Ana içeriğe atla

Hz. Âdem’in cennetten  indiği yer olarak ifade edilen Hindistan’ın Serhend şehrinde hicrî 971(miladi 1563) senesinde, bir aşure günü dünyaya şeref verdi. 1624 (H. 1034) te doğduğu yerde, Efendimiz aleyhisselâmın Mekke’den hicrete başladığı gün olan 29 Safer günü ruhunu Hz.Allah’a teslim eyledi. Aslında vefat da, dünyadan ahirete ve Hz. Allah’a hicrettir.

Asıl adı, Ahmed bin Abdülehad’dir.  İnsanların, îtikad, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine Silsile-i âliyye denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncü halkasıdır. Hazret-i Ömer’in soyundan olup babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimi, salih, faziletli kimseleriydi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduktan bir müddet sonra hastalanınca babası onu kendi hocası Şah Kemal Kıhteli Kâdirî’ye göstermiş, o da; “Korkma bu çocuk çok yaşayacak ve büyük bir zât olacak. buyurup, elinden tutarak ağzından öpmüş ve mânevî feyzlere kavuşturmuştur.

İmam-ı Rabbani her yönüyle ve hayatıyla da Efendimiz aleyhisselâma benzemek için çok dua etmiş, yaşı Efendimiz’in yaşına benzeyerek tam 63 yaşında Cenab-ı Hakk’a ruhunu teslim etmiştir.

İlk tahsilini babasından okuyup, Arapçayı öğrenmiş, küçük yaşında Kur’ân-ı Kerîmi ezberlemiştir. Sesi güzel olduğundan bülbül gibi okurdu. Çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberlemiş, sonra Siyalkut şehrine gidip büyük âlim Mevlânâ Kemâleddîn-i Keşmîrî’den aklî (fizik, kimya, biyoloji, matematik vs.) ilimleri gâyet iyi okumuştur. Kâdı Behlûl-i Bedahşânî’den de naklî, yâni dînî ilimleri okuyarak icâzet (diploma) almıştır. On yedi yaşındayken tahsilini tamamlayıp, aklî ve naklî (kelâm, fıkıh, tasavvuf) ilimlerin hepsinden icâzet almıştır.

Tahsili esnâsında babası vâsıtasıyla Kâdirî ve Çeştî yollarının büyüklerinden feyz aldı. Babası hayattayken, ilim öğretmeye başladı. Bu sıralarda Risâlet-üt-Tehlîliyye, Rîsâlet-i Redd-i Revâfıd, İsbât-ün-Nübüvve ve daha sonra Mebde ve Mead, Âdâb-ül Mürîdîn,Ta’lîk-ât-ül-Avârif, Risâle-iTehlîliyye, Şerh-i Rubâıyyât-ı Bâkî, Meârif-i Ledünniyye, Mükâşefât-ı Gaybiyye ve en meşhur eseri olarak da Mektubat adlı eserlerini kaleme aldı.

Edebiyata çok meraklı olup, fesâhatı, belâğatı, sür’at-i intikâli (çabuk kavrayışlılığı), zekasının üstünlüğü herkesi hayrette bırakıyordu.

Zamanın âlimleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını, İslâmiyete uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkâm-ı İslâmiyye ile tasavvufu vasletmiş, birleştirmiştir. Bir mektubunda da; “Beni iki deryâ arasında sıla yapan Allahü teâlâ’ya hamd olsun.” diye duâ etmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennete girer.” buyrularak, onun geleceği haber verilmiştir.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i Elf-i Sânî’dir. Yâni hicrî ikinci bin yılının müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi, yeni din önceki dîni değiştirir, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi. Hadîs-i şerîfte, bu ümmete ise her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı saâdetteki temiz hâline getirecek, din ve fen ilimlerinde tam vâris, âlim ve ârif bir zatın olması lâzımdı.

 Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır. Bütün İslâm âlimleri bu zâtın o olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamber efendimizden tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullah’ın nurları ile aydınlattı, bid’atleri temizleyip İslâm dînini ihyâ etti. Başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere daha birçok yanlış anlaşılan meseleleri gâyet açık bir şekilde izah ederek insanların zihinlerini ve kalplerini yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi; hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamber efendimizin, hak, doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını her yere yaydı. Genç, ihtiyar, herkes ve birçok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defâ Müceddîd-i Elf-i Sânî ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî’dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu methetmiş, övmüştür.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin talebelerinden biri şöyle nakleder: “Bütün yazılarımızı, âhir zamanda gelecek olan hazret-i Mehdî’nin okuyacağı ve hepsini makbul bulacağı bize bildirildi.” buyurdu.

Son asırda gelen dini tecditle vazifeli Üstad Bediüzzaman hazretleri de İmam-ı Rabbani hazretlerine “Benim bir üstadım olan İmam-ı Rabbani” şeklinde ifade kullanmıştır. Gençliğinde  kimin arkasından gideceği mevzusunda mütehayyir kalınca, İmam-ı Rabbânî ona gaybî bir tarzda; “Tevhidi kıble et!” buyurmuşlardır.Üstad Bediüzzaman hazretleri; “Hakiki tevhidi kıble Kur’an ile olur” diyerek, i’cazı Kur’an’ın neşrine ve tecdit hareketine başlamıştır. (Bediuzzaman Said Nursi, Mektubat, 28. Mektub, s:400)

İşte bu büyük zât ta devrin Firavunları tarafında çile işkenceye tabi tutulmuş ve hapsedilmiştir.

Çile büyüklerin şe’nidir. Bizler kim oluyoruz ki…

Nesillerimizin onu tanımasını diliyor ve şefaatini talep ediyoruz.

                                                                                                          Necdet İÇEL
 


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

                                  HURÛF-EBCED-CİFİR Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede yararlı olduğu iddiasına dayanan sözde bir ilim. Literatürde daha çok ilmü’l-hurûf olarak geçmektedir. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında, daha sonraları yahudi, hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür. Grek filozofları arasında da bu telakki zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor , âlemin ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür. Kaynaklarda Aristo’nun bile sayı ve harflerin esrarıyla ilgili bir eser yazdığı kaydediliyorsa da Arapça’da Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse denilen bu kitabın uydurma...
HELÂK OLMA SEBEPLERİ Hz. Nuh aleyhisselam devrinden günümüze kadar pek çok kavimler helâk olmuşlardır. Allah onların yerine başkalarını getirmiş ve bu kanun sünnetullah olarak, cebri determinizm içerisinde devrimize kadar devam etmiş gelmiştir. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur prensibiyle diyebiliriz ki, daha önceki kavimleri helâk eden sebepler ne ise, bugün de aynı sebepleri yaşayanların da sonuçları benzeri gibi olacaktır. Allah’ın gücü, kavimleri helâk ettiği gibi aynı sebepleri yaşayan bugünkü toplumları helâk etmeye de gücü yeter: “De ki: Allah’ın gökten ve yerden size azap göndermeye gücü yeter…” (En’am:65) Allah kavimlerin başına felâketler gönderirken -hâşâ- Onlar’a zulmetmez: “Şüphesiz ki, Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler…” (Yunus:44) Helâk olanlar şu sebeplerle helâk olmuşlardır: Helâk olmanın en önemli ve birinci sebebi bütün çeşitleriyle zulümdür. Özellikle idareciler halkına zulmediyorlarsa felâketleri...
                         BEŞİNCİ LEM’A   “…HASBÜNALLÂHU VE Nİ’MEL VEK Ȋ L” (Âl-İ İmran:173)        “Onlar (o mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, 
 bu söz onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler.” 
 (Âl-i İmrân:173) Üstad hazretleri Risale-i Nur’u te’lif ederken bazı yerleri isim verdği halde telif etmemiştir.Bunlardan birtanesi de 5.Lem’adır.Keşke 5.Lem’ayı te’lif etseydi ve İbrahim aleyhisselâmın “ hasbî ve halîl olma” kahramanlığını bütün yönleriyle öğrenme şansına sahip olabilseydik. Çünkü bizim mesleğimiz (21.Lem’ada da anlatıldığı gibi) haliliyedir.Halil olan da ‘Halilullah’ makamının sahibi Hz.İbrahim aleyhisselâmdır. Halîlullah olan (Allah’ın dostu) İbrahim aleyhisselâm, hasbî’ni...