas itibariyle sûfîler harfler vasıtasıyla kişiye zâhir olan bilgilerin ilham ve keşfin sonucunda doğduğunu söylemektedirler. Halbuki ilham ve keşif kişide âniden ve doğrudan zuhur eden bir haldir ve onu kurallaştırmak, istenildiği anda tekrar etmek mümkün değildir. Hurûf ilminde ise bu iş özneden bağımsız vefkler, kurallar haline getirilmiştir ve diğer aklî yöntemler gibi tâlim suretiyle elde edilmektedir. Ebû Bekir İbnü’l-Arabî ve Takıyyüddin İbn Teymiyye gibi âlimlerin büyük çoğunluğu, harflerin tek başına gizli anlamlar taşıyan şifreler olduğu şeklindeki bir anlayışı reddetmiştir. Esasen bu anlayış yıldızları yarı ilâh kabul eden astrolojinin bâtıl görüşüne dayanmaktadır; ayrıca yıldızlarla harf ve rakamlara dayanarak ortaya konan vefkler arasında ileri sürüldüğü tarzda bir münasebetin bulunduğuna dair ne duyulara ne akla ne de dinî naslara dayanan herhangi bir delil mevcuttur. Dolayısıyla harfleri yıldızların hareketleriyle irtibatlandırıp bundan dünya hayatını etkileyen anlamlar çıkarmak ilmî bakımdan mesnetsiz, dinen de haramdır. Ancak harflerin tarih düşürmede olduğu gibi metafizik bir boyut katmadan sadece sanat amacıyla kullanılması itikadî açıdan bir sakınca teşkil etmemektedir.

Öte yandan Kur’an ve Sünnet’i temel kaynak olarak gören İslâmî anlayışta bilginin kaynağı akıl, duyular ve vahiyden ibarettir. Akıl ve duyularla idrak doğrudan olabileceği gibi istidlâl şeklinde de olabilir. Fakat ne akıl ne de duyularla bilgi elde etmede hurûf ilmine yer yoktur; çünkü bu ilim, akıl ve duyuların alanı dışında kalan gaybdan haber verme iddiasındadır. Halbuki Kur’ân-ı Kerîm gayb âlemine ait bilgilerin esasta Allah’a ait olduğu (el-En‘âm 6/59; Yûnus 10/20; Hûd 11/123; en-Nahl 16/77; en-Neml 27/65), ancak O’nun bu bilgileri dilediği resullerine bildirdiğini haber vermektedir (Âl-i İmrân 3/179; el-Cin 72/26-27).

 Bunun yolu ise vahiydir; bu mazhariyete sadece peygamberler ulaşmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber çeşitli hadislerinde iyâfe, tark, ilm-i nücûm, tıyara, kehanet ve ırâfe gibi vahye dayanmayan gaybdan haber verme yöntemlerinin asılsız, bunları uygulamanın, bilgi almak amacıyla bu işlerle ilgilenen kişilere başvurmanın haram ve verdikleri haberleri tasdik etmenin küfür olduğunu belirtmiştir (Müsned, II, 408, 429, 476; III, 14; IV, 68; V, 380; Müslim, “Selâm”, 125; İbn Mâce, “Ŧahâret”, 122; Ebû Dâvûd, “Ŧıb”, 21; Tirmizî, “Ŧahâret”, 102). İbn Abbas da yıldızlarla harfler arasında irtibat kurup bunlardan anlamlar çıkaran bir topluluk hakkında “nasipsizler” ifadesini kullanmış (Abdürrezzâk es-San‘ânî, XI, 26; Beyhakī, VIII, 139; İbn Hacer, XI, 359) ve yaptıkları işi sihir gibi dinen yasak olan şeyler arasında saymıştır.

                                                                          ֍֍֍


EBCED

Arap alfabesinin ilk tertibi ve harflerinin taşıdığı sayı değerlerine dayanan hesap sistemi.

Arap yazısı hakkında bilgi veren klasik kaynaklarda, alfabedeki harflerin önceleri “et-tertîbü’l-ebcedî” denilen sıralamada görüldüğü şekilde düzenlenmiş oldukları ifade edilmekte; dinî metinlerde ise bu tertibin başlangıcı Hz. Âdem’e kadar çıkarılmaktadır. Hz. Peygamber devrinde de kullanılan ebced tertibi, Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervân zamanında (685-705) değiştirilerek yerine Nasr b. Âsım ile Yahyâ b. Ya‘mer el-Udvânî’nin hazırladıkları, birbirine benzer harflerin ardarda sıralanması esasına dayanan bugünkü “hurûfü’l-hecâ” tertibi getirilmiştir (Ahmed Şevkı en-Neccâr, s. 161).

          
Ebced, aslında alfabedeki harflerin kolaylıkla hatırda tutulmasını sağlamak için eski dönemlerde geliştirilmiş bir formül olup gerçekte bir anlamı bulunmayan kelimelerinin ilki “ebced” (abucad, ebuced) şeklinde okunduğu için bu adla anılmıştır. Bu formülde yer alan kelimeler şunlardır: ebced (أبجد), hevvez (هوز), huttî (حطي), kelemen (كلمن), sa‘fes (سعفص), karaşet (قرشت), sehaz (ثخذ), dazağ (ضظغ). Türkçe’de bu tertibin son kelimesi, ayrı bir rakam değerine sahip olmayan lâmelif (لا) ile bitirilerek dazığlen (ضظغلا) şeklinde söylenmekte ve ardına da daima Mü’minûn sûresinin 14. âyetinin sonunda yer alan “fe-tebâreke’llāhü ahsenü’l-hâlikīn” (فتبارك الله أحسن الخالقين) ibaresi eklenmektedir. Buna uygun olarak hat sanatında da murakka‘lar ve meşk mecmualarındaki müfredât kısmı bittikten sonra mürekkebât kısmının başına, Arap harflerinin birleşmesine ait özellikleri topluca göstermek üzere konulan ebced tertibinin genellikle bu şekilde yazıldığı ve bunun istife de uygun düştüğü görülmektedir. Mağrib müslümanları ise sa‘fes, karaşet ve dazağ kelimelerini sa‘faz (صعفض), karaset (قرست) ve zağaş ()ظغش) şeklinde söylemektedirler.

