Ana içeriğe atla

                      RÜYA BAHSİ

        Ubade tu'bnu's-Samit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a Cenab-ı Hakk'ın şu ayeti hakkında sordum: "Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır..." (Yunus, 64). Şu cevabı verdi: "Burada kastedilen müjde salih rüyadır. Mü'min kul onu görür veya kendisine gösterilir." [Tirmizi, Rü'ya 3, (2276).]

Kur'an-ı Kerim, Hz. Yusuf, Hz. İbrahim (aleyhimes selam) gibi büyük peygamberlerin rüyalarına genişçe yer verir. Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın gerek hayatında ve gerekse hadislerinde rüyanın ayrı bir yeri var. Yani dinimiz, rüya hadisesi üzerine gerektiği kadar eğilmiş, onun ehemmiyetine dikkat çekmiştir. İbnu Abbas (radıyallahu anhüma)'ın bir ayette geçen "müjde"yi "salih rüya" olarak tefsir etmesi de salih rüyanın ehemmiyetine dikkat çekme sayılabilir. Aslında bu yorum, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın bir hadisine dayandırılabilir.

Zira Efendimiz şöyle buyurmuştur: "...Rüya üç çeşittir: Rüyayı saliha: Bu Allah'tan bir müjdedir. Bir diğer rüya şeytanidir. İnsanı üzer. Üçüncü çeşit rüya kişinin kendi kendine konuşmasıdır..."

Salih rüya'nın ehemmiyetini belirtme zımnında Resulullah (aleyhissalatu vesselam) onun "nübüvvetin kırk altı cüzünden biri"ni teşkil ettiğini söyler. Yine bu babta şu hadis rivayet edilmiştir: Resulullah (aleyhissalatu vesselam): "Risalet ve peygamberlik artık bitmiştir. Benden sonra ne nebi, ne de resul gelecektir" buyurdu. Bu, cemaatin üzülmesine sebep olmuştu ki Resulullah (aleyhissalatu vesselam):

"- Ancak müjde vericiler (mübeşşirat) var" buyurdu.

"- Ey Allah'ın Resulü! Müjde vericiler de nedir?" diye sorulunca:

"- Müslümanın rüyasıdır. O  nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür"  buyurur.

                                                               **

İbnu Abbas (radıyallahu anhüma), "... Sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kur'an'da lanetlenmiş  ağaçla sadece insanları denedik..." (İsra, 60) mealindeki ayette geçen "rüya" için şu açıklamayı yaptı: "Bu, Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Miraç gecesinde Beytu'l-Makdis'e götürüldüğü zaman gözüyle görmesidir. "Kur'an'da lanetlenmiş ağaç" da zakkum ağacıdır." [Buhari, Menakibu'l-Ensar 42, Tefsir, Benu İsrail 9, Kader 10; Tirmizi, Tefsir, Benu İsrail, (3133).]
  
Arapça'da rüya kelimesi Türkçemizde düş  dediğimiz, uyuyan kişinin gördüğü şey manasına geldiği  gibi masdar olarak tıpkı rü'yet gibi "görmek" manasına  da gelir.

Ancak, çoğunluk itibariyle "düş" manasında kullanılmıştır. Bu sebeple yukarıda ayette zikredilen "rüya"nın uyanık halde gözle görülen şey mi, yoksa uyurken görülen düş mü olduğu alimler arasında münakaşa konusu olmuştur.

Bazı alimlere göre, buradaki rüyadan maksad, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın ve Ashabının Mekke'ye gireceğine dair görmüş olduğu rüyadır. Bu rüyayı Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Medine'de iken görmüş ve Ashabına anlatmıştır. Hudeybiye Sulhü'nün yapılmasıyla sonuçlanan -ve Kabe'yi ziyaret gerçekleşmeyen- sefer yapılırken herkes, bu rüyanın tahakkuk edeceği inancında idi. Dediğimiz gibi Kabe tavaf edilmeden dönülünce Ashab'ta sukut-i hayal olmuştur. Hatta Hz. Ömer, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a:

- "Kabe'yi ziyaret edeceğiz dememiş miydiniz?" diye öfkeli bir itirazda bile bulunmuştu. Resulullah (aleyhissalatu vesselam):

"- Evet ama bu sene göreceğiz' dememiştim" diye cevap veriyor. İşte bu durum üzerine Fetih suresinin 27. ayeti inerek: "Allah, Resulü'ne rüyasında doğru söylemiştir. Allah'ın izni ile Mescidu'l-Haram'a mutlaka gireceksiniz" ayeti nazil olmuştur.

Üzerinde durduğumuz ayette geçen rü'ya kelimesini bu rü'ya ile te'vil edenler, "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın o yıl Mekke'ye girmeden geri dönmesi, Ashab'ın maruz kaldığı fitnedir" demiştir.

Bazıları da bu rüyadan maksadın Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın, Kureyş liderlerinin Bedir'de gebertileceğine dair gördüğü rüya vs. olduğunu söylemiştir.

Ancak bu te'viller zayıftır. Çeşitli delillerle te'yid  edilen ve ulemanın kahir ekseriyetinin ittifakına mazhar olan görüş, buradaki rüyadan maksadın Resulullah (aleyhissalatu vesselam) tarafından Tercümanu'l Kur'an tayin edilen Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhüma)'ın belirttiği görüştür. Yani Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın Mirac esnasındaki gördükleridir. Mirac hadisesi gece vakti cereyan ettiği ve mezkur "görme"ler geceleyin husule geldiği için Cenab-ı Hakk "rüya" kelimesiyle ifade buyurmuştur.

Bu sure Mekki olması yönüyle de öbür rüyaları kasdetmesi mümkün olamaz. Çünkü onlar Medine'de cereyan etmiştir.

Şunu da belirtelim ki ayetteki rüya kelimesini "rüyet" olarak anlamayıp, örfi kullanılışı olan "düş" manasında telakki edenler,  hatada ileri giderek Mirac hadisesinin rüyada cereyan ettiğini, bunun bir düş olduğunu söylemişlerdir. Öyle olsaydı onun "fitne" olmaması gerekirdi. Halbuki Cenab-ı Hakk, bir görme (rüya) hadisesini insanlara bir fitne (imtihan) sebebi yaptığını ifade etmektedir. Nitekim Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Mirac'ı ve gördüklerini anlatınca pek çok itirazlar ve hatta imtihanı kaybederek irtidad edenler  olmuştur. O  imtihanda Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh): "Muhammed ne söylediyse o doğrudur" diyerek en iyi puanı alıyor ve "sıddikiyet"  payesine yükseliyor. Resulullah (aleyhissalatu vesselam), Mirac hadisesini  bir rüya olarak anlatmış olsaydı buna niye itiraz olsundu ki? Rüyasında herkes herşeyi göremez mi? En olmayacak şey, rüya olarak anlatılsa ona kim itiraz eder?

Lanetlenmiş ağaç zakkumun da imtihan kılınması ayette ifade edilmiştir. Birçok ayette bu ağacın  cehennemde yetişeceği, azaba maruz kalanların ondan yiyeceği, erimiş maden ve kaynamış su gibi yakıcı olacağı vs. belirtilmiştir. Hatta bu çeşit tasviratı işiten Ebu Cehil:

"- Muhammed sizi öyle bir ateşle korkutuyor ki taşları yakarmış... Sonra da dönüp ateşte ağaç bittiğini  söylüyor" diye alay etmiş, müşrikler daha da ileri gidip:

"- Biz zakkum diye hurma ile kaymağa deriz" demişler. Ebu Cehil, cariyesine emrederek  hurma ve kaymak hazırlatmış, arkadaşlarına:

"- Haydi "zakkumlanın" diye yemeye davet etmiş. Bunun üzerine zakkum sevenlerden irtidad  edenler olmuştur.

                                                                 ***


RÜYA TABİRİ ÜZERİNE UMUMİ BİLGİLER

 

1. TA'BİR NEDİR?


Ta'bir dilimize geçmiş Arapça bir kelimedir. Bu kelime Arapça'da da rüyayı tefsir manasında kullanılır. Halkımız "rüyayı tabir etmek" yerine "düş yormak" ifadesini de kullanır. Ta'bir kelimesi lügatte, bir halden diğer bir hale geçmek manasına gelen   عبر  kökünden gelir. Öyle ise  ta'bir, "rüyanın zahirinden batınına geçmek" demektir. Bu anlayışa göre, uykuda görülen hakikat değildir, muhteva taşıyan bir zahirdir, tabirle bunun içine geçilebilir, hakikatına ulaşılabilir. İbret ve i'tibar kelimeleri  de aynı kökten gelmektedir, bunlar da görülen (müşahed) şeyin bilgisinden, görülmeyen şeye ulaşmayı sağlayan haleti ifade ederler.
Rüya, kişinin uyurken gördüğü şeylere denir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/506)
 

2- RÜYANIN MAHİYETİ NEDİR?


Rüyanın mahiyetini açıklama sadedinde insanlar, eskiden beri uğraşmışlar farklı izahlar getirmişlerdir: Tabibler, felsefeciler, başka dinlere mensup olanlar vs. bunlardan hiçbirinin izahı, diğerine benzemez. Maziri'nin  değerlendirmesiyle, ileri sürülen iddialar, çoğunluk itibariyle münker ve batıldır. "Çünkü, der, akılla idrak edilip, üzerine delil getirilemeyen şeyleri anlamaya çalışmışlar, kesin iddialarda bulunmuşlardır. Halbuki "olabilir" diye ihtimalle söz edilecek yerde kesin hükümde bulunmak hatadır."

Kurtubi, şeriat alimleri dışında kalanların rüya konusunda birbirine zıt, tutarsız iddialarda bulunmalarını, onların bu  işi yaparken, peygamberlerin gösterdiği  doğru yoldan ayrılmalarıyla izah eder. Ona göre, rüya, nefse ait idraklerdir. Halbuki nefsin hakikatı bizce meçhuldür, bilinemez. Durum böyle olunca, kendisi  meçhul olan nefsin idrak ettiği şeyleri (rüyayı) anlayamamamız, bilemememiz çok daha normaldir, tabiidir. Biz daha ziyade göz ve kulakla idrak edilen şeyleri anlayabiliriz.

İslam alimlerinin rüya ile ilgili tavsiflerinde bazı tabirat farklılıklarına rastlanırsa da özde ve esasta birleşirler. Buna göre, rüya, Allah'ın yaratmasıyla vukua gelen bir hadisedir. Yaratma işinde şeytan ve melek vasıta kılınmaktadır. Rüyanın sadık ve salih olanı var, kazip ve gayr-ı salih olanı var. Tabir suretiyle rüyanın medlulüne yaklaşılabilir.

Ebu Bekr İbnu'l-Arabi şöyle der: "Rüya, Cenab-ı Hakk'ın melek veya şeytan vasıtasıyla, insanın kalb ve şuuruna hakikat veya kinaye olarak koyduğu ruhi idraklerdir. Bunlar ya açıktır ya da karmakarışık şeylerdir. Rüyanın uyanık haldeki benzeri, zihne gelen hatıralardır. Zira bunlar bazan belli bir maksada uygun olarak intizam dahilinde zihne doğar, bazan da intizamsız ve karmakarışık şekilde hayale dökülürler."

Bir başka izaha göre: "Allah, melek vasıtasıyla, uyuyanın idrak mahalline (şuur, kalb) görülen şeyleri atar. Bu atılanlar orada duygularla algılanan suretlere bürünür. Bunlar bazan haricen mevcut olmamakla birlikte aklen idrak edilen ma'kul manalarının misalleridir. Bu görülenler, her iki halde de mübeşşir (iyinin habercisi) veya  münzir (kötünün habercisi) olabilirler."

