Ana içeriğe atla

         ÂL-İ MUHAMMED = EHL-İ BEYT'İN FAZİLETİ

Yezid İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah'ın Kitabı'dır. Semadan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim'dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün(Tirmizi, Menakıb: 77, (3790); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/328-329).

Tibi, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in Kur'an-ı Kerim'le Ehl-i Beyt'ini birbirinden ayrılmaz ikiz kardeşler olarak takdim edip, ümmettten her ikisi hakkında da iyi muamele taleb ettiği, "Onların hakkını kendi nefislerinize tercih edin" demek istediğini belirtir.

Tibi şu noktaya da dikkat çeker. Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) bu tavsiye ile, ümmetini, Cenab-ı Hakk'ın emri olan şükür vazifesini edaya çağırmış olmaktadır. Çünkü şu ayet, mü'minlere olan in'am ve ihsanına mukabil eda edilmesi gereken şükran borcunu Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselam)'in Al-i Beyti'ne muhabbet ve sevgi şartına bağlamaktadır: "(Habibim) de ki: "Ben bu (tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükafaat istemiyorum" (Şura: 42/23).

Ayette geçen ve akrabalık diye tercüme ettiğimiz el-Kurba kelimesinden çıkarılan manalardan biri Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in yakınları, yani Al-i Beyt'idir. Yukarıda belirtilen hadis-i şerif'in bu ayeti tefsir edici mahiyette olduğu, bu maksatla irad buyrulduğu ulemamızca belirtilmiştir.

"Öyle ise, demiştir ulema, Resulullah (aleyhissalatu vesselam) ümmeti, nimete karşı nankörlük etmemeye çağırıyor. Kim bu vasiyeti yerine getirir, mezkur iyiliğe -Kur'an ve Al-i Beyt hakkında iyi davranmak suretiyle- şükran borcunu öderse, Havz-ı Kevser'in başına gelinceye kadar kıyamet safhalarında birbirlerinden hiç ayrılmayacak olan bu ikizler, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a o şahıs hakkında davranışlarıyla ilgili lehte şehadette bulunacaklar. O zaman Resulullah (aleyhissalatu vesselam) onu bizzat mükafatlandıracağı gibi, Cenab-ı Hakk da en uygun mükafaatla mükafaatlandıracaktır. Kim de Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselam)'in bu vasiyetini yerine getirmez, Kur'an ve Al-i Beyt'inin hukukuna saygılı olmamak suretiyle mazhar olduğu iman ve İslam nimetinin şükrünü ödemezse, hakkında, bu açıklananın aksi bir hüküm verilecek, nankör muamelesine maruz kalacaktır.

Hadisin Müslim'de gelen bir vechi şöyledir:

"Ey insanlar, bilesiniz ki: Ben bir beşerim. Rabbim'in elçisinin (Azrail aleyhisselam) gelmesi ve davetine icabet etmem zamanı yakındır. Ben size iki kıymetli şey bırakıyorum: Birincisi Kitabullah'tır, içerisi nur ve hidayet doludur. Allah'ın Kitabı'nı alın ve ona dört elle sarılın."

-Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Kur'an-ı Kerim'e birçok teşviklerde bulunduktan sonra devamla dedi ki: "Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum..."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/329-330.)

                                                                                  *****

KEVSER SURESİ


 Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bir gün mecsidde iken hafif bir uyku kestirmesi yaptı, sonra gülerek başını kaldırdı. Kendisine:

"- Ey Allah'ın Resulü, niçin gülüyorsunuz?" diye sorulunca:

"- Bana az önce şu  sure nazil oldu" deyip besmele çekti, sonuna kadar Kevser suresini okudu:

"- Bismillahirrahmanirrahim, Ey Muhammed! Doğrusu sana pek çok nimet vermişizdir. Öyleyse Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan kimsedir" (Kevser 1-3).

Resulullah kıraatı tamamlayınca sordu:

"- Kevser'in ne olduğunu biliyor musunuz?"

Biz:

"- Allah ve Resulü bilir" dedik.

Resulullah (aleyhissalatu vesselam) açıkladı:

"- Bu bir nehirdir. Rabbim onu bana vadetmiştir. O nehir üzerinde pek çok hayırlar var. Bu bir havuzdur da. Kıyamet günü ümmetim onun başında (su içmek üzere) toplanacak. Bu havuzdaki maşrapalar gökteki yıldızlar kadar çoktur. Derken içlerinden bir kul çıkarılıp atılacak. Ben müdahale edip: "Ey Rabbim (onu niye atıyorsun) o benim ümmetimdendir?" diyeceğim. Ancak Cenab-ı Hakk: "Bunlar senden sonra ne bid'atler işlediler senin haberin yok" diyecek." [Buhari, Tefsir, İnna a'taynake'lkevser 1, Rikak 53, Müslim, Salat 53, (400); Tirmizi,Tefsir, Kevser (3357), Ebu Davud, Sünnet 26, (4747, 4748); Nesai, Salat 21, (2, 133, 134).]
  
Kevser kelimesi lügat olarak kesret kökünden gelir ve çokluk, ifrat derecede çokluk manasına gelir. Ancak ayette ifade ettiği mana hususunda farklı  rivayetler gelmiş, yirmiden fazla değişik yorumu ifade edilmiştir.

1- Yukarıdaki hadisin de ifade ettiği üzere kevser, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a verilmiş olan cennetteki bir nehrin adıdır. Başka hadisler bu nehirle ilgili tavsifi  zenginleştirir:  "Kenarlarında, içleri boş inciden kubbeler vardır. İçinden misk-i ezfer çıkar, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı, boy ve genişliği meşrık ve mağrib arası kadar, derinliği yetmiş bin yıllıktır. Suyundan içen bir daha susamaz, ondan abdest alan ebediyen perişan olmaz, bana olan ahdini bozan, benim ehl-i beytimi katleden ondan içemez."

2- Bazı rivayetler "kevser"in bir havuz olduğunu söyler. Havuz ve nehir aynı şey midir, ayrı şeyler midir üzerinde durulmuş, münakaşa edilmiştir. Umumiyetle havuzun nehirden ayrı olduğu kabul edilir. Havuz mahşerdedir, nehir cennette. Üstelik diğer peygamberlerin de havuzu olduğu kabul edilir, ama Kevser nehri Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a hastır.

3- Kevser için, Hz.Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e verilen nübüvvet şerefi denmiştir ki,  nübüvvetle bahşedilen bütün hayırlar bunun içine girer: "Faziletleri, yüce ahlakı, Kur'an-ı Kerim, tevhid, İslam, ilim, hikmet, mucizeler...

Bunların herbiri hayr-ı kesir olduğu için kevser mefhumuna dahildir" denmiştir.

4- Kevser'den maksad, "ümmetin ulemasıdır" da denmiştir. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) için bu da bir şeref vesilesidir. Çünkü O'nun ümmetinden sayısız alimler, müçtehidler yetişmiştir. Müçtehidler, tağyire uğramamış, vahiyden alınmış naslara dayandıkları için, içtihadlarında isabet etmişlerdir. Nadir hata edenler de, iyi niyetle hareket ettikler için onlar dahi  me'curdurlar. Birçok peygamber kıyamet günü pek az etbaı ile gelirken Resulullah (aleyhissalatu vesselam) peygamberlerin varisleri durumunda olan öyle alimlerle gelecektir ki bir tek alimin çok sayıda etbaı bulunacaktır ve hepsi Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın etrafında toplanacaktır.

5- Kevser'den maksad Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e tabi olanların çokluğudur.Vakıa suresinin 13-14 ve 39-41. ayetlerinin tefsiri zımnında müfessirlerin kaydettikleri sahih hadislere göre, cennet ahalisinin yarıdan fazlasını Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın ümmeti teşkil edecektir.

6- Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın  nesl-i mübareklerinin yani Al-i Beyt'in çokluğu. Kevser suresi bunu da müjdelemektedir. Çünkü asıl nüzul sebebi biraz da buna dayanır. Müteakip rivayette görüleceği üzere, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın erkek evladı ölünce As İbnu Vail, Ebu Cehl, Ukbe İbnu Ebi Muayt  gibi bazıları, "O ebterdir" yani nesli kesiktir diye şamata yapmışlardır, bu durum da Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'i üzmüştü. Cenab-ı Hakk bu esnada Kevser suresini indirerek: "Düşmanlarının zannettiği gibi oğulların ölmesiyle neslin kesilecek değildir.  Bilakis sana zamanın geçmesiyle artacak pek çok nesil vereceğiz" demek olur. Nitekim Al-i Beyt'ten İslam ümmetinin nice velileri, manevi liderler yetişmiş, bulundukları asırları  nurlandırmışlardır.

Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a verilen kevser yani "hayr-ı kesir"le bu kaydedilenlerin hepsi maksud olabilir, birini tercihe gerek yok. Allahu a'lem.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/411-412.)

                                                                     *

 ÂL-İ MUHAMMED ALEYHİSSELÂM

Resulullah'a okunan salatda sadece Efendimiz'e değil, onun aline de salat ve selam ediyoruz. Acaba al-i Muhammed kimlerdir?

* Bu meselede de ulema ihtilaf eder. Bir görüşe göre ehl kelimesinden gelen al kelimesi, aile manasına gelir. Al-i Muhammed deyince bazı alimler Resulullah'ın sadaka haram olan yakınlarını anlamıştır. İmam Şafii ve Cumhur bu görüştedir. Nitekim Resulullah, Hasan İbnu Ali'ye "Biz al-i Muhammed'iz, bize sadaka helal olmaz" buyurmuştur. Aslında bunlar hakkında da ihtilaf edilmiştir.

* Ahmed İbnu Hanbel: "Teşehhüd hadisindeki al-i Muhammed'den murad ehl-i beytidir" demiştir.

* Al-i Muhammed'den muradın Resulullah'ın zevceleri ve zürriyeti olduğu da söylenmiştir. Ancak, bir kısım alimler buna itiraz ederek, al-i Muhammed'e her üçüncü de (yani zevceler, zürriyet ve sadakanın haram edildiği yakınları) girdiğini belirtmişlerdir. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den gelen bir rivayet bu üç grubu da al-i Muhammed olarak zikretmiştir. "Öyle ise, hadisi rivayet eden raviler, bunlardan bazısını unutarak zikretmeyi ihmal etmiştir. Çünkü her biri ayrı ayrı rivayetlerde zikredilirler..."

* Bazı rivayetlerde Al-i Muhammed tabiriyle sadece Resulullah'ın zevceleri kastedilmiştir.

* Bazı rivayetlerde, sadece zürriyet sözüyle hususan Hz. Fatıma'nın nesli kastedilmiştir.

* Al-i Muhammed bütün Kureyş'tir diyen de olmuştur.

* Al'den murad "bütün ümmet"tir diyen olmuştur. Bu sonuncu görüşü İmam Malik'in, Ezheri'nin, bir kısım Şafiilerin benimsediğini; Şerhu Müslim'de Nevevi'nin tercih ettiği, el-Kadı Hüseyin ve Ragıb gibi bazılarının ittika ile kayıtlıyarak "ümmetten muttaki olanlar" dediklerini belirtirler... Bu görüşü te'yid eden ayet ve hadisler zikredilmiştir:    إِنَّ اَوْلِيَاؤهُ إَِّ الْمُتَّقُونَ   "Onun dostları ancak muttakilerdir" (Enfal 34) buyurulmuştur. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) da    إِنَّ اَوْلِيَائِى مِنْكُمُ   الْمُتَّقُونَ  "Sizden benim dostlarım, müttaki olanlarınızdır" buyurmuştur.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/140.)


Resulullah'a salavat okurken: "Allah'ım, Muhammed'e ve Muhammed'in aline salat et, tıpkı İbrahim'e ve İbrahim'in aline salat ettiğin gibi..." denmektedir. Burada Hz. İbrahim'in öncelikle zikredilmiş olması, yani, Cenab-ı Hakk'tan Peygamberimiz için salat taleb ederken, "İbrahim'e  salat yaptığın gibi..." denmiş olması ulema arasında ihtilaf mevzuu olmuştur. Resulullah (aleyhissalatu vesselam), Hz. İbrahim ve onun alinden de efdal olduğu halde, Hz. İbrahim ve ali daha efdal imişçesine, onlara atfen Peygamberimiz ve ali için salat taleb ediyoruz?

Bu sorunun cevabına geçmeden hemen belirtelim ki, okunan duada Hz. İbrahim ve alinin Cenab-ı Hakk'ın tebciline mazhariyetleriyle ilgili ihbar Kur'an-ı Kerim'in bir ayetine işaret etmektedir: "...Ey ehl-i beyt, Allah'ın rahmeti, bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphe yok ki O, asıl hamde layık, hayr u ihsanı çok olandır" (Hud 73). Meseleye getirilen açıklama ve cevaplara gelince, bazıları şöyledir:

* Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın bu ifadesi, kendisinin Hz. İbrahim (aleyhisselam)'den efdal olduğunu bilmesinden önceye aittir.

* Bunu tevazu için söylemiştir.* Teşbih burada, kadr u kıymette değil, asıldadır. Nitekim Kur' an'da bunun örnekleri var: "Sizden öncekilere oruç farz kılındığı gibi size de farz kılındı" (Bakara 183); "Nuh'a vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik" (Nisa 163).

* Burada teşbih, nakısı kamile benzetme değil, meşhur olmayanı meşhur olana (bilinene) ilhak nev'indendir.

* Burada teşbih, Hz. Peygamber ve aline olan salatın tamamı ile Hz. İbrahim ve aline olan salatın tamamı arasında yapılmıştır. Hz. İbrahim'in aline pek çok peygamberin dahil olduğu düşünülecek olursa, kendisine benzetilmenin (müşebbeh bih), bu nokta-i nazardan daha kavi olduğu anlaşılır. Burada söylenmek istenen şudur: Hz. İbrahim'in neslinden pek çok peygamber gelmiştir. Hz. Peygamber'in neslinden veliler gelmiştir, ama peygamber gelmeyecektir. Peygamber'in fazileti, velilerin faziletinden üstün olduğuna göre, Hz. İbrahim'in fazileti, neslinden gelen peygamberlerin mazhar olduğu faziletlerle birlikte toplanınca, bu daha fazla gelir. Hatta bu nokta-i nazardan, Hz. Peygamber ve ali'ni de Hz. İbrahim'in ali arasında mütalaa edebiliriz, çünkü neslen ona dayanmaktadır. İbnu Abbas'tan, "Muhammed, al-i İbrahim'dendir" hadisi rivayet edilmiştir.