Ebced sisteminin İbrânîce ve Ârâmîce’nin de etkisiyle Nabatîce’den Arapça’ya geçtiği kabul edilmektedir. Çünkü harflerin ebced tertibinde dizilişi bu dillerin alfabelerindeki sıraya uygundur ve harflerin aşağıda açıklanan sayı değerleri de onlarınkilerle aynıdır. Araplar arasında benimsenmiş olan bu tertipteki sekiz kelimeden “revâdif” denilen son ikisi hariç diğerlerinin, Hz. Şuayb kavminden gelen ve Arap yazısının mûcidi oldukları kabul edilen altı Medyen (Medâin) hükümdarının veya altı şeytanın yahut da günlerin adı olduğu şeklindeki rivayetler ilmî bir değer taşımayan folklorik unsurlardır. Ebcedle ilgili olarak bazı hadislere de rastlanmakta, ancak İbn Teymiyye bunların başlıcalarını verip râvilerini tenkit ederek güvenilir olmadıklarını açıkça ortaya koymuş bulunmaktadır (Mecmûu fetâvâ, s. 59-62).

Bir rivayette Hz. Ali ve İbn Abbas’a dayanılarak her kelimenin Hz. Âdem’in cennetten ayrılışı ile tövbesi arasında geçen sürenin çeşitli safhalarını ifade ettiği öne sürülmekte (Yakıt, s. 25-26), bir başka rivayette ise ilk altı kelimede yer alan harflerden her birinin esmâ-i hüsnânın birine karşılık olduğu, yani ilk altı kelimenin Allah Teâlâ’nın çeşitli güzel isimlerinin ilk harflerinin bir araya getirilmesiyle meydana çıkarıldığı iddia edilmektedir (a.g.e., s. 27).

 Nitekim İsmâil Hakkı Bursevî Esrârü’l-hurûf adlı eserinde bu konuya geniş yer ayırmıştır. Ayrıca ebced tertibindeki her harfin sırasıyla kâinatı oluşturan dört esas unsurdan (anâsır-ı erbaa) ateş, hava, su ve toprağa delâlet ettiği görüşü de benimsenmiş (İbn Haldûn, II, 1195) ve buna dayanarak edebî eserlerle gizli ilimlere dair bilgiler veren kitaplarda çeşitli açıklamalar yapılmıştır.

Tarih boyunca ebced harflerinin değişik sistemlere göre farklı şekillerde sayı değerleri ortaya çıkmış ve bunların birbirleriyle mukayesesi neticesinde de izah edilmesi güç, şaşırtıcı eşitlikler ve benzerlikler bulunarak konu ile uğraşanlarla halk tarafından bu kelime ve rakamların bazı sırlara ve fevkalâde özelliklere sahip oldukları inancı benimsenmiştir. “Ebced risâleleri” adıyla anılabilecek değişik isim ve muhtevadaki bazı yazmalarda bu konuya dair çok çeşitli ve zengin bilgiler bulunmaktaysa da bunların çoğu yakıştırma olmaktan ileri geçmeyen izah tarzlarıdır (geniş bilgi için bk. Abdülkerîm el-Yâfî, s. 81-85). Aynı veya yakın anlamlara gelen bazı değişik kelimelerin ebced karşılıklarının aynı sayıyı verdiği görülmektedir; meselâ zebân/dehân=60, ilim/amel=140, ayak/kadeh=112, tevbe/peşîmân=413, dîvâne/gönül=66 gibi (Çelebioğlu, MK, II/1, s. 64). Nitekim “Allah” ve “hilâl” kelimelerinin ebced değerleri (66) eşit olduğundan Türk bayrağındaki hilâl Allah’ı sembolize eder.

 Ayrıca Türkçe bir deyim olan “işi 66’ya bağlamak” da bu sebeple meseleyi Allah’a havale etmek şeklinde izah edilmiştir. “Sûfî” kelimesiyle “el-hikmetü’l-ilâhiyye” ifadesinin ebced değerinin aynı olduğunu söyleyen Abdülvâhid Yahyâ (René Guénon) buradan hareketle hakiki sûfînin ilâhî hikmete sahip olan, “ârif billâh” (Allah’la bilen kişi) olduğunu vurgular. Bu tür kelimeler hem anlamları hem de sayı değerleri bakımından çeşitli sanat gösterisi ve söz oyunu yapılmasına imkân verdiklerinden şairlerce sevilip sıkça kullanılmıştır. Bu bakımdan özellikle divan şiirinde beyitlerin nükteleriyle birlikte iyice anlaşılabilmesi için kelimelerin ebcedle ilgisini göz önünde bulundurmak gerekir. Ebced sistemi İslâm dünyasında özellikle tasavvuf, astronomi, astroloji, edebiyat ve mimari alanlarıyla cifr (cefr*) ve vefk*e ait konuları geniş anlamda içine alan havas ilminde (İbn Haldûn, II, 1194 vd.), ayrıca sihir ve büyücülükte kullanılmıştır.

          Hemen her alfabedeki harflerin çok eskiden beri rakam olarak birer karşılığının bulunduğu, bir başka deyişle harflerin rakam yerine de yazıldığı bilinmektedir. Bunlar arasında en çok tanınanlar
İbrânî-Süryânî, Grek ve Latin harfsayı sistemleridir. “Ebced hesabı” denilen ve Arap alfabesinin ebced tertibine dayanan rakamlar ve hesap sistemi müslüman milletler arasında kullanılmaktadır. İslâm kültüründe bundan başka, yine ebced harflerinin sayı değerlerine dayanan bir de hisâb-ı cümel* (cümmel) bulunmaktaysa da gerek ilim, sanat ve edebiyat alanlarında gerekse halk arasında asıl tanınmış olan ebced hesabıdır.

Ebced tertibinde sıralanan harflerin oluşturduğu kelimelerin ilk üçü birler (âhâd: 1-10), ortadaki ikisi onlar (aşerât: 20-90) ve son üçü de yüzler (miât: 100-1000) basamağında bulunan rakamları gruplandırır.

Arapça’da “et-tâü’l-merbûta” denilen te (ة) açık te (ت) gibi, med-elif (آ) ve hemze de (ء) kürsüsü ne olursa olsun elif (ا) gibi kabul edilmiştir. Ayrıca Farsça ve Osmanlıca alfabelerde yer alan pe (), çe (چ), je (ژ) ve sağır kef (ڭ) Arapça’daki bâ (ب), cim (ج), ze (ز) ve kef (ك) gibi kabul edildiklerinden sayı değerleri de bu harflerinkilerle aynıdır.

Ebced hesabındaki harflerin sayı değerleri, hesaplanışlarındaki farklılıklara göre el-cümelü’l-kebîr, el-cümelü’l-ekber, el-cümelü’s-sagır ve el-cümelü’l-asgar gibi değişik isim ve tasniflerle ele alınmıştır. Bunların birincisi olan ve yandaki tabloda dökümü verilene “asıl ebced” veya “el-cümelü’l-kebîr” denilmektedir. Çeşitli sahalarda yaygın biçimde kullanıldığı bilinen asıl ebced, “tarih düşürme” adı verilen edebî sanatta tek sistem olarak benimsenmiştir.

İkinci sistemde ise harflerin sayı olarak değerleri, asıl ebceddeki rakamlardan on birinci harf olan keften (=20) itibaren kendinden daha küçük bir rakam kalıncaya kadar on iki çıkarılması suretiyle tesbit edilmiştir. Buna göre kef harfinin bu sistemdeki karşılığı sekizdir (20-12=8). Sin (س) ile hının (خ), bu işlem sonucunda asıl ebceddeki değerleri olan 60 ve 600’den geriye sıfır kaldığı için bu sistemde sayısal değerleri yoktur; ilk on harf ise asıl ebceddeki değerlere sahiptir. Üçüncü sistemde harflere karşı gelen rakamları bulmak için bunların Arapça isimlerinde yer alan harflerin asıl ebceddeki sayı değerleri toplanmaktadır; meselâ elif (ألف) için 1 (ا) + 30 (ل) + 80 (ف) = 111 gibi. Diğer bir sistemde ise rakamlar, asıl ebceddeki harflerin sayı değerlerinin adlarını oluşturan Arapça kelimelerdeki harflere karşı gelen rakamların toplanmasıyla elde edilmektedir; meselâ elifin karşılığını teşkil eden 1 rakamının Arapça adı “vâhid” (واحد) olduğuna göre elifin sayısal değeri 6 (و) + 1 (ا) + 8 (ح) + 4 (د) = 19’dur. Çeşitli hesaplama usullerine göre farklı isim ve değerlere sahip olan diğer ebced sistemleri de geliştirilmiştir (bk. Ahmed Hayâtî, s. 86-87).

Ebced halk arasında da çeşitli maksatlarla kullanılmıştır. Bunlardan biri, doğum yılını veren harflerin bir araya getirilmesiyle ortaya çıkan kelimenin çocuğa ad olarak konulmasıdır. Meselâ hicrî 1290 (1873) yılında doğan Mehmed Âkif Ersoy’un adı babası tarafından bu usulle Ragıyf olarak konulmuş, fakat bu alışılmamış kelime, babasının ölünceye kadar Ragıyf demekte ısrar etmesine rağmen yakın çevresi tarafından Âkif şekline dönüştürülmüştür. Ebced halk arasında en fazla zâyîçe, tılsım, muska ve vefklerin hazırlanmasında kullanılmıştır. İbn Haldûn, çeşitli ilimlerden bahsederken havas ilimlerinden sayılan bu konular hakkında bir fikir verebilmek için eser ve müellif adı da zikrederek nakle değer bulduğu bazı örnekleri açıklamıştır. Türkçe’de genel olarak “yıldıznâme” adı verilen müstakil eserlerde de bu maksatla hazırlanmış ebcede dayanan çeşitli bilgilerin yer aldığı görülmektedir. Ayrıca halk arasında bir yanlış bilgiden kaynaklandığı için Gazzâlî’ye atfedilerek çok rağbet gösterilen bedûh tılsımı da bunlardan biridir.

İslâm dünyasında kitap tertibinde de ebcedden faydalanılmaktadır. Arap alfabesinin kullanıldığı ülkelerde kitapların başında eserden ayrı bilgiler verileceği zaman bu kısım ebced harfleriyle numaralanır. Türkiye’de bunun yerini harf devriminden sonra Batı’da olduğu gibi Romen rakamları almıştır. Ayrıca bazı kitapların bölüm başlıklarıyla paragraflarını ayırmada ve tezkireler gibi ansiklopedik eserlerde şahıs, yer ve mekân adlarının sıralanışında da ebced harflerinin kullanıldığı görülmektedir. Bunlardan başka vak‘anüvislerin çeşitli olayların tarihlerini tesbit maksadıyla bunların ebced karşılıkları olan kelimeleri yazdıkları, vakıf kayıtlarında da aynı usule başvurulduğu, devlet tarafından yaptırılan bazı sayım ve tesbitlerde ortaya çıkan rakamların değiştirilmesini önlemek için bunların yine ebced tertibindeki kelimelerle ifade edildiği bilinmektedir.

Ebced yukarıda açıklanan yaygın kullanım alanlarının dışında, bazı özel maksatlarla geliştirilmiş “şifre alfabeleri” denilen çeşitli sistemlerin düzenlenmesinde de esas alınmıştır (Çelebioğlu, Tarih Boyunca Paleografya, s. 19-33). Ebced mimaride, özellikle Mimar Sinan tarafından yapılardaki nisbetlerin belirlenmesinde ve modüler düzenin teşkilinde bu kelimelerin delâlet ettiği sayılardan faydalanmak suretiyle kullanılmıştır (Arpad, s. 11-19; Şenalp, s. 11-12). Ebcedin fizik, matematik ve astronomide kullanılışı ise daha çok hisâb-ı cümele dayanmaktadır. Ancak astronomik gözlemlerde kullanılan usturlap vb. çeşitli rasat aletlerinde ebced harfleri rakam yerine kullanılmıştır (usturlap üzerindeki ebced harflerinin izahları için bk. el-Muktetaf, XIII/11, s. 724-725).

Ebced tasavvufta ayrı bir öneme sahiptir. Genel olarak Şiî kaynaklı zannedilen, gerçekte kökenleri Mısır ve Hint gibi geleneksel medeniyetlere dayanan, evrensel gerçeklerin sırrî niteliklerine ulaşmayı amaçlayan bu harf sembolizmiyle ilgilenenlerin başında gelen Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde konuyla ilgili geniş açıklamalar vardır (el-Fütûhât, I, 231-361). XVII. yüzyıl mutasavvıflarından İsmâil Hakkı Bursevî, tasavvuf ehli arasında ebced harfleriyle ilgili olarak yapılan izahları Esrârü’l-hurûf adlı eserinde toplamıştır (bk. Ahmed Saîd Süleyman, s. 8-15). XX. yüzyıl İslâm âlimlerinden Said Nursi’nin de bu metotla Kur’an’ın otuz yerinde Nûr risâlelerine işaret edilmiş olduğunu açıklamaya çalıştığı görülür.

Bilhassa Hurûfîlik’le Bektaşîlik’te ve genel olarak bütün tasavvufî edebiyatlarda ebced harflerinin bazı sırları ve rakam değerlerinin de çeşitli havassı olduğu yolunda yaygın bir kanaati yansıtan manzum veya mensur birçok örnek bulmak mümkündür.

Ebced kelimesi divan edebiyatında bir remiz ve mazmun olarak yer almıştır. Bu kullanılışta kelimenin hem ebced hem de Nâbî’nin, “Ana ma‘lûm idi esrâr-ı kitâb-ı melekût/Gelmeden levh-i hicâya kelimât-ı ebuced” beytinde görüldüğü gibi “ebuced” şeklindeki okunuşu söz konusu edilmiş, ayrıca beyitlerde bu kelime ile yapılmış başka tamlama ve kavramlara da yer verilmiştir. Birinci okunuş öncelikle alfabeyi ifade ettiğinden, bir işe yeni başlayanlar için “işin alfabesinde” anlamına gelmek üzere “işin ebcedinde” denildiği gibi “yeni okumaya başlamak” anlamında da “ebced okumak” tabiri kullanılmıştır. Meselâ Fâzıl’ın, “Allâme-i fünûn-ı dü âlem iken meded/Cevr-i felek bu bendeni başlattı ebcede” beytinde geçen ebced bu anlamdadır.

Kelimenin “ebuced” şeklinde okunuşu ise Türkçe’nin ses uyumuna sokulup “eb ü ced” biçiminde söylenerek “baba ve dede” anlamına alınmış ve cinas sanatına vesile kılınmıştır. Şeyh Müştak’ın, “İbn-i vaktim reh-i âbâ vü nesebden geçtim/Ebced-i aşk okuyup eb ile cedden geçtim” beyti kelimenin geniş mânalı, nükteli ve sanatlı kullanımına güzel bir örnektir. Sünbülzâde Vehbî’nin, “Hâceye gitsin okumaya bu ebced-hanlar/Başlasın mektebe varsın da bu ebced-hanlar” ile Yenişehirli Belîğ’in, “Safâ-yı neş’e-i bintü’l-inebden olsa lâ-ya‘kıl/Okur ebnâ-yı asra ümm-i sıbyân hâce-i ebced” beyitlerinde olduğu gibi manzum eserlerde “ebced-han” (yeni okumaya başlayan çocuk) ve “hâce-i ebced” (ilkokul hocası) kelimelerine de yer verildiği görülmektedir.

          Ebced sisteminin tarihçesiyle ebced hesabının nazariyatından bahseden güvenilir müstakil eserler yok denecek kadar azdır. Ancak ebced rakamlarının kullanıldığı alanların başında gelen felekiyyât (astronomi) ve ilm-i ahkâm-ı nücûma (astroloji) temas eden eski ve ciddi eserlerde konuyla ilgili bilgilere rastlanmaktadır.
Bîrûnî’nin et-Tefhîm fî evâili sınâati’t-tencîm (London 1934; Tahran 1362 hş./1983-84) adlı eseri bunların en önemlilerinden biridir. İbn Haldûn’un Mukaddime’sinde de bu konuya geniş yer ayrılmıştır. Aynı konuda yeterli bilgi veren modern araştırmalara pek rastlanmamakta, mevcutların ise daha
çok divanlar olmak üzere çeşitli kitap ve kaynaklarla mimari eserlerin kitâbelerindeki tarih beyitlerini toplayan çalışmaların başına eklenmiş ebcedle ilgili giriş niteliğinde bilgiler olduğu görülmektedir.

                                                            ֍֍֍


EBCED/CİFİR
Ebced, İbranice ve Aramice’nin etkisiyle Nabatice’den Arapça’ya geçti. Arap alfabesindeki harflerin sayısal karşılığının İbranice ve Aramice’nin harfleriyle aynı değerde olması, bu bilgiyi güçlendirmektedir. (Mustafa Uzun, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, “ebced” maddesi, c. 10, s. 70)
Cifir ilmini Peygamberimizin (asm) irşadı, talimi ve dersiyle Hz. Ali’nin (ra) rivayet ettiği, Hz. Cafer-i Sâdık’ın da onu genişçe düzenleyerek prensip altına aldığı biliniyor. Batıni/ gayb, meleküt, ökült, maddeötesi, metafizik bir ilim olan “cifir”le ilgili olan sayı sembolizminin Hz. Ali (ks) tarafından kodlandığı söylenir. (S. Hüseyin Nasr, İslâm ve İlim, İstanbul 1988, Çev: İlhan Kutluer, s. 77)
Bir hadis-i şerifte, “Ebcedi ve tefsirini öğreniniz! Elif, Allah ve İllellah’tır yahut Allah isminden bir harftir. ‘Be’ Allah’ın icadıdır. ‘Cim’ Allah’ın behçetidir. ‘Dal’ ise, Allah’ın dinidir(Müsnedü’l-Firdevs, 2, 43) denilerek bu ilmin sırlarına işaret edilmiştir.
İslâm âlimleri, Hz. Peygamber’in (asm), Bedir Harbi’nden bir gün önce, “Düşmanla karşılaşacaksınız; onlara yardım edilmeyecek, onlara galip geleceksiniz” (Ebû Dâvûd, Cihad, 71; Müsned-i Ahmed 4/65, 289; 5, 377)  mealindeki hadisiyle cifir ve ebcede işaret ettiğini söylerler. “Elif Lâm Mim” Huruf-u Mukatta (kesik harfli) ayetleri Peygamber Efendimizden (asm) işiten Yahûdî âlimlerinden Ebu Yâsir bin Ahtab, kardeşi Hüveylid ve bir kısım bilginler, ona giderek, “Sana ‘Elif, Lâm, Mim’ diye bir ayet indi mi?” diye sorar. “Evet!” cevabını alınca, “Senin ümmetinin ömrü kısa! (Bu harflerin ebced karşılığı rakamlarını söyleyerek) Ey Yahudiler, ümmetinin ömrü 71 sene olan bir peygamberin ümmeti olur musunuz?” der ve sonra Peygamberimize (asm) dönerek:
  “Yanında bundan başka var mı?”
  “Elif, lâm, Mim, Sad!”
  “Başka!”
  “Elif, Lam, Ra...” 
  “Başka...”
  “Elif, Lâm, Mim, Ra...”
  “Mümkündür bütün bu rakamların toplamı Muhammed’e verilmiş olsun. Bunların tamamı ise 743 yıldır.” (Tefsir-i İbn-i Cerir, 1/68-71; Tefsir Ed-Dürr-ür Mansur-İmam-ı Suyûtî, 2/22; Tefsir-i İbn-i Kesîr, 1/37) 
  Peygamber Efendimize (asm) vahyedilen ve Hz. Ali’nin (ra) yazdığı Celcelütiye kasidesi şeklindeki duânın, (Bediüzzaman, Şuâlar, s. 349) baştan ayağa bir çeşit ebced ve cifir hesabıyla yazılması ve bastırılması da bu ilmin gerçeklerindendir. Cafer-i Sâdık, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Gazalî (Celcelütiye’yi şerhetmiş/açıklama yazmıştır) Bayezid-i Bistamî gibi gaybî sırlarla uğraşanlar ve harflerin sırları ilmine çalışanlar bu gaybî ebced hesabını bir prensip, bir anahtar kabul etmişler. Yüksek edipler (dil ve edebiyat belâgat üstadları) ebcedi ince bir kanun kabul edip eski zamandan beri kullanmışlar. (Bediüzzaman, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 87-88)
                                                             ●●●
EBCED/CİFİR
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde (asm), sûrelerin başlarındaki gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: 
"Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır." 
Onlara mukabil dedi: "Az değil." Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: "Daha var." Onlar sustular...”  
“İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış. 
“Üçüncüsü: Hz. Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler. 
“Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar. 
“Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler.” 
“Ben, senin içtihadında hatâ var diyenlere ve ispat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnettarım. Fakat, şimdiye kadar o içtihadımı tamamıyla kanaatle tam tasdik edenler, binler ehl-i imân ve onlardan çokları ehl-i ilim tasdik ettikleri ve ben de dehşetli bir zamanda kudsî bir teselliye muhtaç olduğum bir hengâmda, sırf ehl-i imânın imânını Risale-i Nur ile muhafaza niyet-i hâlisasıyla ve Necmeddin-i Kübra, Muhiddin-i Arabî gibi binler ehl-i işârât gibi cifrî ve riyazî hesabıyla beyan edilen bir müjde-i işariye-i Kur’âniyeyi kendine gelen bir kanaat-i tamme ile, hem mahrem tutulmak şartıyla beyan ettiğim ve o içtihadımda en muannid dinsizlere de ispat etmeye hazırım dediğim halde beni gıybet etmek, dünyada buna hangi mezheple fetva verilebilir, hangi fetvayı buluyorlar?” 
                                                                     
Ebced/cifir ilmini, Bediüzzaman’ın “gayb / melekût / maddeötesi/metafizik âlemlere” Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye çerçevesinde sınırlarını belirlediği bakışı zaviyesinden ele almaya çalışacağız. Ona cifir ilmiyle ilgili sorulan sual ve verdiği cevap şöyledir:
“İlm-i cifre anahtar olacak bir ders istiyorsunuz.” 

Elcevap: Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyârımızın fevkinde, bize, daha hayırlı bir ihtiyar işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç defadır esrâr-ı Kur’âniyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum: 
Birisi, “La ya’lemulgaybe İllellah / Gaybı, Allah’dan başkası bilmez.”1 yasağına karşı hilâf-ı edepte bulunmak ihtimâli var. 
İkincisi, hakâik-ı esâsiye-i imâniye ve Kur’âniyenin berâhîn-i katiye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulûm-u hafiyenin yüz derece daha fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede kat’î hüccetler ve muhkem deliller sûiistimâle meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulûm-u hafiyede sûiistimâl girip şarlatanların istifade etmeleri ihtimâlidir. Zaten hakikatlerin hizmetine ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyâca göre bir nebze ihsân edilir. 
İşte, ilm-i cifrin anahtarları içinde en kolayı ve belki en sâfisi ve belki en güzeli, ism-i Bedi’den gelen ve Kur’ân’da Lâfza-i Celâlde cilvesini gösteren ve bizim neşrettiğimiz âsârı ziynetlendiren tevâfukun envâlarıdır. Kerâmet-i Gavsiyenin birkaç yerinde bir nebze gösterilmiş.2
Ezcümle, tevâfuk birkaç cihette bir şeyi gösterse, delâlet derecesinde bir işarettir. Bazan birtek tevâfuk, bazı karâinle delâlet hükmüne geçer. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter. Ciddî ihtiyaç olsa size bildirilecektir. 
Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, surelerin başlarındaki “Elif lâm mîm,” “Kâf hâ yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: “Yâ Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular...
Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz. 
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki “Elif lâm mîm”, “Kâf hâ yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: 
“Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.” 
Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular... 
İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış. 
Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler. 
Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar. 
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hatta hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâl’in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdâniyettir. 
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’câzının muktezasıdır.(Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 1103)
                                                                   ●●●


İLM-İ CİFİR ÜZERİNE
“Cifir İlmi ne demektir? Konusu nedir? Ebced hesabıyla ilgisi nedir? Peygamber Efendimiz (asm) zamanında bu ilim var mıydı?”
Yirmi sekiz harften ibaret olan Arap alfabesi, Emevî Halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanına kadar Ebced tertibiyle okunur ve yazılırdı. Abdülmelik bin Mervan zamanında Nasr bin Asım ile Yahyâ bin Ya’mer el-Udvânî’den kurulan bir ekip, Arap alfabesinin harf sırasını değiştirdi ve birbirine benzer harflerin ard arda sıralanması esasına dayalı “hurûf-u hecâ” denilen bugün kullanılan alfâbeyi oluşturdu ve yazı dilinde bu alfabe kullanılmaya başlandı.

Arap harflerinin ebced tertibine göre dizilişinin Hazret-i Âdem’e (as) dayandığı rivâyet edilir. Bu tertip ile alfabenin kullanıldığı tarih süreci içerisinde, zamanla bu harflere sayısal değerler verilmiş; bu sayısal değerler âlimler, edebiyatçılar ve şâirler tarafından makbul ve muteber karşılanmış ve kullanılmaya başlanmıştır.

Şâirler ve edipler, yazdıkları şiir ve yazılarda ebced hesabını da kullanmışlar ve harflere verilen sayı değerleri ile önemli tarihleri kaydetmişler; zaman içinde bu usûl yaygınlaşma ve gelişme istidadı göstermiş; âdetâ Arap alfabesinin bir yan ilim dalı olarak olgunlaşmış ve adına da “Cifir İlmi” denmiştir.
Ebced dizilişine göre Arap alfabesi; “elif, bâ, cim, dâl, he, vav, ze, ha, tı, yâ, kef, lâm, mim, nûn, sin, ayın, fe, sad, kaf, rı, şın, te, se, hı, zel, dad, zı, ğayın” şeklindedir ve “ebced” ismini de bu dizilişin ilk harflerinden almıştır. Bu alfabe kolay ezberlensin diye şu formül ile de ifâde edilmiştir: “Ebced, Hevvez, Huttî, Kelemen, Sa’fes, Karaşet, Sehaz, Dazağ”.

Bu dizilişe göre Arap alfabesi sayısal değer açısından üçe ayrılmış; ilk dokuz harfe “âhâd” yani “birler”; ikinci dokuz harfe “âşâr” yani onlar; üçüncü on harfe “miât” yani “yüzler” denmiş ve bu usûl üzerine harflere rakam değerleri verilmiştir.


Harflere verilen rakam değerleri şöyledir:

 elif: 1; bâ: 2; cim: 3; dâl: 4; he: 5; vav: 6; ze: 7; ha: 8; tı: 9; yâ: 10; kef: 20; lâm: 30; mim: 40; nûn: 50; sin: 60; ayın: 70; fe: 80; sad: 90; kaf: 100; rı: 200; şın: 300; te: 400; se: 500; hı: 600; zel: 700; dad: 800; zı: 900; ğayın: 1000’dir.

          Kur’ân-ı Kerim inmeye başladığında Araplar arasında Ebced hesabı biliniyordu ve alfabenin sırlarına hâkim şâirler ve edipler tarafından da kullanılıyordu.

Arap Lisanının en gelişmiş döneminde nazil olmaya başlayan ve mu’cize ifâdeleriyle şâirleri ve edipleri hemen etkisi altına alan ve mest eden Kur’ân-ı Kerim’in; Arap dilini vahiy dili olarak kabul edip, Arap dilinin bir yan ürünü diyebileceğimiz Cifir İlmini reddetmesi düşünülemezdi. Esasen Cifir İlmini reddetmesi için geçerli bir sebep de yoktu. Zira Kur’ân-ı Kerim prensip olarak, insanlığın zararına kullanılmayan her “birikime” kapılarını açan bir İlâhî Kitaptı. Cifir İlmi ise, Arap dilinin binlerce yıllık birikimini yansıtan bir ürünü idi. 

Nitekim, edebiyatça, belağatça, güzel ve şâirâne söz söylemek san'atı bakımından ve bilhassa düpedüz hakikati ifade etmesi açısından şairlerin ve edebiyatçıların gerisinde asla kalmayan ve sözüyle-hakikatiyle her bir şairi, edebiyatçıyı ve akıl ehlini hayran bırakan Kur’ân-ı Kerîm’in, âyetlerini Cifir ilmine göre muhtelif tarihler veren birer anahtar hüviyetinde donatması, mu’cize oluşunun da bir gereği idi. Bundan dolayıdır ki, Peygamber Efendimiz’den (asm) günümüze kadar ehil âlimler tarafından, Kur’ân-ı Kerim’in âyet ve kelimelerinden Cifir İlmine göre bazı tarihler çıkarıla gelmiş ve bazı hakikatlerin esrarına bu yol ile ulaşılabilmiştir. 

Ancak, bu çalışmayı bu ilme vakıf ehliyetli ulema yapabilir. Yoksa herkesin bu ilme göre tarih çıkarma girişimi yanlış ve aldatıcı sonuçlara götürebilmektedir.
Bir gün Yahûdî âlimlerinden bir kısmı Peygamber Efendimizin (asm) huzurunda Bakara Sûresi ve Meryem Sûresinin başlarında bulunan mukattâ harflerinden Cifir İlmine göre tarih çıkararak:

“Yâ Muhammed! Senin ümmetinin müddeti az olacaktır!” demişlerdi.

Allah Resûlü (asm) de sair sûrelerin başlarında bulunan mukatta harflerini Cifir İlmine göre yorumlayıp:

“Az değil; daha var!” buyurdu. (Bedîüzzaman, Şuâlar, S.613)

Osmanlı ulemâsından Molla Câmî, Sebe’ Sûresinin 15. Âyetinde geçen “beldetün tayyibetün” ibâresinden ebced hesabına göre hicrî 857, milâdî 1453 tarihini çıkarmış ve İstanbul’un Fethinin bu âyetle de müjdelendiğini haber vermiştir. (Yazır M. H. Elmalılı Tefsiri, S. 3956)

Cifir İlmi; Hazret-i Ali (ra), Hazret-i Cafer-i Sadık (ra), Hazret-i Abdulkadir-i Geylânî (ks), Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi birçok İslâm ulemâsı tarafından kullanıldığı gibi, asrımızda Üstad Bedîüzzaman (ra) tarafından da kullanıldığı ve muhtelif tarihlere, haberlere ve müjdelere işaret edildiği bilinmektedir.
Öyle ki, Hazret-i Ali’nin, Celcelûtiye adlı kasidesinde Risâle-i Nûr’dan haber verdiği Sekizinci Şuâ’da Cifir İlmiyle beyan edilir.

 Yine Hazret-i Abdulkadir-i Geylânî’nin (ra), kendisinden sekiz yüz sene sonra gelen Risâle-i Nûr’u kerametle müjdelediği, aynı ilimle Sekizinci Lem’a’da izah edilir. Birinci Şuâ’da ise, Kur’ân-ı Kerim’den otuz üç âyet-i celîlenin Risâle-i Nur’a işaret ettiği yine Cifir İlmiyle tesbit edilir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybî, S. 63, 101, 125)

Cifir İlmine tarih boyunca aşina olunduğu, kullanıldığı ve Kur’ân’dan da bu ilme dayanarak bazı tarih, haber ve müjdelerin çıkarıldığı bir vak’adır; ancak bu ilim, gaybı yalnız ve yalnız Allah’ın bildiği; Allah bildirmediği takdirde hiçbir kulun gaybı bilemeyeceği hakikatine gölge düşürecek şekilde kullanılamaz, kullanılmamıştır. Bedîüzzaman Hazretleri de (ra) Kur’ân’dan bu çerçevede verdiği haberlerde, “Gaybı Allah’tan başka kimse bilmez!” (Ahkaf:23) hakikatini hep hatırlatmış; gerçek ilmin Allah katındaki ilim olduğu âyetini4 mübarek dilinden düşürmemiştir.

                                                                    
İLM-İ CİFİR (EBCED)
Cifir ilmi, harflere verilen sayı değerleri ile âyet, hadis veya evliyaların sözlerinden çeşitli tarihleri çıkarma ilmidir.
Rakamlar keşfedilmeden önce, harfler, rakamların yerine kullanılmakta idi. Buna, ebced ilmi de denmektedir. Ebced ilminin başlangıcının Hz. Âdem’e kadar gittiğini söyleyenler bulunmaktadır. Asr-ı Saadette kullanılan hece sırası, Emeviler devrinde değiştirilmiştir. Bu konuda, çok hadisler vardır, fakat o dönemdeki cifir (ebced) sırası ile bu gün kullanılan ebced sırası aynı değildir.  Meselâ, Allah kelimesi ile hilâl kelimesinin ebced değerleri 66 olduğundan, Osmanlı döneminde hilâlin, Allah’ı temsil ettiği söyleniyordu. Külli şeyin (her şey), ebced karşılığı 360’dır. Bir dairenin iç açılarının toplamı da 360’dır.  Birûnî, bu ilmi astronomide kullanmıştır. Ayrıca  İsmail Hakkı Bursevi de, Esrar’ül Huruf (harflerin sırları) adlı bir eser yazmıştır. Bediüzzaman Hazretleri ise, bazen bu ilme müracaat etmiştir. 
Bediüzzaman Hazretleri, bu ilmi kullanmasına rağmen, başkalarının bu ilmi kullanmasını doğru bulmamıştır. Çünkü bu ilmi kullanmak için, kutsal metinlerdeki tarihlerin, Hicrî mi, Rumî mi yoksa Milâdî tarihleri midir iyi bilinmesi gerekli. Hem bir metin okunurken, duruşta farklı harf üzerine durulur, eğer geçiş yapılırsa, farklı şekilde geçilir.
Harflerin ayrı  bir ebced değeri olduğu gibi, kelimelerin de ebced değerleri bulunmaktadır. Aynı zamanda kardeş harfler vardır ki, ses uyumundan dolayı birbirinin yerine kullanılabilir. Bunlardan hangisinin kullanılacağının bilinmesi çok zordur.
 Bu ilim suiistimal edilebilir ve ediliyor da. Belki, İslâm’dan önce, semanın kapıları kapanmadan, cin ve şeytanların kulak hırsızlığı yaparak, müneccimlere aktardığı yarım yamalak bilgiler gibi, bu gün verilen yarım bilgilerle, insanlar hayal kırıklığına uğratılabilir.
 Bediüzzaman Hazretleri, “cifir gibi, muhkem kaideler ile merbut olmayan ulûm-u hafîyede (gizli ilimler) suiistimal girip şartlatanların istifade etmeleri ihtimaldir. Zaten hakikatlerin hizmetinde ne vakit ihtiyaç görülse, ihtiyaca göre bir nebze ihsan edilir.” buyurmaktadırlar (Lem’alar, s. 364)
Yemekte asıl olan, vücudun beslenmesidir, ağız ya da dilin tat alması değildir. Bu ilimde de asıl olan, bildirilmiş tarihlerdeki sosyal olaylara hazırlanmak, yapılan ikazlara kulak vermektir. İstisna kişiler, istisnai durumlarda bu derin ilimlerin bazılarına muttali olabilir. Zira Allah’ın Kendine ait ilmini, Kendinden başkası bilemez.
Bazılarının bildiği ise, Allah’ın ilmini bilmek değil, belki Lehv-i Mahfuz’u da bilmek değil, belki Allah’ın yazar bozar tahtası dediği, Lehv-i Mahv İspat’taki, bazı şeylerin bildirilmesinden ibarettir. Fakat orada yazılan şeylerin şartları, Allah’ın ilminde (Lehv-i Mahfuz’da) kayıtlıdır.
 Bu şartlar Lehv-i Mahv İspat’ta yoktur. Allah’ın ilmindeki şartlar gerçekleşmeden, o olay meydana gelmez, o zaman, o tarihî olaya güvensizlik olabilir veya o kutsal metinde yanlış olduğuna dair, şeytan vesvese verebilir. Bu şekilde meydana gelen velilerin kerametleri çok defa çıkmıyor, çünkü Allah’ın ilmindeki şartlar gerçekleşmediği için velinin bildirdiği olay gerçekleşmemiş oluyor. 
 Bu ilimle uğraşmak yerine, yazılmış güvenilir kaynakları dikkatlice okumalı ve hangi şartlarda, hangi olaylar nasıl meydana gelir ve nasıl hareket edilir, nasıl tedbir alınır, bunları anlamaya çalışmalıdır. Bu işte ehil olan âlimlere güvenmeli, onların kitaplarını okumalıdır. İnsanlar, altından kalkamayacağı yollara girmemelidir. Hem de cifir ilmi, çok zevkli olduğundan, ilmin aslı ile değil de zevkli şeylerle meşgul olmak, gerçek manada ilimle uğraşmayı engeller.
Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar’da “Biz kendi arzu ve tedbirimizle bu hizmette bulunmuyoruz. İhtiyârımızın fevkinde, bize, daha hayırlı bir ihtiyar işimize hâkimdir. İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hattâ, kaç defadır esrâr-ı Kur’âniyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu; kemâl-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu.” beyanında bulunmaktadırlar. (Lem’alar, s. 364) Hem Üstadımız “Gaybı Allah’tan başkası bilemez”, (Neml:65) âyetine hilâfı edepte bulunmaktan korkuyordu.

 Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri; Kur’ân hakikatlerini, ilmen ders vermek hizmetinin, ilmi cifir gibi gizli ilimlerden yüz derece daha üstün olduğuna inandığı için, ebced ilmi ile uğraşmayı uygun görmüyordu.
Sonuç olarak diyebiliriz ki her insan, kaldıracağı yükün altına girmeli. Kuyumcu terazisi ile büyük bir kamyon tartılamaz. Her insan, bu ilmin inceliklerini ve özelliklerini kavrayamaz.
 Çok insanlar bu noktadan yanılgıya düşüyor ve bazıları da kafa karıştırıyor.
 Bize düşen, ilm-i cifrin anahtarlarını çok iyi bilen Bediüzzaman ve onun gibi güvenilir ilim adamlarının bu ilimle açtığı hakikat menbaından içmektir. Çünkü bu mesele ilmî olduğu kadar da vehbî bir meseledir. Binaenaleyh Risale-i Nur, Bedî isminin tecellisine mazhardır, bunlarla iktifa etmeli.
                                                                  ●●

EBCED HESABI MAKBUL VE UMUMÎ BIR DÜSTURDUR
Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, surelerin başlarındaki “Elif lâm mîm,” “Kâf hâ yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: “Yâ Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.” Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sair surelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular...
Beşinci nokta: Bu hesab-ı ebcedî, makbul ve umumî bir düstur-u ilmî ve bir kanun-u edebî olduğuna deliller pek çoktur. Burada yalnız dört-beş tanesini numune için beyan edeceğiz. 
Birincisi: Bir zaman Benî İsrail âlimlerinden bir kısmı, huzur-u Peygamberîde, sûrelerin başlarındaki “Elif lâm mîm”, “Kâf hâ yâ ayn sâd” gibi mukattaat-ı hurufiyeyi işittikleri vakit, hesab-ı cifrî ile dediler: 
“Ya Muhammed, senin ümmetinin müddeti azdır.” 
Onlara mukabil dedi: “Az değil.” Sâir sûrelerin başlarındaki mukattaatı okudu ve ferman etti: “Daha var.” Onlar sustular... 
İkincisi: Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış. 
Üçüncüsü: Câfer-i Sâdık Radıyallahu Anh ve Muhyiddin-i Arabî (ra) gibi esrar-ı gaybiye ile uğraşan zatlar ve esrar-ı huruf ilmine çalışanlar, bu hesab-ı ebcedîyi gaybî bir düstur ve bir anahtar kabul etmişler. 
Dördüncüsü: Yüksek edipler, bu hesabı, edebî bir kanun-u letafet kabul edip eski zamandan beri onu istimal etmişler. Hattâ letafetin hatırı için iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kastî bir surette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar. 
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münasebet-i adediye içinde en lâtif düsturları ve avamca harika görünen kanunları, bu hesab-ı tevafukînin cinsindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevafuk-u hesabîyi bir düstur-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenasüp ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ, nasıl ki iki elin ve iki ayağın parmakları, âsabları, kemikleri, hatta hücreleri, mesâmatları hesapça birbirine tevafuk ederler. Öyle de, bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek yaprak, meyvece tevafuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevafuk ve istikbal baharları dahi mâzi baharlarına, ihtiyar ve irade-i İlâhiyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatleri, Sâni-i Hakîm-i Zülcemâl’in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdâniyettir. 
İşte madem bu tevafuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstur-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usul-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette, menba-ı ulûm ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lisanü’l-gayb olan Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan, o kanun-u tevafukîyi, işârâtında istihdam, istimal etmesi i’câzının muktezasıdır. (Şuâlar, Birinci Şuâ, s. 1103)
                                                                                                  ●●●●●
                                                                                                                                                           Necdet İÇEL







Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

HELÂK OLMA SEBEPLERİ Hz. Nuh aleyhisselam devrinden günümüze kadar pek çok kavimler helâk olmuşlardır. Allah onların yerine başkalarını getirmiş ve bu kanun sünnetullah olarak, cebri determinizm içerisinde devrimize kadar devam etmiş gelmiştir. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur prensibiyle diyebiliriz ki, daha önceki kavimleri helâk eden sebepler ne ise, bugün de aynı sebepleri yaşayanların da sonuçları benzeri gibi olacaktır. Allah’ın gücü, kavimleri helâk ettiği gibi aynı sebepleri yaşayan bugünkü toplumları helâk etmeye de gücü yeter: “De ki: Allah’ın gökten ve yerden size azap göndermeye gücü yeter…” (En’am:65) Allah kavimlerin başına felâketler gönderirken -hâşâ- Onlar’a zulmetmez: “Şüphesiz ki, Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler…” (Yunus:44) Helâk olanlar şu sebeplerle helâk olmuşlardır: Helâk olmanın en önemli ve birinci sebebi bütün çeşitleriyle zulümdür. Özellikle idareciler halkına zulmediyorlarsa felâketleri...
                         BEŞİNCİ LEM’A   “…HASBÜNALLÂHU VE Nİ’MEL VEK Ȋ L” (Âl-İ İmran:173)        “Onlar (o mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, 
 bu söz onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler.” 
 (Âl-i İmrân:173) Üstad hazretleri Risale-i Nur’u te’lif ederken bazı yerleri isim verdği halde telif etmemiştir.Bunlardan birtanesi de 5.Lem’adır.Keşke 5.Lem’ayı te’lif etseydi ve İbrahim aleyhisselâmın “ hasbî ve halîl olma” kahramanlığını bütün yönleriyle öğrenme şansına sahip olabilseydik. Çünkü bizim mesleğimiz (21.Lem’ada da anlatıldığı gibi) haliliyedir.Halil olan da ‘Halilullah’ makamının sahibi Hz.İbrahim aleyhisselâmdır. Halîlullah olan (Allah’ın dostu) İbrahim aleyhisselâm, hasbî’ni...