CENAB-I HAKK’IN “MUDÎL” İSMİNİN ÂHİRETTE TECELLİSİ NASIL OLACAK?
Cenab-ı Hakk’ın esmasının tecellilerinin bu dünyada olduğunu biliyoruz. Yani bu dünyadaki eşya O’nun (cc) isimlerinin zıllinin zıllinin zıllidır olarak öğrendik. Bu mübarek isimlerin asılları ile ahirette daha iyi tanışacağımızı bir sohbette dinlemiştim. Ama aklıma takılan (bir isimle alakalı) bir soru sormak istiyorum: Cenab-ı Hakk’ın “Mudîl” ismi bu dünyada O’nun (cc), hakkında hidayet dilemediği kimselerde tecelli ettiğini düşünürsek bu isim ahirette cennettekilere de aslıyla tanıştırılır mı? Eğer öyleyse Cennet’e nasıl bir keyfiyetle? Yoksa cehennemde mi ehl-i dalalet o isimle tanışır? Bu ismin ahiret tecellisi nasıl olabilir? İnşallah haddimi aşan bir soru sormamışımdır”
Sorunuzda tashihe ihtiyacı olan bazı noktalar var. Fakat doğrudan doğruya son noktada sorduğunuz soru üzerinde durmak istiyorum.
Cenab-ı Hakk’ın isimleri; Celâlî ve Cemâlî isimleri diye ikiye ayrılır. Allah ism-i hassı, ism-i Zat’tır. Câmi bir isimdir. Azamet ifade etmesi yönüyle ism-i Celâl olarak ifade edilmiştir. Bunun dışında da Celâlî isimler ve tecellileri, Cemali isimleri ve tecellileri olarak ele alınmıştır.
CELÂLÎ İSİMLERİ:
El-Melik, El-Azîz, El-Cebbâr, El-Mütekebbir, El-Kahhâr, El-Kâbıd, Er-Râfi’, El-Muîz, El-Müzill, Es-Semî’, El-Basîr, El-Hakem, El-Azîm, El-Aliyy, El-Kebîr, El-Mukît, El-Hasîb, El-Celîl, El-Bâis, El-Kaviyy, El-Metîn, El-Mübdî’, El-Mümîd, El-Kayyûm, El-Kadîr, El-Muktedir, El-Mukaddim, el-Muahhir, El-Evvel, El-Ahir, Ez-Zâhir, El-Batın, El-Müntakîm, Malik’ül-Mülkü, Zülcelâli vel İkram, El-Müteâlî, El-Muksit, El-Ganîyy, El-Muğnî, Ed-Dârr, Es-Sabûr ve hâ kezâ…
CEMÂLÎ İSİMLERİ:
Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Kuddûs, Es-Selâm, El-Mü’min, El-Müheymin, El-Hâlık, El-Bârî, El-Musavvir, El-Gaffâr, El-Vehhâb, Er-Rezzâk, El-Fettâh, El-Alîm, El-Bâsıd, El-Hafîz, El-Adl, El-Latîf, El-Habîr, El-Halîm, El-Gafûr, Eş-Şekûr, El-Kerîm, Er-Rakîb, El-Mucîb, El-Vâsî’, El-Hakîm, El-Vedûd, El-Mecîd, Eş-Şehîd, El-Hak, El-Vekîl, El-Hamîd, El-Muksi, El-Muîd, El-Muhyî, El-Hayy, El-Vâcid, El-Mâcid, el-Ehad, Es-Samed, El-Berr, Et-Tevvâb, El-Afuvv, Er-Raûf, El-Vâlî, El-Câmî’, El-Mâni’, En-Nâfi’, En-Nûr, El-Hâdî, El-Bedî’, El-Bâkî, El-Vâris, Er-Reşîd ve hâkeza...
Kur’an-ı Kerim’de geçen Esma-i Hüsna içinde doğrudan doğruya El-Mudill ismi geçmemektedir.
Ancak Kur’an-ı Kerim’de yedi ana mana grubunda toplayabileceğimiz, 193 defa “Dalâle” kelimesi, iştikaklarıyla beraber kullanılmıştır.
Her şeyi yaratan Allah olduğundan, elbette Dalâleti de yaratan da (yani; Mudil) O’dur.