Ayrıca rüya: "Olmuş veya olacaklar için Allah'ın alem kıldığı şeyin hayalde teşekkül eden misallerinin uyku esnasında enfüsi olarak idrak edilmesidir" diye de tarif edilmiştir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/506-507)

                                                                                    ***

RÜYA CİHETİYLE İNSANLAR ÜÇ KISIMDIR


İslam alimleri, bu mevzuda varid olan hadisleri değerlendirerek insanları üç gruba ayırırlar:

1- Peygamberler: Bunların rüyalarının hepsi doğrudur. Bazan da tabir gerektiren şeyler görebilirler.
2- Salihler: Bunların rüyaları çoğunluk itibarıyla doğrudur. Bunlar da bazan  tabire muhtaç olmayacak  açıklıkta görürler.

3- Diğer insanlar: Bunlar, doğru ve doğru olmayan her ikisini de görürler. Bunlar üç kısımdır.

a)   Mestur (hali kapalı) olanlar: Bunların rüyaları halleriyle muvazi gider.

b)   Fasıklar: "Bunların rüyası çoğunlukla edğas (karışık, manasız)dır. Doğru kısmı pek azdır.

c)     Kafirler: Bunların rüyasında sıdk iyice azdır. Bu duruma: "Rüyaca en doğruları, sözce en doğrularıdır"  hadisi işaret eder.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/507-508)

                                                                                             ***


MÜ'MİNİN RÜYASI:


Ebu Bekr İbnu'l-Arabi der ki: "Salih mü'minin rüyası, nübüvvetin cüzü olduğu söylenen rüyadır. Mü'minin "salih" olması demek, istikamet ve nizam üzere olması demektir... Buna göre, fasıkın rüyası peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz. Mamafih en uzak cüzü sayılır diyen de olmuştur. Fakat kafirin rüyası hiçbir surette sayılmaz.

Kurtubi der ki: "Sadık ve salih mü'min, hali, peygamberlerin haline uyan ve bu sebeple peygamberlere ikram edilmiş olan "gayba ıttıla"ın bir neviyle kendisine ikram olunmuş bulunan kimsedir. Kafir, fasık ve karışık kimseye gelince, bunların rüyası bazan sadık bile olsa nübüvvetten sayılmaz. Bunların rüyasındaki sıdk (doğruluk) yalancının bazan doğru söylemesine benzer. Gaybdan haber veren herkesin sözü peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz, kahin, falcı, müneccim ve benzerlerinin sözü gibi."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/508).

                                                                                             ***
 

RÜYA ÜÇ KISIMDIR


Bazılarınca mevkuf,  bazılarınca merfu olarak rivayet edilen bir kısım hadislere göre rüyalar üç kısımdır:

1- Hak rüya: Bu, hadislerde "rüyayı saliha", "rüyayı sadıka", "rüyayı hasene" gibi farklı  kelimelerle ifade edilmiştir. Bu isimlerle zikredilen rüyalar, edğas'tan uzak ve halistirler. Bu, kişinin mazhar olacağı yakın bir hayrın habercisidir. Bu sebeple Allah'tan büşra (müjde) kabul edilmiştir.

2- Kişinin nefsine konuştuğu rüya: Bu kişinin uyanık halde zihninden geçen vehimlerin tesiriyle gördüğü rüyadır.

3-Şeytanın üzüntü verdiği rüya: Hoşa gitmeyen, can sıkıcı rüyalar  buraya girer.
Bu üç kısma, İbnu Hacer dört kısım daha ekleyerek 7'ye çıkarır. Mamafih bunları da yukarıdakilerden birine dahil ederek üçü asıl kabul etmek mümkündür.

4- Hadisu'n nefs: Nefsin konuşması, yani arzuların te'siriyle görülen rüya.

5- Şeytanın eğlenmesi: Hadiste, "Şeytan birinizle rüyada eğlenirse bunu başkasına anlatmayın" denmiştir.

6- Uyanıkken yapmaya alıştığını rüyada görmek. Belli saatlerde yemeyi itiyad  edinen o saatte uyursa, kendini yemek yer görmesi gibi.

7- Edğas: (Karışık, yalancı rüyalar).

Rüya ve rüya ta'biri hakkında bu kısa açıklamadan sonra asıl mevzumuza geçerebiliriz.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/508-509.)

                                                                                    
                                                                                                      ******

RÜYA VE RÜYA ADABINA DAİR HADİSLER


Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Zaman yaklaşınca, mü'minin rüyası, neredeyse yalan söylemeyecek. Esasen mü'minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir cüzdür." Buhari'nin rivayetinde şu ziyade var: "Peygamberlikten cüz olan şey yalan olamaz." [Buhari, Ta'bir 26; Müslim, Rüya 8, (2263); Tirmizi,Rüya 1, (2271); Ebu Davud, Edeb 96, (5019).]


Hadiste iki hüküm var:

1- Kıyamete yakın görülen rüyaların sadık olacağı,
2- Mü'minin rüyasının peygamberliğin kırk altıda biri olması.

Hadiste, kıyamet  tabiri geçmez, "zamanın yaklaşması"  tabiri geçer. Bundan farklı manalar çıkarılmıştır. Mühimlerini kaydedeceğiz:

1- Gece ile gündüzün birbirine yaklaşması, yani ilk ve sonbahar mevsimlerinde gece ile gündüzün eşitlenmesi. Hattabi, bu mevsimlerde, insan tabiatının  mutedil  bir hal aldığını belirtir. Rüya yorumcuları, en doğru rüyaların, gece ve gündüzün eşitlendiği ve meyvelerin olgunlaştığı zamanda görülen rüyalar olduğunu söylemişlerdir. Tabircilerin zu'muna göre, tabirleri en ziyade doğrulayan zamanlar çiçeklerin açtığı ve meyvelerin olgunlaştığı vakitlerdir (ilk ve sonbaharlar). Bu iki vakitte gece ve gündüz itidal üzeredirler, ne çok uzun, ne çok kısadırlar.

2- "Zamanın yaklaşması" tabirinden çıkarılan ikinci mana, kıyametin yaklaşması ile dünya hayatının sona ermesidir. İbnu Battal, hadiste bu mananın asıl olduğunu söyler ve buna Tirmizi'nin merfu bir rivayetini delil gösterir:

"Ahirzamanda mü'minin rüyası yalan söylemez. En doğru rüyayı, sözü en doğru söyleyenler görecektir."

İbnu Hacer, sadedinde olduğumuz  hadisten çıkarılan birinci manayı pek muvafık bulmaz, ona göre, gece ile günüzün mutedil olduğu mevsimlerde insan tabiatı itidale kavuşarak daha sadık rüya görüyor ise, bunu mü'minlere  tahsis etmek uygun olmaz. Hadis "zaman yaklaşınca mü' minler sadık rüya görür" dediğine göre, bu,  hadisten çıkarılan ikinci mananın yani "kıyamet yaklaşınca mü'minler sadık rüya görür" tevilinin daha doğru olduğuna delil olur.

İbnu Battal, kıyamete yakın rüyaların sadık olma keyfiyetini şöyle izah eder: "Kıyamet yaklaşınca ilmin çoğu kaldırılacak, dine ait mealim (din öğretimi yapan müesseseler), kargaşa ve fitneler sebebiyle indiras ve inkıraza uğrayarak yok olacaklar. İnsanlar, (peygamber beklenen) fetret devri insanları gibi dinin kaybolması sebebiyle bir münzir (korkutucu mürşid) ve bir müceddid'e muhtaç hale gelecekler. Nitekim geçmiş ümmetleri de peygamberler inzar etmiş (cehennemle korkutmuş) idiler. Bir yandan Peygamberimiz Hz. Muhammed (aleyhissalatu vesselam)'in son peygamber olması, bir yandan da mezkur zamanın fetret devrine benzemesi, insanlara yasaklanan yeni bir nübüvvet eksikliğini bir başka şeyle telafi etmeyi gerekli kılacaktır. İşte bu da, esas itibarıyla cennetle müjdeleyip cehennemle korkutmaktan ibaret olan  nübüvvetin bir cüzü kılınan rüyayı sadıkadır."

3- Davudi, "zamanın yaklaşması" tabirinden saatlerin, günlerin ve gecelerin noksanlaşmasını anlamıştır. Noksanlaşmadan maksad da onlaın sür'at kazanıp, çabuk geçmesidir. İşte bu da kıyamet saatinin yaklaşması demektir. Zira başta Müslim, birçok muhaddisin kaydettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Zaman yaklaşacak, öyle ki, sene bir ay kadar; ay, hafta kadar; hafta, gün kadar; gün, bir saat kadar; bir saat de hurma dalının yanması kadar olacaktır."

4- Hadiste geçen mezkur zamanın, Mehdi'nin zamanı olduğu, o zamanda adalet ve emniyetin geniş, hayır ve rızkın bol olacağı, bu durumdan alınan lezzet ve hazz sebebiyle vaktin çabuk geçip kısaldığına hükmedileceği de söylenmiştir.

Hadiste "neredeyse" ifadesine yer verilip "...Mü'minin rüyası neredeyse yalan söylemiyecek.." denmiş olması, o zamanda rüyalara sıdkın galebe çalıp, çoğunlukla sadık rüyalar görüleceğine işarettir.

5- Doğru Rüya Doğru Sözlülüğün Eseridir: Kurtubi der ki: "Allah bilir ya, bu hadiste zikri geçen ahirzamandan murad, Hz. İsa (aleyhisselam)'nın Deccal'i öldürmesinden sonra onunla birlikte olacak mü'min taifenin zamanıdır. Nitekim, Müslim'in bir hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Allah İsa İbnu Meryem'i gönderir, insanlar arasında yedi yıl kalır. Bu sırada iki kişi arasında düşmanlık olmaz. Sonra Allah, Şam cihetinden soğuk bir rüzgar gönderir. Yeryüzünde, kalbinde zerre miktar hayır veya iman bulunan tek kişi kalmaz, hepsinin ruhu bu rüzgarla birlikte kabzedilir."

Kurtubi devamla der ki: "Bu zamanda yaşayan insanlar bana öyle geliyor ki, şu ümmetin,  ilk asırdan sonra gelenlerinin  halen en iyi ve sözce en doğru olanıdır. Bu sebeple de rüyaları hiç yalan söylemiyecektir, nitekim hadiste:   اصْدَقُهُمْ رُؤْيا اَصْدَقُهُمْ حَدِيثاً  "Rüyaca en doğruları, sözce en doğrularıdır." buyurulmuştur. Gerçekten bu böyledir, çünkü kim doğru söylerse kalbi nurlanır, idraki kuvvet kazanır ve manalar, sahih şekilde o idrakte nakşolunur. Böylece uyanık halde çoğunlukla  sıdk üzere olan kimseye, bu hal uykuda da refakat eder ve doğru olandan başka bir şey görmez. Elbette yalancının veya doğru ve yalanı karıştıran kimsenin hali böyle olmayacaktır. Bu kimse kalbini bozup karartmıştır. Onun karmakarışık, manasız şeyler görmesi normaldir. Pek nadir durumlarda doğru sözlünün, sahih olmayan; yalancının da sahih olan bir rüya görmesi vukuattandır. Ancak çokca, ekseriyetle vukua gelen durum yukarıda söylediğimiz gibidir."

İbnu Hacer der ki: Bu açıklama, yukarıda: "Rüya, sadık ve salih mü'minden sadır olduğu takdirde peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür" diye ifade ettiğimiz görüşü teyid eder.

6- İbnu Ebi Cemre, "Ahirzamanda mü'minin rüyası neredeyse yalan söylemez" hadisini şöyle anlar: "Rüya, o zaman, tabire ihtiyaç göstermeyecek bir açıklıkta olur, ona yalan da karışmaz. Bu, daha önceki rüyaların hilafı bir durumdur. Zira, önceki zamanda görülen rüyaların te'vili kapalıdır, sadece  tabirciler açıklayabilir, üstelik tabircinin dediği gibi de çıkmayabilir. Böylece onlara yalanın da girmiş olduğunu anlarız... Bunun ahirzamana has kılınmasındaki hikmet, mü'min, o zamanda garib (yalnız, hamisiz) olacağından dolayıdır... Bu sebeple o vakit mü'minin dostu ve yardımcısı pek azdır. Allah, onlara rüyayı sadıka ile ikramda bulunur. Hadislerde, mü'minin rüyası nübüvvetin kaçta kaçı olduğuna dair rivayetten rivayete değişen ihtilafı bu sebeple izah etmek mümkündür. Ve şöyle denebilir: "Kıyametin yakınlığı arttıkça, rüyanın doğruluğu daha da artacak ve böylece nübüvvetten cüz olma nisbeti de arttığı için sayı düşecektir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/510-513.)


7- Rüya peygamberlikten bir cüzdür.

                                                  ****

RÜYA PEYGAMBERLİKTEN BİR CÜZDÜR


Sadedinde olduğumuz hadis, mü'minin rüyasını peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ilan etmektedir. Mevzuyu bir başka babta tahlil eden İbnu Hacer, bu mesele üzerine muhtelif hadislerde gelen farklı rakamları kaydeder. Buna göre, on kadar farklı hadisten her biri değişik rakamlar vermektedir. En azına göre, rüya, peygamberliğin yirmi altıda biridir, en çocuğuna  göre de yetmiş altıda biridir. Arada kırkta, kırk dörtte, kırk beşte, kırk altıda, kırk yedide, kırk dokuzda, ellide, yetmişte bir rakamları geçmektedir. Hadisler sıhatçe farklıdır. İbnu Hacer, "Mutlak olarak en sahihi birincisidir, onu "yetmişte bir" rivayeti takip eder" der. Farklı görüşleri 15'e  kadar çıkaranlara ayrıca dikkat çeker.

Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in vefatıyla, nübüvvetin de kesilmiş olması sebebiyle, rüyanın nübüvvetten bir cüz sayılması meselenin izahı zorca bir mesele olduğuna dikkat çektikten sonra İbnu Hacer şunu söyler: "Bu fikre cevap olarak dendi ki: "Rüya eğer Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'den vaki olmuş ise, bu gerçekten nübüvvetten bir parçadır. Şayet bir başkasından vaki olmuş ise mecazen nübüvvetten bir parçadır."

Hattabi  demiştir ki: "Dendiğine göre, rüya, nübüvvete uygun olarak gelir, ancak, bu onun devam eden cüz'ü  demek değildir."

Şöyle de denmiştir: "Bunun manası: Rüya nübüvvet ilminden bir cüzdür. Zira nübüvvet kesilmiş olsa da ilmi bakidir."

İbnu Battal, nübüvvet kelimesinin lügat manasından hareket ederek der ki; "Nübüvvet, inba kelimesinden alınmadır, bu da lügat olarak i'lam (duyurmak) demektir. Bu manaya göre, rüya, Allah'tan gelen ve yalan bulunmayan sadık bir haber olması ve nübüvvetin de Allah'tan gelen ve kizbin caiz olmadığı haber olması  haysiyetiyle rüya ile, nübüvvet arasında -haberdeki  doğruluk noktasından- benzerlik kurulmuştur."
Rüyanın peygamberlikten bir cüz olması meselesini bazı alimler de şöyle izah etmişlerdir: "Cenab-ı Hakk, Peygamberine altı ay rüyada hitab etti. Bu altı aydan sonra, ömrü boyunca, yirmi üç yıl uyanık halde hitab etti. Bu altı aylık müddet yirmi üç yıla nisbet edilince kırk altıda bir eder.

İbnu Battal bu izahı iki noktadan tutarsız bulmuştur:

1- Hz. Peygamber'in bi'setten sonraki ömrünün miktarı ihtilaflıdır.

2- "Rüya, nübüvvetin yetmiş cüzünden biridir" diyen rivayet manasız kalacaktır.

İbnu Hacer bu konuda ulemanın muhtelif tez ve antitezlerini beyan ettikten sonra sayıların farklılığını şöyle bir izahla çözmeye çalışır: "Sayılardaki farklılıklar, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in bu meseleyi beyan ettiği zamanların farklı olmasından ileri gelir. Şöyle ki: Kendisine vahyin gelmesinden on üç senenin dolumunda, "rüyanın peygamberliğin yirmi altı cüzünden bir cüz olduğunu söylemiş olmalı, bu ise hicret zamanına rastlar. Yirmi yılın dolumunda kırkta bir; yirmi iki yılın dolumunda kırk dörtte bir; ondan sonra kırk beşte bir; sonra hayatının sonunda kırk altıda bir demiş olmalı. Kırktan sonraki rivayetler ise zayıftır. Ellide biri diyen rivayetin küsuratı ifade etmesi ihtimal dahilindedir. Yetmişte bir diyen rivayet ise mübalağa içindir, bunun dışındakiler zaten sabit değildir. Böylesi bir irtibatlamada tearuz mevcut değildir..."

Bu mevzu üzerine İbnu Hacer, başka yorum ve tahliller dahi kaydederse de, bu kadarla yetiniyoruz. Ancak Ebi Cemre'nin yukarıda kaydedilen, buna yakın izahını hatırlatmada fayda var.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/513-514.)

Ebu Katade (radıyallahu anh)'nin anlattığına göre: Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın şöyle söylediğini işitmiştir: "Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya) şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna gitmeyen kötü bir rüya (hulm) görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan Allah'a istiaze etsin (sığınsın). (Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar edemiyecektir." [Buhari, Tıbb 39, Bed'ü'l-Halk 11, Ta'bir 3, 4, 10,14, 46; Müslim, Rüya 5, (2262); Muvatta 1, (2, 957); Tirmizi, Rüya 4, (2288); Ebu Davud, Edeb 96, (5021).]
  
Bazı rivayetler, "Salih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak geldiği halde burada salih, gayr-ı salih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan olduğu belirtilmiştir. İslami temel itikadımız esasen budur. Yani her şeyin takdiri, yaratılması, hayır, şer Allah'tandır. Rü'yanın betahsis Allah'a nisbet edilmesi "teşrif" yani  rüyanın ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.

Hadis, Allah'a nisbet edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini göstermektedir. Keza, şeytana nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii ki bu, şer'i bir edeptir. Esas itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin hepsine rüya denir. Daha önce yedi çeşide ayrıldığını belirttiğimiz rüyalar bu rivayette ikiye irca edilmiş olmaktadır. Şu halde korku, üzüntü veren, hoşlanılmayan rüyalar batıldır ve  şeytandan gelmektedir, bunlara toptan  hulm denmektedir. Hulm, Kur'an-ı Kerim'de edğas diye zikri geçen karmakarışık, manasız rüyalardan başka  bir şey değildir.

Sadedinde olduğumuz hadis, görülen rüya karşısında mü'minin takınacağı edeb ve tavrı belirlemektedir: "Şeytani, hoşlanmadığınız bir rüya gördüğünüz zaman sol tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a sığının..." diyor. Yani euzubillahi mineşşeytanirracim denecek. Bir başka hadiste, böyle bir  rüya görenin "sol tarafına üç sefer nefes etmesi   فلْيَتَنَفَّسْ عَنْ شِمَالِهِ ثَثَ مَرَّاتٍ  şer ve ezasından Allah'a sığınması" tavsiye edilmiştir. Bu babta başka rivayetler de var. Bu çeşit rüyalar anlatılmamalıdır.

Resulullah (aleyhissalatu vesselam) salih rüya görüldüğü zaman ne yapılması gereğini de muhtelif rivayetlerde ta'lim buyurmaktadır:

"Sizden biri sevdiği bir rüya görünce, (bilsin ki) bu Allah'tandır. Bunun için Allah'a hamdetsin, bunu başkasına anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görünce de (bilsin ki) bu şeytandandır, hemen şerrinden Allah'a istiazede bulunsun. Rüyayı kimseye de anlatmasın, zira kendisine zarar verecek değildir."

Buhari'den kaydettiğimiz bu rivayet, hoşumuza giden rüyaların başkasına anlatılmasını tavsiye etmekte ise de, başka rivayetlerde rüyayı anlatacağımız kimseler hakkında bazı kayıtlar koymaktadır: Yani "Bilgili veya sevgili" olmalıdır, yani "Alim veya nasih (hayırhah)" olmalıdır. Vadd (sizi seven), zire'y (isabetli, faydalı görüş sahibi) gibi başka vasıflar da zikredilmişse de hepsi aynı kapıya çıkar ve rüya anlatacağımız kimselerin akıllı, bilgili, hakkımızda hayır düşünen, bizi seven bir kimse olmasına dikkat etmemiz gereği anlaşılır.

Ebu Bekr İbnu'l-Arabi der ki: "Alim olmalıdır, zira o, rüyayı imkan nisbetinde hayra yoracaktır. Hayırhah (nasih) olmalıdır, çünkü o, faydalı olana ve kendisine yardımı dokunacak hususlara irşad ve teşvikte bulunacaktır. Bilgili (lebib), rüyayı anlayan demektir, böyle birisi, rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu hususu bilip onu öğretecek veya sükut edecektir. Sevilen (habib)  de, bir hayır görürse söyler, anlayamaz veya şüpheye düşerse sükut eder..."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/515-516.)

                                                      **
Buhari'nin bir rivayetinde Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şöyle buyurur: "Beni rüyada gören, gerçekten  beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime giremez." [Buhari, Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10; (2266); Muvatta, Rüya 1, (2, 956).]
  
Yukarıdaki hadisi Hz. Enes (radıyallahu anh) rivayet etmiştir. Tibi şöyle açıklamıştır. Beni rüyasında gören, beni hakikatim üzere eksiksiz görmüştür, beni görüp görmediğinden şüpheye düşülmemelidir. Rüya tamdır, hak bir rüyadır" demektir." Nitekim, yine Buhari'de gelen bir başka hadiste: "Rüyada  beni gören hakkı (gerçeği) görmüştür."   مَنْ رَآنِى فَقَدْ رَأى الحَقَّ  buyurmuştur.

Rüyada Resulullah'ın görülmesi  meselesi bazı farklı yorumlara  sebep olmuştur. Yani, her ne suretle görülürse görülsün bu görülüş hak bir görme midir? Yoksa görmenin hak olması için Resulullah'ı bilinen evsafıyla görmek şart mıdır? Çünkü Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) her seferinde malum sıfatlarıyla, hüviyet-i asliyesi ile gözükmez. Buhari'nin bazı nüshalarında İbnu Sirin'in şu kaydı yer alır:   اِذَا رَآهُ في صُورته  Buna göre, Resulullah'ı bilinen evsafı çerçevesinde görürse bu rüya hak  rüyadır.