* Hz. Peygamber'in bu duadan muradı, kendine verilen nimetin tamamlanmasıdır, tıpkı Hz. İbrahim'e tamamlandığı gibi.

Bunlardan ve kaydetmediğimiz diğer bütün görüşlerden her birinin bir haklılık yönü vardır. Meseleyi tahlil edenler umumiyetle, Hz. Peygamber ve alinin faziletleriyle, Hz. İbrahim ve alinin faziletlerini toplam olarak nazar-ı dikkate almak ve hatta Hz. Peygamber'i de -kıyamete kadar mazhar olacağı faziletlerle birlikte- Hz. İbrahim'in faziletleri meyanında mütalaa ederek bu teşbihi değerlendirmek gerektiği görüşünü kuvvetli ve isabetli bulmaktadırlar. Doğruyu Allah bilir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları:7/141-142.)

                                                     **
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a "Ehl-i Beyt'inden hangisini en çok seviyorsun?" diye  sorulmuştu.

"Hasan ve Hüseyin!" diye cevap verdi. Hz. Fatıma (radıyallahu anha)'ya:

"Benim oğullarımı bana çağır!" emreder, onları getirtip koklar, kucaklardı." [Tirmizi, Menakıb, (3774).]

                                                                                   *****

 Ya'la İbnu Mürre anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim. Allah Hüseyin'i seveni sever. Hüseyin "esbat"tan biridir." [Tirmizi, Menakıb, (3777); İbnu Mace, Mukaddime, (144).]


1- Esbat, "sıbt"ın cem'idir. Sıbt, çocuğun çocuğu (torun) manasına gelir. Bu manadan bakınca hadis: "Hüseyin evladımın evladlarındandır"  manasını ifade eder. Böylece, Hz. Hüseyin'in kendinden bir parça olma keyfiyetini te'kid etmiş olmaktadır.

2- Sıbt, Kur'an-ı Kerim'de kabile manasına da kullanılmıştır. "Biz İsrailoğullarını oniki kabileye ayırdık." (A'raf 160) ayetinde bu manadadır. Alimler hadiste, Hz. Hüseyin neslinden ayrı bir cemaatin meydana geleceğinin ihbar edildiğini anlamıştır.  Nitekim o nesilden pek çok insan meydana gelmiş, İslam aleminin her tarafında İslami hizmetlerin başını çeken insanlar o mübarek şecere-i nuraniyenin meyveleri olarak başkalıklarını hissettirmişlerdir.

3- en-Nihaye'de sıbt kelimesinin ümmet manasına geldiği  belirtilir. Bu durumda hadis, Hz. Hüseyin'in soyundan, hayırda giden bir ümmet hasıl olacağını haber vermiş olmaktadır. İbnu'l-Esir el-Cezeri açıklamasına devamla, Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın evladlarından hasıl olan  esbatın, Hz. İsmail'in evladlarından hasıl olan kabileler menzilesinde olduğunu ifade eder.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/492)

                                                                                                   **


 Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Hasan ve Hüseyin, cennet ehlinin iki gencidir." [(Tirmizi, Menakıb, (3778).]

                                                                                               **

        Abdullah İbnu Şeddad, babası (radıyallahu anh)'tan naklediyor. Der ki: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) iki akşam namazının(yani akşam ve yatsının) birinde yanımıza geldi. Hasan veya Hüseyin'den birini taşıyordu. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) öne geçip çocuğu yere bıraktı. Sonra tekbir getirip namaza durdu. Sonra namaz sırasında uzunca bir secde yaptı."

Babam devamla dedi: "(Secde çok uzadığı için) başımı kaldırıp baktım. Bir de ne göreyim! Secdede olan Resulullah'ın sırtına çocuk binmiş duruyor. Ben hemen secdeme döndüm. Namaz bitince, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a cemaatten:

"Ey Allah'ın Resulü! Namaz sırasında öyle uzun bir secde yaptınız ki, bir hadise meydana geldi zannettik veya sana vahiy indi zannettik!"  diye soranlar oldu.

"Hayır! dedi, "bunlardan hiçbiri olmadı. Velakin, oğlum sırtıma bindi. Ben, acele edip hevesi geçmeden sırtımdan indirmeyi uygun bulmadım (kendisi ininceye kadar bekledim)." [Nesai, İftitah 83, (2, 229, 230).]

                                                                                    **


 Ensar'dan bir kadın Selma (radıyallahu anha) anlatıyor: "Ümmü Sele'nin yanına girdim, ağlıyordu.

"Niye ağlıyorsun!" diye sordum. Bana şu cevabı verdi.

"Şimdi Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ı rüyamda gördüm. Başında ve sakallarında toprak vardı. "Neyiniz var, Ey Allah'ın Resulü?"  dedim, "Az önce Hüseyin'in öldürüldüğüne şahid oldum" buyurdu." [Tirmizi, Menakıb, (3774).]

                                                                                       **


Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ubeydullah İbnu Ziyad'a Hz. Hüseyin (radıyallahu anh)'ın başı getirildi. Elindeki çubuğun ucuyla burnuna  dürtüyor ve:
"Bu kadar güzelini de hiç görmedim!" diyordu. Ben de:"O, (Al-i Beyt arasında) Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a en çok benzeyeni idi" dedim." [Buhari, Fezailu'l-Ashab 22; Tirmizi, Menakıb, (3780).]
                                                                     *

Ubeydullah İbnu Ziyad İbni Ebi Süfyan, Kufe'de Yezid İbnu  Muaviye'nin valisi idi.  Hz. Hüseyin onun valiliği sırasında şehid edilmişti.

                                                                ***

 Ammar İbnu Umayr (rahimehullah) anlatıyor: "Ubeydullah İbnu Ziyad ve arkadaşlarının kellesi geldikçe Kufe'nin Rahabe mahallesinin mescidinde üst üste dizildi. (Seyirci  kalabalığı) ben de yaklaştım.
"Geldi! Geldi!" diyorlardı. (Ne idi bu gelen? Merak edip daha da yaklaştım). Meğerse bir yılanmış. (Nerden geldiyse) gelmiş, kelleler arasına girip (kayboluyor, tekrar) çıkıyordu. Derken Ubeydullah İbnu Ziyad'ın burun deliğine girdi ve orada bir müddet kaldı. Sonra çıkıp gitti ve kayboldu. Biraz sonra kalabalık tekrar bağırmaya başladı.

"Yine geldi! Yine geldi!"

Bu hal iki veya üç kere tekerrür etti." [Tirmizi, Menakıb, (3782).]


1- Son on rivayet Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in menkibeleriyle ilgilidir. Müellifimiz, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın bu iki torununun menkibelerini beraber  sunmuş, ayırmamıştır. Buhari'de dahi, onlar için bir bab ayrıldığını görmekteyiz. Bu birliğin sebebini İbnu Hacer bu iki zat'ın "bir çok menkibelerde müşterek olmalarıyla" açıklar. Muhtelif rivayetlerde raviler bir menkibe anlatırken menkibenin kahramanı "Hasan" mı, "Hüseyin" mi tereddütlü olarak kaydederler. Bunlar, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın mübarek başlarındaki iki sevgili gözleri mesabesindedir, ayrılmaları mümkün değildir.

Hz. Hasan, Hicretin üçüncü yılında Ramazan ayında Medine'de doğmuş, elli senesinde  zehirlenerek öldürülmüştür.

Hz. Hüseyin ise Hicri dördüncü yılın Şa'ban ayında dünyaya  gelmiş, altmışbir senesinde Kerbela'da Aşura gününde şehid edilmiştir.

Öldürülme hadisesi şöyle olmuştur. Hz. Muaviye (radıyallahu anh), oğlu Yezid'i yerine halife tayin ederek  vefat edince, Kufeliler Hz. Hüseyin'e yazarak kendisinin emrinde olduklarını bildirirler. Yezid İbnu Muaviye'ye biat etmemiş olan Hz. Hüseyin, Medine'den ayrılıp Mekke'ye gelir. Yezid'e biat etmeyenler arasında Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anh) gibi başka büyükler de var. Hz. Hüseyin, Kufeliler'in mektubunu Mekke'de alır. Kufe'ye gitmek için yol hazırlığı yapar. Kardeşi Muhammed İbnu'l-Hanefiyye, İbnu Ömer, İbnu Abbas gibi birçok rey ehli zevat, Kufe'ye gitmesini tavsiye etmezler. Ancak Hz. Hüseyin: "Rüyada Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ı gördüm. Bana bir emirde bulundu, ben onu yerine getireceğim" diyerek gitmesine engel olanları dinlemez.

Yezid, Kufe'ye Ubeydullah İbnu Ziyad'ı vali tayin eder, ayrıca Kufe'ye müteveccihen yola çıkan Hz. Hüseyin'i karşılamak üzere ordu hazırlar. Başına Ömer İbnu Sa'd İbnu Ebi Vakkas'ı  komutan yapar ve Hz. Hüseyin'e karşı kazanacağı zafere mukabil Rey valiliğini vaadeder. Ömer İbnu Sa'd, Hz. Hüseyin'i karşılar ve Kufe valisi Ubeydullah İbnu Ziyad'ın emrine uyma talebinde bulunduktan sonra, saldırıya geçerek Hz. Hüseyin (radıyallahu anh)'ı ve beraberinde bulunan aile halkından 19 kişiyi şehid eder. Toplam öldürülenlerin sayısı 72'dir. Ömer İbnu Sa'd bunların başlarını kopartarak Ubeydullah İbnu Ziyad'a  gönderir. İbnu Ziyad Kufe'de halkı toplayıp başları getirtir. Halkın gözü önünde elindeki çubukla Hz. Hüseyin'in başına  dürter, dudaklarının arasına geçirir ve kaldırmaz. Bu hakareti gören Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh):

"Kaldır çubuğu, kendisinden başka ilah olmayan Zat'a yemin olsun, ben Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın dudaklarını bu dudakların üzerinde onları öperken gördüm!" der ve kendini tutamayıp ağlar.

Zalim İbnu Ziyad:

"Allah, gözlerini  ağla(maktan çıkar)sın. Allah'a yemin olsun, eğer bunak ihtiyarın teki olmasaydın kelleni uçururdum!" der. Zeyd İbnu Erkam orayı terkeder ve şöyle söylenir:

"Ey Arap cemaati! Bugünden sonra artık kölesiniz. Hz. Fatıma'nın oğlu Hüseyin (radıyallahu anh)'ı  katlettiniz, başınıza İbnu Mercane'yi (Ubeydullah İbnu Eyd'i kasteder) emir yaptınız. O sizin hayırlılarınızı öldürecek, şerlilerinizi de köle yapacaktır.

Buhari ve Tirmizi, Ubeydullah İbnu Ziyad zalimiyle ilgili rivayeti Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in menkibeleri ile ilgili babta kaydetmiştir. Çünkü o rivayetlerde, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın kurretu'l-ayn'ı ve reyhanesi olan Hz. Hüseyin'in mübarek başlarına karşı hakaretamiz davranışlarının cezasını, Cenab-ı Hakk'ın daha dünyada iken verdiğini ifade etmektedir: Birden ortaya çıkan ince bir yılan mükerrer seferler ağzından girip burnundan çıkıyor, burundan girip ağızdan çıkıyor ve sonra kayboluyor. Bu, Hz. Hüseyin (radıyallahu anh)'a yapılan harekete karşı Cenab-ı Hakk'ın bir ayeti, bir ibrettir.

Cenab-ı Hak bu zalimin ölümünü İbrahim İbnu'l-Eşter eliyle hicri 66 yılında gerçekleştirmiştir. İbrahim'i, Muhtar İbnu Ebi Ubeyde es-Sakafi, İbnu Ziyad'ı öldürmesi için yollamıştı. İbrahim İbnu'l-Eşter, zalimi, Musul'a beş fersah mesafede el-Cazir'de adamlarından bir kısmıyla öldürür. Onun ve adamlarının kelleleri getirilip muhtar'ın önüne atılır. Rivayette görüldüğü üzere ince bir yılan gelerek kelleler arasında dolaşıp İbnu Ziyad'ın burnuna, ağzına girer çıkar. el-Muhtar es-Sakafi İbnu Ziyad ve diğer zalimlerin kellelerini Mekke'ye Muhammed İbnu'l-Hanefiye'ye gönderir. Abdullah İbnu'-Zübeyr'e gönderdiği de söylenmiştir. Bunlar Mekke'de teşhir edilerek Hz. Hüseyn'in intikamının alındığı halka gösterilir. İbnu'l-Eşter, İbnu Ziyad ve hempalarından öldürülenlerin başsız cesetlerini yaktırır.

Irak ehlinden bir adam gelerek İbnu Ömer'den, elbiseye isabet eden sivri sineğin kanının hükmünü sorar. İbnu Ömer, şu cevabı verir:

"Şuna bakın, neden sual etmekte! Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın oğlunu öldürdüler, sivri sineğin kanından sual ediyorlar. Ben Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın: "Hasan ve Hüseyin, dünyadaki iki reyhanım!" dediğini işittim."

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin her ikisinin de Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a benzediği rivayetlerde gelmiştir. Hz. Hasan baştan göğüse kadar kısmıyla, Hz. Hüseyin ise göğüsten ayaklara kadar olan kısmıyla Aleyhissalatu vesselam'a benzemektedir.

İbnu Hacer, bu vesile ile Aleyhissalatu vesselam'a benzerlik arzeden diğer bir kısım şahısların ismini kaydeder: Ca'fer İbnu Ebi Talib, oğlu Abdullah İbnu Ca'fer, Kusam İbnu Abbas İbni Abdulmuttalib, Ebu Süfyan İbnu'l-Haris İbni Abdilmuttalib, Müslim İbnu Akil İbni Ebi Talib, Beni Haşim dışından: es-Saib İbnu Yezid el-Muttalibi (İmam-ı Şafi'i'nin yukarı dedesi), Abdullah İbnu Amir İbnu Kereyz el-Ahşemi, Kabis İbnu Rebi'a İbni Adiy; Resulullah'ın kızı Fatıma, oğlu İbrahim, Ca'fer İbnu Ebi Talib'in iki oğlu: Abdullah ve Avn, Resulullah'a benzeyenlerin sayısı bazı tahkiklerde 15'e kadar çıkarılmaktadır.

Bazı rivayetler, Hasan ve Hüseyin isimlerinin cahiliye devrinde bilinmediğini, Araplardan kimsenin bu isimlerle tesmiye edilmediğini, ilk defa Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın bu isimleri torunlarına koyduğunu belirtir.

Hatta rivayetler, doğdukları zaman, önce ilk oğulları olan Hz. Hasan'a, babaları Ali (radıyallahu anh) tarafından Harb isminin konduğunu, Resulullah'ın bunu kabul etmeyip Hasan koyduğunu, ikinci oğullarına da, Ali efendimizin yine Harb ismini koyduğunu, Resulullah'ın yine kabul etmeyip Hüseyin olarak tesmiye buyurduğunu belirtir.

Hz. Fatıma (radıyallahu anha), Hz. Hasan'ın doğumundan sonra sadece bir tuhur müddeti geçtikten sonra Hz. Hüseyin'e hamile kalmıştır. Dolayısıyla aralarında bir yaş farkı vardır. Katade, ikisinin doğumları arasında bir yıl on gün fark olduğunu söyler.

Hz. Hasan (radıyallahu anh) halim, kerim ve vera sahibi idi. Verası ve fazileti onu mülk ve dünyayı terke çağırmış, o da bu davete icabet etmiştir. İslam tarihinde Hz. Hasan'ı takdirde yad ettirecek örnek davranışı, bu vasıflarının gereği olarak ortaya çıkmıştır: Hz. Muaviye (radıyallahu anh)' ın ordusu ile kendisine bağlı askerlerden müteşekkil iki ordu karşılaşıp savaşa tutuşacakları bir hergamda Hz. Muaviye ile anlaşarak hilafeti ona terketmiş, böylece dünya saltanatı için müslüman kanının dökülmesini önlemiştir. Der ki: "Bir avuç bile olsa kan akıtarak Muhammed ümmetine halife olmak istemem."

 Hz. Muaviye ile hilafet hususunda anlaşmak suretiyle  Aleyhissalatu vesselam'ın bir mucizesini izhar etmiş oldu. Zira Aleyhissalatu vesselam: "Bu oğlum seyyiddir. Allah onunla iki müslüman kitlenin arasını sulh edecektir" buyurmuştu. Hilafeti Hz. Muaviye'ye teslim tarihi biraz ihtilaflıdır. Bu ihtilafa göre, Hz. Ali'nin vefatından hilafeti teslime kadar geçen halifelik müddeti altı aydan biraz fazla veya sekiz ay kadardır.

Hz. Muaviye ile Kufe'ye vardıkları zaman ve halk Hz. Muaviye'ye biat edince, Amr İbnu'l-As, Hz. Muaviye'ye:

"Emret! Hasan da halka hitab etsin" der. Hz. Muaviye buna yanaşmak istemez, fakat Amr ısrar eder:

"Ancak ben arzu ediyorum. Zira o bu işlerden anlamaz, konuşsun da beceriksizliği ortaya çıksın!" der.

İkna olan Hz. Muaviye:

"Ey Hasan kalk, aramızda geçen (antlaşma)dan halka konuş!" der. Hz. Hasan (radıyallahu anh) kalkıp hamd ve senadan sonra şu beliğ hitabette bulunur:

"Ey insanlar! Allah bizim evvelimizle (Hz. Peygamber'i kasteder) sizlere hidayet verdi, sonuncumuzla (kendini kasteder) kanlarınızın dökülmesini önledi. Bilesiniz, en zeki insan takva sahibi olandır, en aciz olan da facir kimsedir. Ben ve Muaviye'nin ihtilafa düştüğümüz bu işe gelince: Ya o buna benden daha çok hak sahibidir veya benim hakkımdır. Ben bu hakkı Allah için ve Muhammed ümmetinin salahı ve sizlerin kanını dökmemek için ona terkettim!"

Sonra Hz. Muaviye'ye yönelir ve şu ayeti okur: "Olur ki tehdid edildiğiniz şeyin gecikmesi, sizin için bir imtihan ve belli bir vakte kadar elinize verilmiş bir fırsattır, onu da ben bilemem" (Enbiya 111).

Hz. Muaaviye (radıyallahu anh) bu belagat karşısında bozulur ve hutbeyi kesmesini emreder. Amr'a da:"

Sen bunu istemiştin!" der.

Hz. Hasan (radıyallahu anh)'ın vefat tarihi ihtilaflıdır: Hicri 49, 50, 51 yılları denmiştir.

Ölüm sebebi zehirdir. Hanımı Ca'de Bintu'l-Eş'as zehir içirmiştir. Zehrin tesiri hasıl olunca, kırk gün kadar altına leğen tutulmuştur. Öyle ki biri kaldırılınca diğeri konmuş. Bunun tesiriyle vefat etmiştir.

Kardeşi Hüseyin (radıyallahu anh): "Seni kim zehirledi?" diye sorunca:

"Onları öldürmek mi istiyorsun? Hayır. Ben Allah'a havale ediyorum!" der, söylemez. Öleceğine yakın Hz. Aişe'ye haber salarak Resulullah'ın yanına gömülme izni ister. O da "Pekiyi' der. Ancak iktidarda bulunan Emevi ailesi buna razı olmaz. Hz. Hüseyin, huzursuzluk çıkmaması için bu meselede ısrar etmez. Hz. Hasan'ın vasiyeti esnasında sarfettiği: "Mani olurlarsa Baki'u'l-Garkad'a defnedin" sözü esas alınarak Baki'ul-Garkad'a defnedilir.

Ömer İbnu Ebi Seleme (radıyallahu anh) "Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzab 33) ayetinin Ümmü Seleme (radıyallahu anha)'nın evinde indiğini, bu inince Aleyhissalatu vesselam'ın Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali'yi çağırtıp üzerlerine bir kısa (örtü) gererek:

"Bunlar benim Ehl-i Beyt'imdir. Rabbim bunlardan ricsi (günahı) gider, bunları tertemiz kıl" dediğini belirtir.

Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh) Al-i Beyt'in dindeki ve ümmet içerisindeki makamlarının yüceliğini belirten şu hadisi haber verir: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:

"Ben size, temessük edip sıkı sarıldığınız takdirde dalalete düşmekten korunacağınız iki şey bırakıyorum: Bunlardan her biri diğerlerinden daha büyüktür: Kitabullah. Bu, semadan arza uzanan Allah'ın ipidir. Diğeri Ehl-i Beytim olan yakınlarımdır. Bu iki şey, Kevzer havzının başında buluşuncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaktır. Bu iki şey hakkında benden sonra nasıl davranacağınıza iyi bakın.

"Kurtubi, bu hadiste Ashab-ı Kisa'nın kastedildiğini belirttikten sonra, hadisi şöyle anlar: "Eğer kitaba uyup emirlerini tatbik eder, nehiylerinden kaçarsanız ve de Al-i Beytimin hidayeti ile yolunuzu doğrultur, onların siretine iktida ederseniz hidayeti bulursunuz ve dalaletine düşmezsiniz"

Kurtubi devamla der ki: "Bu vasiyet ve bu büyük te'kid, Al-i Beyt'e ihtiram'ın, itaatin, onları büyüklemenin ve sevmenin, tıpkı terkine, kimseye hiçbir özür olmayan müekked farzları yerine getirmenin vücubu derecesinde bir vacib olduğunu ifade eder. Bu hüküm onların Resulullah'a olan malum yaknılıkları sebebiyledir. Nitekim Aleyhissalatu vesselam onları kendinden bir cüz ilan etmiştir. Çünkü onlar, Aleyhissalatu vesselam'dan neş'et eden usulü ve füruu idiler...(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 12/495-500.)