Dalâlet:
Yolunu şaşırma; kaybolma; azma; sapkınlık ve batıla yönelme. Ayrıca, helâk olmak, batıl şey ve unutmak manalarına geldiği gibi bilerek veya bilmeyerek, az veya çok doğru yoldan sapmak anlamlarına da gelir. Nitekim “dâll” ve “dalâl” hem peygamberler hem de kâfirler için kullanılmıştır: “(Kardeşleri) dediler ki: Yusuf ile kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir. Hâlbuki bizler birbirine bağlı bir toplumuz. Herhalde babamız apaçık bir hata (dalâl) içindedir.” (Yûsuf: 8)
Ayette görüldüğü gibi, hata kelimesi “dalâl” ile ifade edilmiştir.
Duhâ suresinde de Hz. Peygambere hitaben; “Seni şaşırmış bulup da yol göstermedi mi?” (Duhâ:7) buyrulmaktadır. Buradaki şaşırma kelimesi de Kur’ân’da “dâll”, yani yolunu kaybetmiş, şaşırmış demektir.
Dilimizde dalâlete, sapmak, sapıklık ve sapkınlık denir. Dalâl, bazen gafletten ve şaşkınlıktan doğar. Bu münasebetle dalâl; gaflet, şaşkınlık, kaybolma ve helâk olma manalarında da kullanılır.
Aslında dalâl, yoldan sapmak demek olduğu gibi, aklî sapma anlamlarında da kullanılmıştır. Biz de dalâlet ve sapkınlığı batıla düşmeyi sadece dinde; dalâl ve sapıklığı da akıl ve sözde kullanırız. Dâll kelimesinin çoğulu olan “dâllîn”, tam manasıyla, sapkınlar demektir.
“Kim imanı küfürle değiştirirse şüphesiz dosdoğru yoldan sapmış olur.” (Bakara: 108)
“Allah’a ortak koşan kimse şüphesiz derin bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisa: 116)
“Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin kadın ve erkeğin o işlerinde seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resulü’ne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb: 36)
Yukarıdaki ayetler, ister mümin olsun ister kâfir, Allah’ın ve Rasulü’nün emir ve teklifleri karşısında inat edip ondan deliller ve harikulâde şeyler istemek suretiyle Hz. Peygamber’i (sas) müşkül durumda bırakmaya çalışmalarının onları doğru yoldan sapmış kimseler olarak nitelendirmeye götüreceğini ihtar etmektedir.
“İbrahim, babası Azer’e: Sen bir takım putları ilâhlar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni ve milletini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum demişti.” (En’am: 74)
Hâlbuki Hz. İbrahim Kur’ân’ın ifadesiyle yumuşak, müsamahakâr, temiz huylu ve halîm birisidir. Fakat akide söz konusu olunca, ne babalık kalır ne de evlâtlık... Dalâleti seçenlere karşı tavır budur.
“... Allah, müminlere lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce apaçık bir (dalâl) sapıklık içindeydiler.” (Âli İmran: 164)
Daha önce, tasavvurda, itikatta, hayatî mefhumlarda, gaye ve yönelişlerde, âdet ve gidişatta, nizam ve prensiplerde dalâlet; sosyal ve ahlâkî yaşayışta da sapıklık içindeydiler. Allah, lütufta bulunarak onları, sapıklıktan doğru yola çıkarmıştır:
“Ey Muhammed! Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilenlere inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğutun önünde yargılanmak isterler. Oysa onu reddetmekle emr olunmuşlardı. Şeytan onları derin bir sapıklıkla saptırmak ister.” (Nisa: 60)
İşte iman ettiğini söyleyip; Hakk’ın önünde muhakeme edilmeye çağrılınca, tâğutun hükmünü Hakk’ın hükmüne tercih edenler, gerçekte şirk ve apaçık bir sapıklık içindedirler. Şeytan da, onların, bu sapıklıklarında daha da derinleşmelerini ister ve nitekim çoğu zaman başarır.
Dalâlet kelimesinden geçişli olarak türetilen “idlâl” da saptırmak anlamına gelir. Şöyle ki: “Onlardan bir güruh seni saptırmaya yeltenmişti. Onlar yalnızca kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler.” (Nisa: 113)
Rivayete göre Medine yerlilerinden Ta’me, bir komşusunun zırhını çalmış, bir un dağarcığına saklayarak getirip, bir Yahudi’nin evine gizlemişti. Ta’me’yi sıkıştırdılar. O, Müslüman olmasına rağmen yemin etti. Yahudici sorguya çektiler. O da: Bunu bana Ta’me verdi dedi. Bazı Yahudiler de şahitlik ettiler. Zaferoğulları Rasûlullah’a gelip Ta’me’yi beraat ettirmesini söylediler. Ta’me’nin yemini karşısında düşündü; arkasından yukarıdaki ayet indi.