Ancak ulema şu noktada müttefiktir: "Şeytan Resulullah'ın hüviyetine giremez." Cenab-ı Hakk ona bu imkanı tanımamıştır. Aksi takdirde, şeriata kizb karışma ihtimali mevzubahis olur, dine itimad kalmazdı. Bu sebeple Cenab-ı Hakk, şeytanı, kişinin uyanık halinde, Resulullah'ın suretine girmekten men ettiği gibi, uyku halinde  de o suretle gözükmekten men etmiştir. Bu hususu Resulullah (aleyhissalatu vesselam) açık seçik  beyan etmiştir.

Hal böyle olunca, Resulullah'ın, her ne suretle olursa olsun, rüyada görülmesine şeytanın dehalet etmemesi gerekir. Bu sebeple Nevevi şöyle der: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ı gören kişi malum evsafı üzere de görse, malum evsafının aksine de görse, gerçekten Resulullah'ı görmüştür."

Nevevi bu görüşünü, Kadı İyaz'ın: "Sağ iken taşıdığı sureti ile gören gerçekten görmüş, bu sıfata uymayan şekilde gören hakiki görmüş sayılmaz, te'vil gerekir" sözünü reddetmek için söylemiştir.

Bazıları daha açık bir ifade ile hadisten şunu anlamışlardır: "Hadisin manası şudur: O (aleyhissalatu vesselam)'nu gören, hayatta iken taşıdığı suret üzere görür. Bundan şu zaruri netice çıkar: Resulullah'ı asli suretinin haricinde görenin rüyası edgas'tır, (sadık rüya  değildir.)"

Ancak ulema çoğunlukla şu görüşü benimser: "Bu hadisten maksad şudur: hangi hal üzere olursa olun Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in rüyada görülmesi batıl  olamaz, bu rüya edgas değildir, esas itibariyle haktır. Görülen suret şeytandan değil Allah'tandır."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/516-517.)

 Ebu Rezin el-Ukeyli Lakit İbnu Amir İbni Sabire (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür. Bu rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında (takılı vaziyette) durur. Anlatılacak olursa hemen düşer." [Tirmizi, Rü'ya 6, (2279, 2280); Ebu Davud, Edeb 96, (5020).]
  
1- Rüyanın peygamberlikten bir cüz olma meselesini 957 numaralı hadiste açıkladık.

2-  Rüyanın kuşun ayağında takılı olması, bir teşbihtir; bununla, rüyanın anlatılmadığı müddetçe kesinleşmediği ifade edilmektedir, tıpkı asılan, takılan bir şeyin havada durması, yerde istikrarını bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın istikrar bulup, kesinlik kazanması tabir edilmesine bağlıdır. Tabir edilince süratle düşüp istikrar kazanır. Kuşun kendisi bir yerde sabit durmazsa, onun ayağına takılan şey hiç sabit duramaz. Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü, sahibinin üstüne hemen düşer. Ebu Davud'un bir başka rivayeti şöyle: "Rüya, tabir edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, tabir edilince hemen düşer." Bu rivayet "anlatınca" demiyor, "tabir edince" diyor. Öyle ise, önceki hadiste geçen "anlatmak"tan maksad, tabirini medar-ı bahs etmek, konuşmaktır.

Hadisin Ebu Davud'daki aslı, Ebu Rezin'in şu sözüyle tamamlanır: "Zannederim (Resulullah) şunu da demişti: "(Öyleyse) rüyanı akıllı ve dostun olan kimseye anlat."

Rüyadaki hakikatın tahakkuku, onun anlatılmasına, daha doğrusu tabirine bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Bu sebeple Resulullah, rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye  uygun bir tavsiye ile hadisini tamamlamış olmaktadır: "Rüyayı  lebib ve habib olana, yani akıllı dosta anlatın!"(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/518.)

                                                                                        ***

Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür." [Buhari, Ta'bir 4, Muvaatta 1, (2, 956).]
  
Hadis, Muvatta'da Ebu Saidi'l-Hudri rivayeti olarak değil, Enes İbnu Malik (radıyallahu anh) rivayeti olarak, yakın elfazla geçer.

                                                        ***

Tirmizi'de Ebu Said'den şu rivayet kaydedilmiştir: "En sadık rüya seher vakitlerinde görülen rüyadır." [Tirmizi, Rü'ya 3, (2275).]
  
 Alimler rüyanın sıdkı hususunda, onun görüldüğü mevsimin ehemmiyetine dikkat çekerler. Bazı mevsimlerde insan tabiatının mutedil olması sebebiyle rüyayı edğas (karışık ve manasız) kılan psikolojik ve biyolojik  amillerin daha az tesirde bulunacağını belirtmişlerdir. Şu halde, günlük olarak da seher vakitlerinin, diğer vakitlere nazaran biyolojik ve psikolojik yönden en mutedil vakit olduğu söylenebilir: Uyku ile dinlenmiş olan sinir sistemi daha sakindir, mide boşalmış, hazım yorgunluğu kalmamış, ruhen fikren meşguliyet ve hassasiyet asgari seviyeye inmiş vs. Şu halde mizac ve kuvvelerin azami derecede i'tidale kavuştuğu bir durumda görülecek rüyalar hakikat olma şansına daha çok sahiptir. Bu durumu Resulullah, "En sadık rüya seherdekidir" diyerek ifade buyurmuş olmaktadır.

Tibi merhum, meselenin bir başka yönüne de dikkat çeker: "Zira seher vakti meleklerin inme zamanıdır."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519.)

                                                                                            ****

 Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şöyle demişti: "Benden sonra, peygamberlikten sadece mübeşşirat (müjdeciler) kalacaktır!"

Yanındakiler sordu:

"- Mübeşşirat da nedir?"

"- Salih rüyadır!" diye cevap verdi."

Muvatta'nın rivayetinde şu ziyade var: "Salih rüyayı salih kişi görür veya ona gösterilir." [Buhari, Tabir 5; Muvatta, Rüya 3, (2, 957); Ebu Davud, Edeb 96, (5017).]
  
Mübeşşirat kelime olarak mübeşşire'nin cem'idir, bu ise büşra yani müjde (sevindirici haber) demektir. Ancak hadiste bununla rüyayı saliha kastedildiği Resulullah tarafından açıklanmıştır. Hadiste Resulullah: "Bana has olan nübüvvetten sonra sadece mübeşşirat kalacaktır, diğer nübüvvet hassaları benimle beraber ortadan kalkacak" demek istemiştir. İbnu Abbas'tan gelen bir rivayete göre Resulullah bu sözü ölüm döşeğinde söylemiştir. Ancak hadisin bir çok vechi mevcuttur. Bir vechi  şöyledir:

 "Risalet ve peygamberlik artık kesildi. Benden sonra ne nebi ne de peygamber var. Ancak mübeşşirat devam edecek!" Dediler ki: "Mübeşşirat nedir?" Dedi ki: "Müslümanların rüyası peygamerliğin cüzlerinden bir cüzdür."

İbnu't-Tin der ki: "Hadisin manası şudur: "Vahiy benim ölümümle kesilecektir. Kendisiyle, istikbalde olacak şeyleri öğrenebileceğiniz tek kaynak kalıyor, o da rüyadır." Ancak bu söze, ilham hatırlatılarak karşı çıkılmıştır, zira ilham da istikbali öğrenme kaynaklarından biridir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/520.)

                                                                                      ***

TABİR EDİLMİŞ RÜYALAR


Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) sık sık: "Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu:

"- Sizden bir rüya gören yok mu?"

Kendisine:

"- Bizden kimse bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine:

"- Ama ben gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazan bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen yeniliyordu. Beni getirenlere:

- Sübhanallah! nedir bu? dedim. Dinlemeyip:

- Yürü! Yürü!

dediler. Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri  duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da:
- Sübhanallah, nedir bu? dedim. Cevap vermeyip:

- Yürü! Yürü! dediler. Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp:

- Bunlar kimdir? diye sordum. Bana cevap vermeyip:
- Yürü! Yürü! dediler. Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında bir çok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor  bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine  yaklaşıyordu.  Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine dayanamayıp:

- Bu nedir?diye sordum. Cevap vermeyip yine:

- Yürü! Yürü! dediler. Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine:

- Bu nedir? diye sordum. Cevap vermeyip:

- Yürü! Yürü! dediler. Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde  her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı. Ben yine:
- Bunlar kimdir?
dedim. Cevap vermeyip:

- Yürü! Yürü! dediler. Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de daha güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım:

- Ağaca çık! dediler. Beraberce çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara:

- Gidin şu nehire banın! dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki safi süttü, bembeyaz... Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.

Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar:

- Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da senin makamındır.

Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi.

- Beni gezdirin, içine bir gireyim! dedim.

- Şimdilik hayır! Amma mutlaka gireceksin.

dediler. Ben:

- Geceden beri acaip şeyler gördüm, neydi bunlar?
diye sordum.

- Sana anlatacağız. dediler ve anlattılar:

- Taşla başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'an'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir. Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş  atılan adam faiz yiyen adamdır. Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (aleyhissalatu vesselam)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (büluğa ermeden) ölen çocuklardır."
Cemaatten biri hemen atılarak:

"- Ey Allah'ın Resulü! Müşrik çocukları da mı?" diye sordu.

Resulullah (aleyhissalatu vesselam):

"- Evet, dedi, müşrik çocukları da."  ve anlatmaya devam etti:

"- Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları affetmiştir." [Buhari, Ta'bir 48, Ezan (Sıfatu's-Salat) 156, Teheccüt 12, Cenaiz 93, Büyü 2. Cihad 4, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 8, Tefsir, Beraet 15, Edeb 69; Müslim 23, (2275); Tirmizi, Rü'ya 10, (2295).]


1- Tabirin Mekruh Vakti:Buhari, bu hadisi, Tabir'le ilgili bölümde, "Sabah namazından sonra rüya tabiri" babında kaydeder. Buhari'nin bab başlıklarında fıkıh yaptığını nazarı dikkate alan şarihler, Buhari'nin böyle bir başlığı koymakla, Abdurrezzak'ın Musannaf'ta kaydettiği  َ تَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلى إمْرَأةٍ وََ تُخْبِرْ بِهَا حَتّى تَطْلُع الشَّمْس  "Rüyanı kadına anlatma, güneş doğuncaya kadar da kimseye söyleme" şeklindeki hadisin za'fına işaret ettiğini ve ayrıca, tabircilerin şu sözlerini reddettiğini belirtirler. "Rüya tabirinde müstehab olanı, tabirin, "güneşin doğmasından saat dörde, ikindi vaktinden akşam öncesine kadar" yapılmasıdır."

Buhari, bu kanaati reddediyor. Zira kaydedilen hadis, tabirin, güneş doğmazdan önce yapılmasının müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu hüküm, tabircilerin: "Namazın mekruh olduğu vakitlerde tabir yapmak mekruhtur" şeklineki sözlerine de muhalif değildir.

2- Tabirin Müstehab Vakti: Mühellib, bu hususta şunu söyler: "Rüyayı sabah namazı vaktinde tabir etmek, diğer vakitlerin hepsinden daha iyidir. Zira, rüyayı gören, onu gördüğü zamana yakınlığı sebebiyle, zihninde daha sağlam tutmaktadır ve henüz  unutma arız olmamıştır. Üstelik tabir edecek kimse de, zihni huzura sahiptir ve fikri günlük maişet meşgalelerinden henüz uzaktır. Ve hem de rüyayı gören kimsenin, rüyadan alacağı iyi haberle sevinmesi, şerden de sakınıp  tedbir alması mevzubahistir. Keza, ola ki rüya ma'siyetten ta'zir edicidir, rüya sahibi böylece sakınmış olur, veya bir iş hususunda uyarıcıdır, böylece rüya, sahibini murakabeye, kontrole sevkeder. Öyle ise bunlar gibi daha pek çok maslahat, rüyayı, günün başında tabir etmeyi gerektirmektedir."

3- Hz. Peygamberin Anlattığı Rüyanın  Mahiyeti: Resulullah (aleyhissalatu vesselam), İslam'ın vaz'ettiği farz, haram ve itikadlarla ilgili hakikatlerin insanlar tarafından kavranabilmesi için, bazan teşbihli hikayeler -ki israiliyat nev'inden anlatılanların bu gayeye matuf olduğunu belirtmiştik (bak. 954 numaralı hadis)- bazan uykuda görülen rüyalar, bazan da Mi'rac esnasında görülen müşahedeler şeklinde anlatmıştır. Biz, bu müşahhas tasvirlerde, gaybi olan kıyametten sonra görülebilecek olan hakikatlerin en ami bir mü'min tarafından bile anlaşılabilecek maddi teşbihlere döküldüğünü görmekteyiz. Bu anlatımlarla ilahi, gaybi -ve behemahal imani- olan hakikatlar alem-i şehadette görülen ve idrak edilen maddi ve beşeri kahramanlarla bir nevi sahnelemekte, böylece sırf imanilikten ve kavranmaz mücerredlikten kurtarılarak ma'kulat ve hatta mahsusat seviyesine indirilmektedir. İslam  dinini anlaşılır, İslami ta'limatı ami-alim, gabi- zeki her seviyedeki insan tarafından kavranır ve de akıllar, ruhlar, hisler üzerinde müessir kılan bu metoda Kur'an-ı Kerim'in de genişçe yer verdiğini görmekteyiz. cennet ve cehennemle ilgili tasvirler hep dünyevi ve günlük olarak gördüğümüz ve yaşadığımız müşahhas unsur ve motiflerle yapılmıştır.

Diğer tarafta, -İbnu Abbas (radıyallahu anhüma)'ın açıklamasıyla- ahiret aleminin hakikatını bilmekteki naksımızı kabul etmek, dünyada olanların, orada sadece ismen varlığını kabul edip, mahiyetce ayrılığına ve idrakimizin onlara yetişemiyeceğine inanmak esastır:   َ يُشْبِهُ شَىْءٌ مِمَّا فِي الْجَنَّة ِمَا فِي الدُّنْيَا اَِّ فِي اَسْمَاءِ

Söz buradan açılmışken, cennet ve cehennemle ilgili olarak pekçok hadis ve hatta ayetlerde ifade edilmiş  bulunan bir kısım hakikatlerin  şu hadiste nasıl  maddi, müşahhas ve mahsus unsurlarla sahnelendiğini görelim:
"Cennetle cehennem münakaşa ettiler. Cehennem:

- Bana  kibirliler, zalimler gelecektir! dedi. Cennet de:

- Bana da insanların sadece zayıfları, sakatları ve (aldatılan) gafilleri gelecektir, acaba sebebi nedir? dedi. Allah cennete:

- Sen benim rahmetimsin, kullarımdan dilediğime seninle rahmet ederim. Cehenneme de:

- Sen benim azabımsın, kullarımdan dilediğime de seninle azab eylerim, dedi. Sonra her ikisine birden şu hitapta bulundu:

- (Sabırsızlanmayın), her ikinizi de dolduracak kullarım var!

(Ancak cehennem dolmak,  tatmin olmak bilmeyip,) daha  var mı, daha var mı? demeye devam edecek. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ayağını cehennemin üzerine  koyup bastıracak. Cehennem (maruz kaldığı sıkletten) inleyerek yeter! yeter! yeter! diyecek. Cehennem böylece dolar ve içindekiler (tıkabasa) karışırlar. (Böyle yapmış olmakla) Aziz ve Celil olan Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Cennet  de boş kalmaz. Allah onun için de münasib kullar  yaratmıştır."

Buhari ve Müslim'in müştereken rivayet ettikleri bu hadisi, belirtmeye çalıştığımız ta'limi (didaktik) nokta-i nazardan değil, kelami nokta-i nazardan tahlile  kalksak sonu zor alınacak  münakaşalara girebiliriz.  Halbuki bu nev'e giren müteşabih rivayetler ve ayetler çoktur. Ölümün kıyamet günü bir koç suretinde getirilerek mahşer meydanında kesilmesi gibi.

Hülasa, bu ve benzeri bütün ifadelerin, mücerred olan imani hakikatleri müşahhaslaştırarak anlaşılır hale getirme ve hissiyat üzerinde canlı ve müessir kılma gayesini güttüğünü nazardan uzak tutmayacağız. Muallim-i ekber olan Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a bu gaybi hakikatler, terbiye-i İlahiyenin en mühim safhası olan Miraç'ta da gösterilmiştir. Ayet-i kerime, "Orada gözüyle gördüklerini kalbi inkar etmedi" (Necm 11) diyerek, önceden iman yoluyla öğrendikleri ile gözüyle gördükleri arasında tam bir mutabakatın husule geldiğini haber verir. Böylece aynelyakin ve hatta hakkalyakin derecesine çıkan iman-ı Nebevi,   آمن الرَّسُولُ   "Peygamber ve mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene inandı" (Bakara 285) ayetiyle tebcil edilir. Hatta Süheyli'nin Ravdu'l-Unf'da kaydettiği üzere, bazı alimlerimiz "Peygamber inandı" diye başlayan bu ayetin, bir bakıma, imani hakikatlerin gözle müşahedesi demek olan Miraç hadisesiyle ilgili olarak vahyedilmiş olmasını manidar bulmuşlardır.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/526-529.)
   
                                                                                                        *****



 Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Biz öne geçen sonuncularız. Ben uyurken bana arzın hazineleri getirildi. Elime altından iki bilezik kondu. Bunlar benim nazarımda büyüdüler ve beni kederlendirdiler. Bana: "Bunlara üfle" diye vahyedildi. Ben de üfledim, derken uçup gittiler. Ben bunları, çıkacak olan ve aralarında bulunduğum iki yalancı olarak te'vil ettim: Birisi San'a'nın lideri  , diğeri de Yemame'nin lideridir." [Buhari, Ta'bir 40, 70; Müslim, Rüya,22, (2274), Tirmizi, 10, (2293).]
  
Hadiste Resul-i Ekrem (aleyhissalatu vesselam), Müslümanların, dünyada iken en son kitap verilen ümmet de olsalar, ahirette hesabı ilk defa verecek ve ilk defa cennete girecek ümmet olacaklarını ifade buyurmaktadır. Resulullah'a getirilmiş olan hazinelerden muradın İslami fetihlerle  İran, Bizans gibi fethedilen yerlerden elde edilen ganimetler olduğu belirtilmiştir.

Bileziklerin Hz. Peygamber'in "nazarında büyülmesi"ni, hayret etmesi, şaşırması, ağrına gitmesi, dikkatini çekmesi gibi manalarda anlamak gerekmektedir; maddi ağırlık veya hacimlerinin artması şeklinde bir büyüme değil. Kurtubi'nin açıklamasına göre, altından mamul zinet eşyası Müslüman erkeklere haram olması sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) eline konan altın bilezikleri (rüyasında) taaccüble, hayretle karşılayıp kederleniyor, üzülüyor.

Hadiste geçen vahiyden murad ilhamdır, irşaddır. Üflemek, kolay  bir amel  olması sebebiyle, rüyada üfleme görmenin, kolaylığa, önüne çıkan herhangi bir engelin kolaylıkla izale edileceğine delil olduğu belirtilmiştir. "Üfleme kelamdır" diyen de olmuştur.

Üflemekle uçup gitmeleri, ortaya çıkacak yalancıların çok fazla zahmet çekilmeden bertaraf edileceklerine, manen hakaret, değersizlik içinde bulunduklarına delalet ettiği, "aralarında bulunduğum" tabiriyle, rü'yanın anlatıldığı sıra onların hayatta olduğuna delalet ettiği ifade edilmiştir.

Bunlardan maksad San'a'da çıkıp peygamberlik iddia eden Esved el-Ansi ile, Yemame'de çıkıp yine aynı batıl iddialara girişen Müseylimetü'l-Kezzab'tır. Bunlardan her ikisi de daha Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın sağlığında ortaya çıkıp, etrafında adam toplamış kimselerdir. Esved, Resulullah henüz hayatta iken tepelenebilmiş ve öldürülmüş, Müseylime ile Resulullah'ın vefatından sonra savaşılmış ve Hz. Ebu Bekir zamanında tepelenmiştir.

Hz. Peygamber'in altın bilezikleri yalancılarla te'vil etmesi, erkeğe zinet verilmiş olmasına dayanır. Çünkü erkeğe, haram olan bir şeyin verilmesi, yerinde  olmayan bir iş yapılmasıdır. Yalancılar da böyledir, yerini  bulmayan, sahte iddialarda bulunurlar.
Bu rüyada geçen "iki el" iki memleketle te'vil edilmiştir. San'a ve Yemame ahalileri aslında Müslüman olarak İslam'a "iki el", iki yardımcı durumuna gelmişlerdi. Buralarda çıkan iki sahtekar, yalancı ve aldatıcı sözlerle halkı etrafında toplayıp iğfal etmiştir. Şu halde altın bilezikler iki yalancıya delalet etmiş, o iki "el"de (beldede)  çıkmışlardır.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/531-532.)

                                                                                     **

         Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Rüyamda kendimi Mekke'den, hurma ağaçları bulunan bir  beldeye hicret ediyorum gördüm. Ben bunu, hicretimin Yemame'ye veya Hacer'e olacağı şeklinde tahmin etmiştim, meğer Yesrib şehrine imiş. Bu rüyamda kendimi bir kılıncı sallıyor gördüm, kılıncın başı kopmuştu. Bu, Uhud Savaşı'nda mü'minlerin maruz kaldıkları musibete delalet ediyormuş. Sonra kılıncımı tekrar salladım. Bu sefer, eskisinden daha iyi bir hal aldı. Bu da, Cenab-ı Hakk'ın fetih ve Müslümanların biraraya gelmeleri nev'inden  lutfettiği nimetlerine delalet etti. O aynı rüyamda sığırlar ve Allah'ın (verdiği başka) hayrını gördüm. Sığırlar Uhud gününde mü'minlerden bir cemaate çıktı, (gördüğüm başka) hayır da Allah'ın Bedir'den sonra (nasib ettiği fetihlerin) hayrı ve bize Rabbimizin lutfettiği (Bedru'l-Mev'id) sıdkının sevabı olarak çıktı." [Buhari, Ta'bir 39, 44, Menakıb 25, Meğazi 9, 26, Menakıbu'l-Ensar 45; Müslim, Rü'ya 20, (2272).]


Bu hadis, rüya mübhemiyetine uygun bir mübhemlik ve anlaşılmasında zorluk hasıl olmuş bir rüya'yı  Nebevidir. Şarihler rivayetin muhtelif tabirlerini açıklamada farklı yorumlara gitmişlerdir.

Biz mealdeki manayı tesbit ederken İbnu Hacer'in izahını esas aldık. Buna göre:

1- Hecer, Bahreyn'de Abdulkays kabilesinin ikamet ettiği bir diyarın ismidir. Medine yakınlarında aynı ismi taşıyan küçük bir köyün kastedildiği de söylenmiş, hatta başka ihtimaller üzerinde de durulmuştur, ancak sahih olan önceki söylediğimizdir.

2- Yesrib, Medine'nin eski adıdır, kaliteli hurmalarıyla meşhur idi.

3- Resulullah ashabını kılıçla ifade etmiştir. Kılıç sallaması, düşmanla cihadıdır. Başının kopması Uhud'da Müslümanların maruz kaldığı musibete yorulmuştur. Bazı rivayetlerde kılıçta gedik açılmış olduğu ifade edilmiş ve bu da ailesinden birinin (Hz. Hamza'nın) şehid düşeceği şeklinde, tarafından, yorumlanmıştır. Bazı rivayetler bu kılıncın Zülfikar olduğunu tasrih eder.

4- Kılıncın tekrar sallanması, mücadelenin devamı, kılıçtaki kopukluğun düzelmesi, müteakip savaşlarda Müslümanların zafere ereceklerinin alameti bilinmiştir. Tabirciler kılıcı değişik yorumlara tabi tutmuşlardır: Mesela rüyada kılıç elde eden "kuvvet elde eder", "valilik elde eder", "emanet (vedia) elde eder", "zevce elde eder", "çocuk elde eder", keza "kılıncı kınına koyan evlenir", "birisiyle onun kılıncından daha uzun kılıçla vuruşan ona galebe çalar", "kılıç kuşanan bir işe girer" vs. gibi.

5- Görülen sığırlar, Uhud'da şehid düşen Müslümanlara yorulmuştur. Hadisin farklı rivayet ve okunuşları, "Allah'ın bu ölümde hayır kılacağı" veya "bu ölümden sonra Allah'ın hayırlar (zaferler) vereceği" gibi değişik yorumlara imkan tanımıştır. Bir yoruma göre, Hz. Peygamber: "Allah'a kasem olsun Allah'ın yaptığında (Uhud'daki musibette) hayır gördüm, hayır var" demiştir.

6- Bedir'den sonraki fetihlerden maksad, Hayber'in fethi ve Mekke'nin fethidir. Hadiste geçen,   اتانَا اللّهُ تَعالى بَعْدَ يَوْم بَدْرٍ   ibaresinde   بعد   kelimesi bazı rivayetlerde   بعْدُ   bazı rivayetlerde   بَعْدَ   şeklinde gelmiştir. Buna göre te'vil de farklı olmuştur.   بَعْدُ   Okununca mana Uhud'dan sonra demektir ve bu durumda   يوم   kelimesi de nasb yapılarak   يَوْمَ بَدْرٍ  okunması icabeder. Mana şu olur: "(Gördüğüm başka)  hayır da, Allah'ın (Uhud' dan) sonra  Bedr(u'l-Mev'id) günü sıdkımıza sevab olarak verdikleri ile sonradan  verdiği (ganimet, başarı nev'inden) hayra çıktı." Bunun manası şudur: "Bedir günü verilen" deyince, müşkil bir durum çıkmaktadır. Çünkü, Bedir Savaşı Uhud Savaşı'ndan öncedir. Halbuki anlatılan tarihi ve mantıki  sıraya göre Uhud'dan sonrası sözkonusu. Alimler bunu şöyle çözerler: Hadiste geçen  Bedir'den maksad Bedrü'l-Mev'id denen ikinci Bedir Gazvesi'dir. Bu ikinci Bedir, Uhud'dan sonradır. Uhud Savaşı bitip, Mekkeliler muzafferane çekilirken Müslümanlarla aralarında söz  düellosu olur. İşte bu düello  esnasında, müteakip sene Bedir'de ikinci kere buluşmak üzere anlaşırlar. Resulullah, ertesi yıl hacc mevsiminde Bedr'e gider, fakat Mekkeli müşrikler gelmezler. Böylece Müslümanlar savaş yapmadan bol ticaret yaparak dönerler. Bu ikinci Bedir Gazvesi, önceden anlaşılarak tesbit edildiği için buna Bedrü'l-Mev'id denmiştir.

Hadiste geçen sevabu'ssıdk tabiri gerçekten bu seferin vasfını ifade eder. Zira Müslümanlar, müşriklere verdikleri sözü tutmakla sıdk üzere hareket etmiş oldular. Bunun Allah indinde uhrevi sevabı olduğu gibi, Müslümanlara moral, müşriklere gözdağı ve korku olması haysiyetiyle siyasi, dünyevi sevab da elde edilmiştir. Hadisin son kısmında geçen ve Allah'ın verdiklerinden olarak zikredilen "hayır" ile bu Bedri'l-Mev'id Seferi sırasında yapılan karlı ticaret dahi kastedilmiş olabilir.

İbnu Hacer, hadisin bu veçhinden şu sonucu çıkarır: "Hz. Peygamber rüyasında sığır ve hayır görmüştür. Sığır, Uhud'da öldürülenlerle te'vil edilmiştir.  Hayır da Mekke fethine kadar yapılan Bedir ve diğer savaşlarda cihad için Müslümanların izhar ettikleri sıdk ve sabırdan dolayı kazandıkları sevabla te'vil edilmiştir. Cenab-ı Hakk da onlara mükafeten, Uhud'dan sonraki Kureyza, Hayber ve diğer zaferleri müyesser kılmıştır." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/533-535.)

                                                                                                   ***


Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in şöyle söylediğini işittim:

"Ben bu gece, rü'yamda, kendimi Ukbe İbnu Rafi'in evinde imişim gördüm. Orada bana İbnu Tab denen cinsten taze hurma getirildi. Ben bu rüyayı şöyle te'vil ettim: "Yükselme dünyada bizimdir, ahirette de hayırlı akibet bizimdir, dinimiz de tamamlanmıştır." [Müslim, Rü'ya 18, (2270); Ebu Davud, Edeb 96, (5026).]
  
Bu rivayette Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in güzel isimlerle tefe'ülü rüyaya da tatbik ettiğini görmekteyiz. Tefe'ül, uğur çıkarmak, hayra yormaktır. Resululah (aleyhissalatu vesselam) teşaümü, yani  şundan bundan uğursuzluk çıkarmayı reddederken, uğur çıkarmayı reddetmemiştir.

Bu rivayete göre, Hz. Peygamber rüyada kendisini Ukbe İbnu Rafi'in evinde görmüş. Ukbe'yi aynı kökten gelen ukba, akibet kelimeleriyle te'vil etmiştir.

Rafi, yüksek, yükselen gibi manalar ifade eder. Bundan rif'at (yükseliş)'e geçerek bu isimleri: "Dünyada yükseliş bize,  ahirette hayırlı akibet bize" şeklinde te'vil etmiştir. Esasen bu manalarda ayetler mevcuttur:

 والْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ  "Akibet muttakilere aittir" (A'raf 128), keza:  وَاَنْتُم ا‘عْلَوْنَ إنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ "İnanıyorsanız mutlaka galipsiniz" (Al-i İmran 139) gibi..

Keza, ikram edilen hurmanın ismi İbnu Tab'dır. Burada tab, tayyib yani güzel, mükemmel manasına gelir. Medineli bir şahsın adı ise de bir hurma çeşidi de o adla şöhret bulmuştur. Resulullah, bu ismi de dinin  kemale ermesiyle te'vil buyurmuştur. Dinin kemali, kaide ve hükümlerinin kesinleşip istikrarını bulması, medeni hayatta ihtiyaç duyulmakta olan hususta gerekli prensiplerin, kaidelerin konmasıdır. Nitekim en son nazil olan ayetlerin birinde mealen: "Bugün size dininizi tamamladık" (Maide 3) buyurulmuştur.

Bu rivayetlerden hareket eden Müslüman tabirciler, rüyada iyi isim görmeyi hep iyiye yorma prensibini vaz' etmişlerdir. Hadiste ifade edilen hükümlerin, Kur'an ayetleriyle tesbit edildiği nazar-ı dikkate alınınca, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın bu hadisi irad etmede asıl gayelerinden birinin, rüya tabirinde bu prensibi vaz'etmek olduğu söyenebilir. Ayrıca, çocuklara ve diğer eşyaya verilecek isimlerin güzel olması hususundaki tavsiyelerine bir takviye gayesi de gözükmektedir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/535-536.)

                                                             **
  
 İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şöyle demişti:
"Ben (rüyamda), saçları karma karışık siyah bir kadının Medine'den çıkıp Mehyea'ya indiğini gördüm. Burası Cuhfe'dir. Ben bunu, Medine'deki vebanın oraya nakledilmesine yordum." [Buhari, Ta'bir 41, 42, 43; Tirmizi, Rü'ya 10, (2291).]


1. Hadiste Mehyea ile ilgili bir açıklama var: "Burası Cuhfe" diye. Bu açıklamanın, birçok  rivayette bulunmamasından hareket eden şarihler, bunun bir derc olduğunu ve bu açıklayıcı derci hadisin ravilerinden Musa İbnu Ukbe'nin  ilave ettiğini söylemişlerdir.

2- Cuhfe, Mu'cemu'l-Büldan'ın verdiği bilgiye göre, Mekke-Medine yolu üzerinde, Mekke'den dört merhale mesafede bir yerin adıdır. Mekke' ye gelen Mısır ve Şamlıların, Medine'den geçmedikleri takdirde, mikat (ihram giyme) mahalleridir. Medine'den geçerlerse Zü'l-Huleyfe olur.

3- Müslümanlar Medine'ye hicret  ettikleri zaman buranın havası Mekkelilere yaramamış, hep hummaya (ateşli hastalık, sıtma) yakalanmışlar, Mekke'ye karşı özlem duymaya başlamışlardır. Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalatu vesselam):   اَللّهُمَّ حَبِّبْ اِلَيْنَا الْمَدِينَةَ... وَانْقُلْ حُمَّاهَا إلى الْجُحْفَةِ  "Ya Rabb, bize  Medine'yi sevdir...  hummasını da Cuhfe'ye naklet" diye dua buyurmuştu. Şu halde Resulullah bu duasının Allah tarafından kabul edildiğini, hummanın Medine'den çıktığını bu rüya ile ashabına (radıyallahu ahnüm ecmain) müjdelemiş olmalıdır.

4- Yorumcular siyah (sevda)  kelimesi ile kötülük   السوء   ve  hastalığın   الداء  ifade edildiğini kabul etmişlerdir. Saçların karışıklığını da kötülük ve şer yaymakla yorumlamışlardır.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/536-537.)

                                                                                                 **

 İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) zamanında kişi, bir rüya görecek olsa onu aleyhissalatu vesselam efendimize anlatırdı. O sıralarda ben genç, bekar bir delikanlıydım, mescidde yatıp kalkıyordum. Bir gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar getirdiklerini gördüm. Cehennem kuyu çemberi gibi çemberlenmişti. Keza (kova takılan) kuyu direği gibi iki de direği vardı. Cehennemde bazı insanlar vardı ki onları tanıdım. Hemen istiazeye başlayıp üç kere: "Ateşten Allah'a sığınırım" dedim. Derken beni getiren iki meleği üçüncü bir melek karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)" dedi.

Ben bu rüyayı kızkardeşim Hafsa (radıyallahu anha)'ya anlattım. Hafsa da Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a anlatmış. Resulullah (aleyhissalatu vesselam):
"- Abdullah ne iyi insan,  keşke bir de gece namazı kılsa!" demiş.

Salim der ki: "Abdullah bundan sonra geceleri pek az uyur oldu!" [Buhari, Ta'bir, 35, 36, Salat 58, Teheccüt 2, Fedailu'l-Ashab 19; Müslim, Fedailu's-Sahabe 140, (2479).]


1- Kurtubi diyor ki: "Şari (Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) Abdullah (radıyallahu anh)'ın rüyasını iyiye yormuştur, çünkü Abdullah önce ateşe getirildiği halde kendisine "niye korkuyorsun, korkma!" tesellisiyle ateşe atılmaktan affedilmiştir, bu onun salih oluşuna delildir. Kusuru, gece namazı kılmaması idi. Böylece bu rüya onun salabetine mükafaten bir tembih ve uyarı oldu. Bu sayede anladı ki, gece namazı, ateşten, ateşe yakınlaşmaktan koruyan belli başlı tedbirlerden biridir. Bunun için Abdullah (radıyallahu anh) ölünceye kadar gece namazını terketmemiştir."

2- Şarih Mühellib: "Bundaki sır Abdullah'ın mescidde yatmasıdır. Zira mescidin şe'ni ve hakkı, içinde ibadet edilmesidir. Ateşle korkutulmak suretiyle bu eksikliği uyarılmış oldu" der.

3- Hadis, gece namazının ehemmiyetini, bu namazın cehennemden korunmaya müessir bir çare olduğunu göstermektedir.

4- Hadiste, "Kadına rüya anlatılmamalı" diyen yorumculara da cevap var. Bunun caiz olduğu görülmektedir. Ayrıca mescidde yatıp kalkmanın caiz oluğu da anlaşılmaktadır.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/538.)

                                                        **

 Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) bir başka rivayette şöyle demektedir: "Rüyamda, avucumda  seraka denen iyi cins ipekten bir parça gördüm, cennette, her nereyi arzu etsem beni oraya uçuruyordu. Bu rüyamı Hafsa (radıyallahu anha)'ya anlattım. O da Resulullah'a anlatmış. Resulullah (aleyhissalatu vesselam): "Kardeşin salih bir kimse" diye  yormuş." [Buhari, Ta'bir 25; Müslim, Fedailu's-Sahabe 139, (2478).]
  
1- Abdullah İbnu Ömer'in cehenneme götürülmesi gibi  cennete götürülmesiyle de ilgili rüyası var. Bunlar ayrı ayrı rüyalardır. Yukarıda cennete girişiyle ilgili rüyayı görüyoruz. Muhtemelen bunu muahharan, gece ibadetlerine başladıktan sonra görmüş olmalı. Hadisin bir başka vechinde Resulullah önceki hadiste olduğu gibi, "Abdullah salih bir kimsedir, bir de gece namazı kılsa" buyurmuştur.

2- Bazı şarihler, bu hadisin kaydedildiği  babtan bir önce yer alan,   عَمُودُ الْفُسْطَاطِ تَحْتَ وِسَادَتِهِ   "Rüyada yastığının altında çadır direği gören" adındaki bab başlığı ile bunu birleştirip, İbnu Ömer'in rüyada, yastığının altında çadır direği de gördüğünü ifade edip, yorumlarının vüs'atini geniş tutmuşlardır. Kaydedilecek "şarih yorumları" yorum olarak muteber kabul edilse de İbnu Hacer'in açıklamasına göre, Abdullah İbnu Ömer'in rüyada yastığının altında çadır direği görmesini rivayetler doğrulamamıştır.

3- Rüyada görülen direk İslam'la yorumlanmıştır. Keza ipek de din ve ilimle, dinle kazanılan şerefle yorumlanmıştır. "Onu elde eden, ahirette, cennette istediği yere, onun sayesinde gidebilir" denmiştir.

4- Rüyada cennete girmek, uyanık halde girmeye delil kabul  edilmiştir. Çünkü hadisin bir vechinde rüyası cennete girenin yakaza halinde gireceğine dair nassi ifade vardır. Rüyada, cennete girmek, İslam'a girmekle de yorumlanmıştır, çünkü cennete girmenin yegane vasıtası İslam'a girmektir.

5- İpeğin uçması kuvvete delildir. Yani cennette istediği yere gidebilecek güce, manevi yüceliğe sahip demektir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/539-540.)

                                                   **
  
 Ebu Bekre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bir gün:
"- Sizden bir rüya gören var mı?" diye sual buyurdular. Cemaatten bir adam:

"- Evet ben (şöyle bir rüya gördüm): Sanki gökten inmiş bir terazi vardı. Siz ve Ebu Bekir tartıldınız. Sen, Ebu Bekir'den ağır geldin. Ebu Bekir'le Ömer de tartıldılar. Ebu Bekir ağır geldi. Sonra Ömer'le Osman tartıldılar. Ömer ağır bastı. Sonra terazi kaldırıldı" dedi.

(Adam sözünü bitirince) Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın mübarek yüzlerinde memnuniyetsizlik gördük." [Ebu Davud, Sünnet 9, (4634), Tirmizi, Rüya 10, (2288).]


1- Bu rivayette Hz. Ali ile Hz. Osman (radıyallahu anhüma) arasında efdaliyet hususunda bazılarınca  ileri sürülen ihtilafın bir sebebi görülmüştür.

2- Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in memnuniyetsizlik izhar etmesini, şarihler  terazinin  kaldırılmış olma haberinden, işlerin Hz. Ömer'in hilafetinden sonra kötüleşerek fitne çıkacağı yorumuna ulaşması ile izah ederler. Mamafih: "Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)' in, Ashab'tan sadece cüz'i bir  kısmının hayırlı kılınmalarına ve efdaliyetin üç kişiye inhisar  ettirilmiş olmasına vakıf olmaktan üzüldüğünü" söyleyenler de olmuştur. Üzüntünün sebebini bunda görenlere göre, Resulullah (aleyhissalatu vesselam) ashabından birçoğunun bu şekilde müstesna bir fazilete  erdiklerini ümid etmiş idi. Bu rüya ile Cenab-ı Hakk, tafdilin  bunlarda  son bulduğunu bildirmiş oldu, bu da Resulullah'ı üzdü.

3- Mizan'dan muradın, Hz. Osman zamanına kadar devam eden ictimai hayattaki intizam ve İslam'ın parlaması olabileceği de söylenmiştir. Bir de muvazene herhangi bir  münasebetle birbirine yakın olan farklı şeyler arasında mevzubahis olur. Fark büyürse, muvazene  bozulur, intizam kalmaz ve terazilemeye gerek kalmaz, terazi de kaldırılır. Öyle ise Resulullah (aleyhissalatu vesselam) terazinin kaldırılmasını bu şekilde te'vil ettiği için üzülmüş olmalıdır.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/540-541.)

                                                         **

İbnu Abbas (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a gelerek şu rüyayı anlattı:

"Bu gece rüyamda buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar da ellerini açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı, çokça alabilen de. Derken arzdan semaya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe yapışıp çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutunup  o da çıktı. Sonra bir diğeri yükseldi, sonra bir diğeri daha ipe tutundu, ama ip koptu. Ancak onun için ipi eklediler, o da yükseldi."
Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) atılarak:

"- Ey Allah'ın Resulü, Annem babam sana kurban olsun, müsaade buyursanız ben yorayım!"
dedi. Resulullah da:

"- Pekala, yor!" dedi. Hz. Ebu Bekir şunları söyledi:

"- O bulutumsu gölgelik, İslam bulutudur. Ondan yağan bal ve yağ Kur'andır. Kur'an'ın (bal gibi) halaveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. İnsanların bundan avuç avuç almaları Kur'an'dan kiminin çok, kiminin az miktarda istifadeleridir. Arzdan semaya inen ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o sebeple seni yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve onunla yücelecek, ondan sonra biri daha  ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra biri daha yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip ulanır o da yapışıp yükselir. Ey Allah'ın Rasulü, annem babam sana feda olsun, doğru  te'vil edip etmediğimi haber ver!"

Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şu cevabı verdi:

"- Bazı te'vilinde  isabet ettin, bazı te'vilinde de hata ettin."

"- Öyleyse, Allah'a kasem olsun,  hatalarımı söyleyeceksin!"

"- Hayır, dedi, Resulullah (aleyhissalatu vesselam) yemin verme!" [Buhari, Ta'bir 11, 47; Müslim, Rü'ya 17, (2269); Tirmizi, Rü'ya 10, (2294); Ebu Davud, Sünnet 9, (4632); İbnu Mace, Rü'ya 10, (3918).]


1- Rivayet, Hz. Ebu Bekir'in te'vili ile yeterli açıklığa kavuşturulmuştur. Fazla izaha gerek yoktur. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in "Yemin etme!" deyip kesmesi  merakımızı celbetmektedir.

Davudi bunu  şöyle anlamıştır: "Yemini tekrar verme, hata ettiğin noktaları söylemiyeceğim." Ancak bunu, "İpin kopmasını, Hz. Osman'ın şehadeti ve onu takip eden harpleri ve fitneleri bildiği için bunların zikrini,  duyulup şuyu bulmasını istememiş, bu sebeple sükut etmiştir" diye te'vil eden de olmuştur.

2- Hz. Ebu Bekir'in  hata ettiği te'vil ne idi? Bu husus farklı yorumlara sebep olmuştur. Bazıları şöyle:

a) Rüyayı te'vil hakkı Hz.Peygamer'e ait idi. Hz. Ebu Bekir, te'vil için acele edip izin istemekle hata etmiştir. Buna itiraz edilmiş, hatanın bizzat yapılan te'vilde aranması gerektiği belirtilmiştir. Hatta "yemin etme" sözünün "Düşünürsen hatanı anlarsın" manasına geldiği belirtilmiştir.

b) Hatanın yağla balı ayrı ayrı şeylerle te'vil etmeyip sadece Kur'an'la te'vil etmesinden, "Kur'an'ın halaveti ve yumuşaklığıdır" denmesinden ileri geldiği belirtilmiştir. Bu, çoğunluka makul karşılanmış bir açıklamadır. "Yağ ve bal iki ayrı şeye te'vil edilebilirdi:

1) Kur'an ve sünnet.

2) İlim ve amel.

3) Fehm (anlayış) ve hıfz (ezberleme)" demişlerdir.

c) Hz. Ebu Bekir'in hatası, mezkur kimseleri belirleme ve  ismen söyleme işini  terketmesinde olabilir, denmiştir.

d) "Hem isabet hem de, hata ettin"  demesinden maksat şu da olabilir: Tabir esas itibariyle zanna  dayanır, kesin ilim ifade etmez. Öyle ise isabet etmek de, hata etmek de her zaman ihtimal dahilindedir." denmiştir.

e) Bazıları: "Hz. Ebu Bekir'in Resulullah'tan  tabir için izin taleb etmesi hata ise Hz. Ebu Bekir'in te'vilindeki hatayı aramak daha büyük hatadır. Dinin iktizası bu konuda ileri gitmemektir" denmiştir.

3- Rivayetten anlaşılacağı üzere, ipten tutunup çıkanlar, Hz. Peygamber'den sonra, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dır. Hz. Osman zamanında ip kopmuştur. Hz. Osman (radıyallahu anh)'da ipin kopup tekrar bağlanması, onun öldürülmesi, hilafetin başkasının eline geçmesidir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/543-544.)                                                              

                                                            **

 Hz. Aişe (radıyallahu anha) anlatıyor: "Rüyamda hücreme üç ayın düştüğünü gördüm. Rüyamı babam Ebu Bekir (radıyallahu anh)'e anlattım. Sükut etti, cevap vermedi. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) vefat edip de odama defnedilince Ebu Bekir:
"- İşte (rüyanda gördüğün) üç aydan biri ve en hayırlısı!"dedi." [Muvatta, Cenaiz 10, (1, 232).]]


Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'den sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu anhüma) de Hz. Aişe'nin hücresine defnedilmişlerdir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/544.)

                                                          **

Yine Hz. Aişe anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e Varaka İbnu Nevfel hakkında soruldu. Hz. Hatice (radıyallahu anha):

"- O seni tasdik etti ve sen peygamberliğini izhar etmeden önce vefat etti" dedi. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şu cevabı verdi:

"- O bana rüyada gösterildi. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Şayet cehennemlik olsaydı, beyaz renkli olmayan bir elbise içerisinde olması gerekirdi." [Tirmizi, Rü'ya 10, (2289).]]


1- Varaka İbnu Nevfel (radıyallahu anh) Hz. Hatice (radıyallahu anha)'nin amcasının oğludur. Cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş, İncil ve Tevrat'ı okumuş, ilim sahibi bir zattı. Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e nübüvvet geldiği zaman yaşlanmış, gözleri kör olmuş vaziyette idi. İlk vahyin şoku ile Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) gördüklerinden korkmuş idi. Hz. Hatice (radıyallahu anha) Resulullah'ı ona  götürmüş, durumu anlatıp, fikrini sormuştu. Varaka, Resulullah'ı dinledikten sonra,  kendisinin geleceği Hz. Musa ve Hz. İsa tarafından müjdelendiğini, beklenen peygamber olduğunu, kendisine gelen meleğin de önceki peygamberlere de gelen Cebrail olduğunu söylemiş:  "Kavmin seni Mekke'den çıkaracakları zaman keşke sağ olsam da sana yardım etsem!" temennisinde bulunmuştu. Ama bir müddet sonra vefat etti.

Peygamberimize tebliğ emri gelmediği için bu kadarcık tasdik ve te'yidi iman sayılır mı?
Bu soruya ulema, umumiyetle "evet" demiş ve Varaka'yı sahabi saymıştır. İbnu Hacer, onu (radıyallahu anh)  selefleri gibi sahabi  addetmiş ve el-İsabe'nin ilgili bölümünde el-Kısmu'l-Evvel'de zikretmiştir.

Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam), Varaka'nın durumunu mevzubahis edip sorunca Hz. Hatice'ye, onu rüyasında beyaz elbise içerisinde gördüğünü söyleyerek: "Cehennemlik olsa başka bir elbise içinde görmem gerekirdi" mealinde cevap verir. Cevapta, kesin bir delille cennetlik olduğunu beyanı  yok ise de dolaylı, işari bir delille cennetlik olduğu ifade  edilmiş olmaktadır.

2- Bu cevaptan yorumcular şu prensibe ulaşmışlardır: "Mü'min, rüyasında ölmüş kimse üzerinde beyaz elbise görürse bu onun iyi  hal üzere olduğuna, cennet ehlinden bulunduğuna delalet eder."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/545.)


                                                     **

 Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir bedevi Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e gelip:

"- Rüyamda  başımın kesildiğini, kendimin de onun peşine düştüğünü gördüm" dedi. Resulullah (aleyhissalatu vesselam) adamı azarlayıp:

"- Sakın ha! Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi. [Müslim, Rü'ya 12, (2268).]


Bu rivayetin bir başka vechinde, bu hadiseden sonra Hz. Peygamber'in halka hitab ederek: "Şeytan herhangi birinizle uykusunda oynadığı vakit onu kimseye anlatmasın" tenbihinde bulunur.

957 numaralı hadiste açıkladığımız üzere, Resulullah  hoşa  gitmeyen, üzücü rüyaları "şeytanın eğlenmesi (veya oynaması)" olarak tavsif etmiş ve bu çeşit rüyaların kimseye anlatılmamasını tavsiye etmiştir. Şu halde sadedinde olduğumuz rivayet, rüyanın "şeytanın oynaması"  çeşidine bir örnek olmaktadır.

Ancak şu da var ki, tabirciler rüyada baş kelimesini, kişinin içinde bulunuğu nimet ve makamı kaybetmesine alamet saymışlardır. "Şayet böyle bir rüyayı, köle görmüş ise, onun hakkında bu,  azad edileceğine, hasta ise şifa bulacağına, borçlu ise borçtan kurtulacağına, haccetmemiş  ise haccedeceğine, üzüntülü ise sevineceğine, bir korktuğu varsa  emniyete kavuşacağına delalet eder" demişledir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/546.)

                                               ***

Ümmü'l-Ala el-Ensariyye (radıyallahu anha) anlatıyor:"- Muharcirler geldiği zaman (kur'a çekildi), bize Osman İbnu Maz'un'un ağırlanması çıktı. (Onu evimize yerleştirdik.) Hemen hastalandı. Tedavisi ile meşgul olduk. (Şifa bulamadı), vefat etti. Osman (radıyallahu anh)'ı rüyamda gördüm, akan bir çeşmesi vardı. Düşümü Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e anlattım. Bana:

"- Bu onun amelidir, onun için akıyor" dedi. [Buhari, Tabir 13, 37, Cenaiz 3, Şahadat 30, Menakıbu'l-Ensar 46.]
  
1- Ümmü'l-Ala'nın bu rivayeti, Medine'ye hicret eden Mekkeli muhacirlerin başlangıçta içtimai hayata nasıl  intibak ettirildiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir: Medineli aileler, kur'a çekmek suretiyle kendi hissesine kim düşüyor ise onu evine götürüp yerleştirmiş ve misafir etmiştir. Kardeşleştirilen bu insanlar, birbirlerine varis olacak derecede akde dayalı manevi bağlarla bağlanmış idiler.

2- Mekke'nin kurak ve çöl ikliminden Medine'nin rutubetli iklimine birden intibak edemeyen Mekkeliler, ilk geldikleri sıralarda hummaya yakalanmışlar, Mekke'ye karşı özlemleri de artmış idi. Yukarıdaki rivayet Osman İbnu Maz'un (radıyallahu anh)'un bu hastalıktan kurtulamadığını belirtiyor. Usdü'l-Gabe'de, Mekke'de ilk  veat eden muhacirin Osman İbnu Maz'un (radıyallahu anh)  olduğu belirtilir. Hicretin 22. ayında vefat etmiştir. Resulullah, ölümüne ağlamış ve ölüsünü öpmüştür. Ayrıca kabrine taş dikip belirgin kıldığı, zaman zaman ziyaret ettiği, oğlu İbrahim öldüğü zaman: "Git, bizim salih selefimiz Osman İbnu Maz'un'a kavuş" dediği rivayetlerde gelmiştir.  Osman İbnu Maz'un (radıyallahu anh) ibadete çok düşkün, geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç tutan, yüce bir sahabi idi. Hatta bir ara ebediyyen bekar kalmaya azmetmiş ise de bunu işiten Resulullah (aleyhissalatu vesselam) müdahale ederek caiz olmadığını bildirmiştir.

3- Şarihler, Osman İbnu Maz'un (radıyallahu anh)'un ölümünden sonra, akan çeşme şeklinde sevabını devam ettiren amelin ne olduğunu araştırmışlardır. Kesin olmamakla birlikte bazı ihtimaller üzerinde durulmuştur:

a) Osman, Ashab'ın zenginlerinden idi, sadaka-i cariye bırakmış olabilir. Bu onun amelini çeşme gibi kılar. Ancak bilinen bir sadaka-i cariyesi olmadığını söyleyerek bu ihtimale itiraz eden çıkmış ise de İbnu Hacer, Osman (radıyallahu anh)'ın  Saib isminde salih bir oğlu olduğunu, Bedr'e iştirak ettiğini, Hz. Ebu Bekir'in hilafeti sırasında vefat ettiğini, "evlad" ın, amel  defterini açık bırakan üç sebepten biri olduğunu söyler. Bilindiği üzere diğer ikisi: İstifade edilen ilim ve sadaka-i cariye (herkesin istifade ettiği amme hizmeti (yol, köprü, çeşme, vakıf vs. bırakmak)dir.

b) "Osman'ın ameli,  murabıtlığı olabilir" denmiştir. Yani kendisini Allah yolunda cihada hasretmiş olması. Çünkü bir hadiste Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şöyle buyurmuştur:

"Murabıt olan hariç, her ölenin ameli sona erer. Allah yolunda murabıt olanın ameli ise, kıyamete kadar ona sevap getirmeye devam eder. Murabıt, kabir azabından da emin olur."

Bu hadisi te'yid eden bir başka hadis de şöyledir:

"Allah yolunda bir gün ve bir gecelik ribat bir aylık oruç ve gece ibadetinden daha hayırlıdır. Şayet ölecek olsa yapmakta olduğu ameli, kıyamete kadar (yapmakta imiş gibi) sevap getirmeye devam eder ve fitnelerden de emin olur."
"Osman İbnu Maz'un, kendini Allah yoluna adayanlardan biri olduğu için hali, bu hadise masadak olmaya uygundur" denmiştir.

Ancak söylenen bütün ihtimallerin Osman (radıyallahu anh) hakkında muteber olması da variddir (radıyallahu anh).(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/547-548.)

 
                                                         ֍֍֍֍֍

                                                    Necdet İÇEL




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

                                  HURÛF-EBCED-CİFİR Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede yararlı olduğu iddiasına dayanan sözde bir ilim. Literatürde daha çok ilmü’l-hurûf olarak geçmektedir. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında, daha sonraları yahudi, hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür. Grek filozofları arasında da bu telakki zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor , âlemin ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür. Kaynaklarda Aristo’nun bile sayı ve harflerin esrarıyla ilgili bir eser yazdığı kaydediliyorsa da Arapça’da Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse denilen bu kitabın uydurma...
HELÂK OLMA SEBEPLERİ Hz. Nuh aleyhisselam devrinden günümüze kadar pek çok kavimler helâk olmuşlardır. Allah onların yerine başkalarını getirmiş ve bu kanun sünnetullah olarak, cebri determinizm içerisinde devrimize kadar devam etmiş gelmiştir. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur prensibiyle diyebiliriz ki, daha önceki kavimleri helâk eden sebepler ne ise, bugün de aynı sebepleri yaşayanların da sonuçları benzeri gibi olacaktır. Allah’ın gücü, kavimleri helâk ettiği gibi aynı sebepleri yaşayan bugünkü toplumları helâk etmeye de gücü yeter: “De ki: Allah’ın gökten ve yerden size azap göndermeye gücü yeter…” (En’am:65) Allah kavimlerin başına felâketler gönderirken -hâşâ- Onlar’a zulmetmez: “Şüphesiz ki, Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler…” (Yunus:44) Helâk olanlar şu sebeplerle helâk olmuşlardır: Helâk olmanın en önemli ve birinci sebebi bütün çeşitleriyle zulümdür. Özellikle idareciler halkına zulmediyorlarsa felâketleri...
                         BEŞİNCİ LEM’A   “…HASBÜNALLÂHU VE Nİ’MEL VEK Ȋ L” (Âl-İ İmran:173)        “Onlar (o mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, 
 bu söz onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler.” 
 (Âl-i İmrân:173) Üstad hazretleri Risale-i Nur’u te’lif ederken bazı yerleri isim verdği halde telif etmemiştir.Bunlardan birtanesi de 5.Lem’adır.Keşke 5.Lem’ayı te’lif etseydi ve İbrahim aleyhisselâmın “ hasbî ve halîl olma” kahramanlığını bütün yönleriyle öğrenme şansına sahip olabilseydik. Çünkü bizim mesleğimiz (21.Lem’ada da anlatıldığı gibi) haliliyedir.Halil olan da ‘Halilullah’ makamının sahibi Hz.İbrahim aleyhisselâmdır. Halîlullah olan (Allah’ın dostu) İbrahim aleyhisselâm, hasbî’ni...