                                                                                    ***




İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:

"Nimetleriyle sizi beslediği için Allah'ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beytimi de benim sevgim için sevin." [Tirmizi, Menakıb, (3792).]

Bu hadiste, Resulullah (aleyhissalatu vesselam), fıtri ve tabii bir sevgiden hareketle, Ehl-i Beyti'nin sevilmesi gereğini ifade ediyor. Şöyle ki İslam uleması, insan fıtratındaki "sevgi"nin üç şey sebebiyle hasıl olacağını  belirtirler:

           1-   Kemal,

2- İhsan,

3- Menfaat 

Bu hadiste Resulullah, hayatımızın devamını sağlayan gıdamızı Allah'ın verdiğini hatırlatarak, ihtiyaçlarımızı gören Rabbimizi sevmenin fıtri ve tabii birşey olduğunu bildiriyor.

Allah'ı sevdik mi ister istemez kendisini yani Hz. Peygamber'i seveceğiz, çünkü O, Habibullah'tır. Dostun dostu sevilir. Ayrıca Kur'an'da Allah'ı sevenlere, Resulullah'a ittiba ve onu sevmek emredilmiştir.

Resulullah'ı sevince, onun sevdikleri ve sevilmesini emrettikleri de sevilecektir. Al-i Beyt bunlardandır: Resulullah hem sevmiştir, hem de sevmemizi emretmiştir.

 Al-i Beyt Aleyhissalatu vesselam'ın bu alakası, akrabalık gayretinin bir sonucu olmayıp, risalet vazifesinin icabı olduğunu, ileride sayıca çok artacak ümmetinin, yeryüzünün her tarafına dağılarak İslam'a fıtri bağlarla bağlı ve ciddi taraftar bir cemaat teşkil edeceğini; ilim, maneviyat, cihad gibi cemiyetlerin dinamiği olan, milletlerin ayakta kalmasını sağlayan ve devamları için şart olan hususlarda onların daima önde olacakları ve onların sevilmesi ve sayılmasının ümmeti birliğe temel teşkil edeceği hikmetine dayandığını Bediüzzaman merhumdan kaydettiğimiz bir pasajda göstermiştik, burada tekrar etmeyeceğiz. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/52-53.)

                                                                                       ***


 Sa'd İbnu Ebi Vakkas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu ayet indiği zaman, (mealen): "Sana bu ilim geldikten sonra, kim  seninle bu hususta mücadele edecek olursa de ki: "Gelin, çocuklarımızı ve çocukarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendinizi ve kendimizi çağırıp toplanalım, sonra niyaz edelim ki, Allah'ın laneti yalancılar üzerine olsun!" (Al-i İmran 61), Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Aliyi, Fatıma'yı, Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhüm ecmain)'i çağırdı ve:

"Allah'ım, bunlar da benim ehlim (ailem)"  buyurdu." [Tirmizi, Tefsir, Al-i İmran, (3002).]


                                               ***


Ümmü Seleme (radıyallahu anha) anlatıyor: "Ben Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın evinin kapısında iken şu ayet nazil oldu: "...Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzab 33). Evde Resulullah (aleyhissalatu vesselam), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve:

"Allahım, işte bunlar benim  ehl-i beytimdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl!" buyurdu. Ben atılıp:

"Ey Allah'ın Resulü! Ben ehl-i beytten değil miyim?" dedim. Bana:

"Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resulullah'ın zevcesisin!" diye cevap verdi." [Tirmizi, Menakıb, (3870).]

1- Bu hadis, ehl-i beyt'in, ümmet arasındaki mümtaz yerini tesbit etmektedir. Ancak, Kur'an'da  teşrif edilen bu "Ehl-i Beyt"e kimler dahildir? hususu alimler arasında ihtilaflıdır.

* İbnu Abbas, İkrime, Ata ve Kelbi, Mukatil, Sa'id İbnu Cübeyr (radıyallahu anhüm)'e göre ayette mezkur olan Ehl-i Beyte, hassaten Aleyhissalatu vesselam'ın zevceleri dahildir.

Derler ki: "Beyt'ten murad, beytu'n-Nebi ve zevcelerinin meskenleridir. Zira ayette: "Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini, ilim ve hikmeti tefekkür edin" (Ahzab 34) buyurulmaktadır. Keza Kur'an'da Resulullah'ın zevceleri ile ilgili gelen şu kısımdaki ayetlerin siyakı da zevcat-ı tahirat'ın ehl-i beyte dahil olduğunu gösterir: "Ey Peygamber! Hanımlarına de ki..." den... "Şüphesiz ki Allah'ın lütfu geniştir, O herşeyden haberdar" (Ahzab 28-34. ayetler) ayetine kadar."

* Ebu Saidi'l-Hudri, Mücahid, Katade ise Kur'an'da mezkur olan Ehl-i Beyt'i hassaten Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hüseyin (radıyallahu anhüm)'ün teşkil ettiğini söylemişlerdir. Onların bu hükme varmada delillerinden biri, ayetteki hitabın kadınlara değil, erkeklere yapılması sahih olacak şekilde gelmiş olmasıdır. Zira ayette erkekleri ifade eden   عَنْكُمْ   ve   وَلِيطْهِرَكُمْ   denmiştir. Bu hitap sadece kadınlara olsaydı   عَنْكُنَّ وَيُطَهِّرَكُنَّ   denmesi gerekirdi. Ancak önceki görüşte olanlar, bu iddiaya: "İfadenin müzekker muhataba göre gelmesi ehl kelimesini esas almaktan dolayıdır. Nitekim ayet-i kerimede Cenab-ı Hak   اَتَعْجَبِينَ مِنْ أمْرِ اللّهِ رَحْمَتُ اللّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ اَهْلَ الْبَيْتِ   buyurmuştur. Arapçada  kişi arkadaşına, zevcesine veya zevcelerini kastederek    كَيْفَ اَهْلُكَ  der, o da   هُمْ بِخَيْرِ  der, kastedilenler kadın olduğu halde erkek zamiri kullanılır" diye karşılık vermişlerdir.

Bu iki görüş sahiplerinin getirdikleri delilleri burada serdetmeye gerek görmüyor, bunlar arasında üçüncü mutavassıt bir görüş daha var, onu kaydediyoruz:

* Kurtubi, İbnu Kesir gibi bir kısım muhakkik ulemaya göre, ayette mezkur olan Ehl-i Beyt'e Resulullah'ın zevceleri, Hz. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin dahildirler. Bunlara göre, zevcat-ı tahirat dahildir, çünkü işaret edilen ayetlerle kastedilenler onlardır, onlar Resulullah'ın evlerinde sakindirler. Bu hususu te'yid eden bir kısım rivayetler İbnu Abbas ve başkaları tarafından rivayet edilmiştir. Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin hazeratının da dahil olması ise, neseb yönüyle yakınlıklarından ve ailesine dahil olmalarındandır. Keza ayetin onlar sebebiyle indiğini te'yid eden rivayetlerde bu görüşe delil kabul edilmiştir. Bu durumda ayet-i kerimenin bu iki zümreden sadece birini kasdetmiş olduğunu iddia edenler, yapılması gereken bir şeyi yaparken, ihmali caiz olmayan bir hususu da ihmal etmiş olmaktadırlar.

2- Resulullah'ın Ümmü Seleme (radıyallahu anha)'ya söylediği: "Sen yerinde (dur, sen zaten) hayırdasın..." sözü hususunda iki te'vil yapılmıştır.

* Birine göre mana şudur: "Sen (zaten) hayırlısın. Benim ehl-i beytimden olman sebebiyle, bir de örtümün altına girmeye ihtiyacın yok." Onu girmekten  men edişinin sebebi Hz. Ali'nin oradaki varlığıdır.

* Diğer te'vile göre, mana şöyledir: "Sen ehl-i beytimden olmasan da sen hayırlısın." Mübarekfuri, önceki görüşün racih ve hatta muteber görüş olduğunu belirtir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/54-55.)

                                                                                        ***
  
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Şu ayet indiği zaman (mealen): "...Ey peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzab 33), Resulullah (aleyhissalatu vesselam) sabah namazına giderken, altı aya yakın bir müddette, Hz. Fatıma (radıyallahu anha)'nın kapısına uğrayıp:

"Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt "Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor!" buyurdu." [Tirmizi, Tefsir, Ahzab (3204).]

                                                                                                   ***


Hz. Aişe (radıyallahu anha) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam), üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da soktu. sonra Fatıma geldi, onu da soktu. Sonra Ali geldi onu da örtünün altına soktu. Sonra da:

"Ey Ehl-i Beyt Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor" (Ahzab 33) buyurdu" [Müslim, Fezailu's-Sahabe 61, (2424).]

                                                                                               ***

Yezid İbnu Hayyan, Zeyd İbnu Erkam (radıyallahu anh)'tan naklen anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:

"Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teala'nın  Kitabı'dır. O, Allah'ın (sema-arz arasına uzanmış) ipi olup, kim ona  tutunursa hidayet üzere olur, kim de onu terkederse dalalete düşer. İkincisi itretim, Ehl-i Beytim'dir." Biz, Zeyd İbnu Erkam'a sorduk:

"Kadınları da Ehl-i Beyt'inden midir?"

"Hayır! dedi, Allah'a yemin olsun, kadın bir müddet erkekle  beraber olur. Sonra (kocası) onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın Ehl-i Beyt'i aslı ve kendinden sonra sadaka haram olan asabesi'dir." [Müslim, Fezailu's-Sahabe 37, (2408).]


1- Kur'an ve Al-i Beyt için sakaleyn (ağırlık)  denmesi, onun kıymetce, şerefçe üstünlüğündendir. Bazı rivayetlerde iki ağır halife    خَلِيفَتَيْنِ ثَقَلَيْنِ diye gelmiştir.

2- Münavi, Al-i Beyt'le Ashab-ı Kisa'nın kastedildiğini belirtir. Zekat haram edilenlere ehl-i beyt diyenlerin zayıf görüşte olduklarına işaret eder. Hanefilere ve Şafiilere göre, bu hadiste zikri geçen Al'den murad, Beni Haşim'dir. Yani, Hz. Ali, Akil, Ca'fer ve Abbas hazeratının sülaleleri ve onların azatlılarıdır; bunlara zekat verilmez. İmam Malik yalnız Beni Haşim'e zekat verilmeyeceği görüşündedir. Bütün Kureyş'e zekat verilmeyeceğini söyleyenler de olmuştur. Bu rivayette, Hz. Zeyd'in, Ezvac-ı Tahirat'ı Al-i Beyt'ten saymaması bütün Kureyş kabilesini Ehl-i beyt kabul edenlerin sözünü reddetmeye müteveccihtir. Gerçi onlardan Hz. Aişe, Hafsa, Ümmü Habibe, Ümmü Seleme, Sevde, Zeyneb Bintu Cahş gibi  bir kısımları Kureyş'e mensup idiler.

3- Kurtubi, hadiste Kur'an'ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınmak, itreti'nin siretine uymak, hayatı onların istikametine göre yönlendirmekle hidayete erilebileceğinin belirtildiğine dikkat çeker. Sonra der ki: "Bu vasiyet ve bu büyük te'kid, Resulullah'ın ehline ihtiram, onları tebrie, tazime ve sevginin vacib olduğuna, müekked farzların da vacib olduğuna, bunları terke hiçbir kimseye bir özür tanımadığına delalet eder."

4- Bu hadisin Zey İbnu Sabit (radıyallahu anh)'tan gelen bir başka vechi şöyle devam eder: "Bu iki şey (Ehl-i Beyt ve Kur'an), (Kıyamet günü, Kevser) havuzunun başında toplanıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklar."

Bir kısım alimler, bu ve benzeri ifadelere dayanarak, Kıyamete kadar, dünyanın her tarafında Kur'an'la amel etmeyi terketmeyecek  Ehl-i Beyt'e mensup kimselerin bulanacağına hükmetmişlerdir. Böylece onlar Arz ehline bir garanti  teşkil etmişlerdir. Onların tamamen tükenmesi, Arz ehlinin sonu demektir.

5- Asabe, kişinin baba cihetinden gelen akrabalarına denir.

                                                      ***


 İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ebu Bekr (radıyallahu anh) buyurdular ki: "Muhammed (aleyhissalatu vesselam)'ı Ehl-i beytinde gözetin." [Buhari, Fezailu'l-Ashab, 12, 22.]
  
Hz. Ebu Bekr, bu sözüyle halka hitabederek, Resulullah'ın hatırını akrabalarında gözetmeleri, Aleyhissalatu vesselam'ın gönüllerde yüce olan hatırı ve sevgisi sebebiyle, O'na neseben yakın olanlara hürmet etmeyi, onları incitip üzecek, gücendirecek söz ve davranışlardan kaçınmayı tavsiye etmektedir. "Gözetin" diye ifade ettiğimiz murakabe "korumak ve kollamak" manalarına gelmektedir. Buhari, Hz. Ebu Bekr'in bu tavsiyesinin peşinden, bunu açıklar ve tamamlar mahiyetteki şu hadisi kaydeder.

"Fatıma benden bir parçadır, onu öfkelendiren beni öfkelendirmiş olur." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/59.)

                                                             ***


 Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:

"Benim kendisine sığındığım sırdaşım ehl-i Beyt'imdir, dayanağım da Ensar'dır. Öyleyse onların (Ehl-i Beyt ve Ensar'ın) kusurlularını affedin, faziletli olanlarına da sarılın." [Tirmizi, Menakıb, (3900).]

                                                       *
4- Şefaatle ilgili birkaç hadis:

"Ebu'd-Derda'ya rağmen, ümmetimden günahkarlara şefaatim olacaktır. Onlar zani de olsa, hırsız da olsa."

"Ümmetimden Ehl-i Beytimi sevenlere şefaatim vardır."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/83-84.)


                                                      ***


 Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Cum'a suresini tilavet buyurdu: "Onlardan diğer bir grup gönderdi ki (faziletçe) birincilere yetişememişlerdir" (Cum'a 3) ayetine gelince, bir sahabe:

"Ey Allah'ın Resulü! Bize kavuşamayacak olan bunlar kimlerdir?" diye sordu. Aleyhissalatu vesselam elini Selman (radıyallahu anh)'ın üzerine koyarak:

"Ruhumu kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal'e yemin olsun, eğer iman Süreyya yıldızında olsaydı, ona, bunun kavminden bazı kimseler yine de ulaşacaklardı." -Bir diğer rivayette: "Fars'tan bazı kimseler"- buyurdu. [Buhari, Tefsir, Cum'a 1; Müslim, Fezailu's-Sahabe (2546); Tirmizi, Menakıb, (3229).]
  
Acem kelimesi Arapçada, Arap olmayanlar için kullanılır ise de, sadedinde olduğumuz hadiste Farslar kastedilmektedir. Resulullah eski bir imparatorluğa dolayısıyla köklü bir kültüre ve ilim an'anesine sahip bulunan İran milletini o yönüyle takdir etmektedir.

Bu hadisin mefhumuna ilk mazhar olan zat Selman-ı Farisi'dir. Resulullah'ın en güzide Ashabındandır. Hatta Efendimiz: "Selman bizden, Ehl-i Beyt'tendir" buyurmuştur.

Ancak bir kısım şarihler, bu hadiste İmam-ı Azam'a da işaret edildiğini söylemiştir. İslam'ın gelişmesinde ilmi katkıları olan daha nice İran asıllıların hadisin şümulüne girdiğini söyleyebiliriz. Nevevi: "Hadiste Acemlerin faziletlerine ve yerine göre mecazla mübalağanın kulanılmalarının caiz olduğuna açık delil vardır" demiştir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 13/113-114.)

                                                             ***

    Yezid İbnu Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:

          "Size, uyduğunuz takdirde benden sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu, Allah'ın Kitabı'dır. Semadan arza uzatılmış bir ip durumundadır. (Diğeri de) kendi neslim, Ehl-i Beytim'dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün


Tibi, bu hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in Kur'an-ı Kerim'le Ehl-i Beyt'ini birbirinden ayrılmaz ikiz kardeşler olarak takdim edip, ümmettten her ikisi hakkında da iyi muamele taleb ettiği, "Onların hakkını kendi nefislerinize tercih edin" demek istediğini belirtir.

Tibi şu noktaya da dikkat çeker. Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) bu tavsiye ile, ümmetini, Cenab-ı Hakk'ın emri olan şükür vazifesini edaya çağırmış olmaktadır. Çünkü şu ayet, mü'minlere olan in'am ve ihsanına mukabil eda edilmesi gereken şükran borcunu Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselam)'in Al-i Beyti'ne muhabbet ve sevgi şartına bağlamaktadır: "(Habibim) de ki: "Ben bu (tebliğime) karşı akrabalıkta sevgiden başka hiçbir mükafaat istemiyorum" (Şura: 42/23).

Ayette geçen ve akrabalık diye tercüme ettiğimiz el-Kurba kelimesinden çıkarılan manalardan biri Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in yakınları, yani Al-i Beyt'idir. Yukarıda belirtilen hadis-i şerif'in bu ayeti tefsir edici mahiyette olduğu, bu maksatla irad buyrulduğu ulemamızca belirtilmiştir.

"Öyle ise, demiştir ulema, Resulullah (aleyhissalatu vesselam) ümmeti, nimete karşı nankörlük etmemeye çağırıyor. Kim bu vasiyeti yerine getirir, mezkur iyiliğe -Kur'an ve Al-i Beyt hakkında iyi davranmak suretiyle- şükran borcunu öderse, Havz-ı Kevser'in başına gelinceye kadar kıyamet safhalarında birbirlerinden hiç ayrılmayacak olan bu ikizler, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a o şahıs hakkında davranışlarıyla ilgili lehte şehadette bulunacaklar.

O zaman Resulullah (aleyhissalatu vesselam) onu bizzat mükafatlandıracağı gibi, Cenab-ı Hakk da en uygun mükafaatla mükafaatlandıracaktır. Kim de Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselam)'in bu vasiyetini yerine getirmez, Kur'an ve Al-i Beyt'inin hukukuna saygılı olmamak suretiyle mazhar olduğu iman ve İslam nimetinin şükrünü ödemezse, hakkında, bu açıklananın aksi bir hüküm verilecek, nankör muamelesine maruz kalacaktır.

Hadisin Müslim'de gelen bir vechi şöyledir:

"Ey insanlar, bilesiniz ki: Ben bir beşerim. Rabbim'in elçisinin (Azrail aleyhisselam) gelmesi ve davetine icabet etmem zamanı yakındır. Ben size iki kıymetli şey bırakıyorum: Birincisi Kitabullah'tır, içerisi nur ve hidayet doludur. Allah'ın Kitabı'nı alın ve ona dört elle sarılın." -Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Kur'an-ı Kerim'e birçok teşviklerde bulunduktan sonra devamla dedi ki: "Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum. Ehl-i beytim hakkında size Allah'ı hatırlatıyorum..."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 2/329-330).

                                                                                       *****

Kerim'in bir ayetine işaret etmektedir: "...Ey ehl-i beyt, Allah'ın rahmeti, bereketleri sizin üzerinizdedir. Şüphe yok ki O, asıl hamde layık, hayr u ihsanı çok olandır" (Hud 73).

                                                           **
                                                                                           Necdet İÇEL








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

                                  HURÛF-EBCED-CİFİR Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede yararlı olduğu iddiasına dayanan sözde bir ilim. Literatürde daha çok ilmü’l-hurûf olarak geçmektedir. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında, daha sonraları yahudi, hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür. Grek filozofları arasında da bu telakki zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor , âlemin ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür. Kaynaklarda Aristo’nun bile sayı ve harflerin esrarıyla ilgili bir eser yazdığı kaydediliyorsa da Arapça’da Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse denilen bu kitabın uydurma...
                         BEŞİNCİ LEM’A   “…HASBÜNALLÂHU VE Nİ’MEL VEK Ȋ L” (Âl-İ İmran:173)        “Onlar (o mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, 
 bu söz onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler.” 
 (Âl-i İmrân:173) Üstad hazretleri Risale-i Nur’u te’lif ederken bazı yerleri isim verdği halde telif etmemiştir.Bunlardan birtanesi de 5.Lem’adır.Keşke 5.Lem’ayı te’lif etseydi ve İbrahim aleyhisselâmın “ hasbî ve halîl olma” kahramanlığını bütün yönleriyle öğrenme şansına sahip olabilseydik. Çünkü bizim mesleğimiz (21.Lem’ada da anlatıldığı gibi) haliliyedir.Halil olan da ‘Halilullah’ makamının sahibi Hz.İbrahim aleyhisselâmdır. Halîlullah olan (Allah’ın dostu) İbrahim aleyhisselâm, hasbî’ni...
HELÂK OLMA SEBEPLERİ Hz. Nuh aleyhisselam devrinden günümüze kadar pek çok kavimler helâk olmuşlardır. Allah onların yerine başkalarını getirmiş ve bu kanun sünnetullah olarak, cebri determinizm içerisinde devrimize kadar devam etmiş gelmiştir. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur prensibiyle diyebiliriz ki, daha önceki kavimleri helâk eden sebepler ne ise, bugün de aynı sebepleri yaşayanların da sonuçları benzeri gibi olacaktır. Allah’ın gücü, kavimleri helâk ettiği gibi aynı sebepleri yaşayan bugünkü toplumları helâk etmeye de gücü yeter: “De ki: Allah’ın gökten ve yerden size azap göndermeye gücü yeter…” (En’am:65) Allah kavimlerin başına felâketler gönderirken -hâşâ- Onlar’a zulmetmez: “Şüphesiz ki, Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler…” (Yunus:44) Helâk olanlar şu sebeplerle helâk olmuşlardır: Helâk olmanın en önemli ve birinci sebebi bütün çeşitleriyle zulümdür. Özellikle idareciler halkına zulmediyorlarsa felâketleri...