Dalâletin unutma ve yanılma anlamına geldiği de olur. Aşağıdaki ayet buna bir örnektir: Borç verirken yazılmasını ve şahit getirilmesini isteyen ayet, devamla; “Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden olmak üzere bir erkekle iki kadın gösterin ki, onlardan biri yanılırsa diğeri onu düzeltsin.” (Bakara: 282) Görüldüğü gibi burada yanılma olarak tercüme edilen kelime Kur’ân’da “dalâlet“ ten türeyen, “dallet” sözcüğüdür.
Peygamber’in (sas) hadislerinde de, sapıklığın dalâlet olarak geçtiğini görmek mümkündür. Bir örnek olmak üzere aşağıdaki hadisle yetinelim:
“Sonradan uydurulan şeylerden sakınınız. Çünkü sonradan uydurulan her şey bid’attır ve her bid’at sapıklık. (dalâlettir)” (Ebû Dâvûd, es-Sünne, 5)
“Bismillahirrahmânirrahîm’in” tefsirinde de ifade edildiği gibi; Allah ism-i Celâlî’nden sonra, Cemali tecelli silsilesini ifade eden Er-Rahman – Er-Rahim’in zikirlerini icap eden münasebetlerden birisi şudur ki: Lafza-i Celâl’den, Celâl silsilesi tecelli ettiği gibi bu iki sıfattan dahi cemal silsilesi tecelli ediyor. Evet, her bir âlemde emir ve nehiy sevap ve azap… terğîb ve terhîb… tesbih ve tahmîd… havf ve reca gibi pek çok fûruat, celâl ve cemalin tecellisiyle teselsül ede gelmektedir. (İşarâtül-İ’caz, shf: 14)
Cenab-ı Hakk’ın Celâlî ve Cemâlî tecellileri bu dünyada iç-içe tecelli ettiği için, bazen Celâlde-Cemal, bazen da Cemalde Celâl tecellileri olduğundan, varlıklar da iç-içe ve zıtlıklarıyla yaratılarak bu âlemde bulunmaktadırlar.
Evet, bu âlemde her şey zıtlıklarıyla vardır. Bu zıtlıklar iç-içe girerek birbirlerinin derece ve derekelerini de ortaya çıkarmışlardır.
Soğuğun derecesi sıcaklığın içine girmesiyledir. Acının derekesi tatlının içine girmesiyledir.
“Eşya zıddıyla bilinir.” kaidesince âlemde her şey zıtlıklarıyla akıp-akıp kayıp-kayıp diğer bir âleme doğru gitmektedirler.
Öbür âlemde bu zıtlar tasfiyeye tabi tutulacaktır. Celâlîsinden, Celâlî tecellilerin olduğu varlıklardan cehennem, Cemâlîsinden de Cennet arz-ı endam edecektir.
Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır. Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakili aşağı tarafında; nuranîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır. Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsulât-ı maneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsulâtın nev’ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir. Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu’ ettiği yerdedir. Yani habîsatı ve müzahrefatı esfelde, tayyibatı ve safiyatı a’lâdadır. Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise, her yerde olabilir. Rahman-ı Zülcemâl ve Kahhar-ı Zülcelâl nerede isterse tecelligâhını açar. (Bediüzzaman, Mektubat, shf: 6)
Allah’ın fiilî isimlerinden olan “El-Mudill“ ismi de Celâlî tecelli olduğundan o silsile Cehennem olarak arz-ı endam edecektir.
Cennettekilerde “El-Hâdî” ismi tecelli etmiş olarak diğer Cemâlî tecellilerin tecelligahı olan Cennet’te olacaklardır.
Yalnız, “El-Mudill” ismiyle ehl-i dalâlet olan kimselerin affedilerek cennete gitme ihtimali de vardır. Efendimiz (sas) sordular; Ya Resulallah “Dâllin” hakkında Allah’ın hükmü nedir? Efendimiz (sas) Allah isterse affeder isterse azap eder buyurdular. Bu haşirde olacaktır. Veya ehl-i dâlâlet Cehennemde iken afv veya safh veya mağfiret veya Merhamet-i ilahiye ile kurtulup cennete dahil olabileceklerdir.
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder