RÜYA BAHSİ
Ubade tu'bnu's-Samit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'a Cenab-ı Hakk'ın şu ayeti hakkında sordum:
"Dünya hayatında da, ahirette de müjde onlaradır..." (Yunus, 64). Şu cevabı verdi: "Burada
kastedilen müjde salih rüyadır. Mü'min kul onu görür veya kendisine
gösterilir." [Tirmizi,
Rü'ya 3, (2276).]
Kur'an-ı Kerim, Hz.
Yusuf, Hz. İbrahim (aleyhimes selam) gibi büyük peygamberlerin rüyalarına
genişçe yer verir. Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın gerek hayatında ve
gerekse hadislerinde rüyanın ayrı bir yeri var. Yani dinimiz, rüya hadisesi
üzerine gerektiği kadar eğilmiş, onun ehemmiyetine dikkat çekmiştir. İbnu Abbas
(radıyallahu anhüma)'ın bir ayette geçen "müjde"yi "salih
rüya" olarak tefsir etmesi de salih rüyanın ehemmiyetine dikkat çekme
sayılabilir. Aslında bu yorum, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın bir
hadisine dayandırılabilir.
Zira Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "...Rüya üç çeşittir: Rüyayı saliha: Bu Allah'tan bir müjdedir.
Bir diğer rüya şeytanidir. İnsanı üzer. Üçüncü çeşit rüya kişinin kendi kendine
konuşmasıdır..."
Salih rüya'nın
ehemmiyetini belirtme zımnında Resulullah (aleyhissalatu vesselam) onun
"nübüvvetin kırk altı cüzünden biri"ni teşkil ettiğini söyler. Yine
bu babta şu hadis rivayet edilmiştir: Resulullah (aleyhissalatu vesselam):
"Risalet ve peygamberlik artık bitmiştir. Benden sonra ne nebi, ne de
resul gelecektir" buyurdu. Bu, cemaatin üzülmesine sebep olmuştu ki
Resulullah (aleyhissalatu vesselam):
"- Ancak müjde
vericiler (mübeşşirat) var" buyurdu.
"- Ey Allah'ın
Resulü! Müjde vericiler de nedir?" diye sorulunca:
"- Müslümanın
rüyasıdır. O nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür" buyurur.
**
İbnu Abbas
(radıyallahu anhüma), "... Sana gösterdiğimiz rüya ile ve Kur'an'da
lanetlenmiş ağaçla sadece insanları denedik..." (İsra, 60) mealindeki ayette
geçen "rüya" için şu açıklamayı yaptı: "Bu, Resulullah
(aleyhissalatu vesselam) Miraç gecesinde Beytu'l-Makdis'e götürüldüğü zaman
gözüyle görmesidir. "Kur'an'da lanetlenmiş ağaç" da zakkum
ağacıdır." [Buhari,
Menakibu'l-Ensar 42, Tefsir, Benu İsrail 9, Kader 10; Tirmizi, Tefsir, Benu
İsrail, (3133).]
Arapça'da rüya
kelimesi Türkçemizde düş dediğimiz, uyuyan kişinin gördüğü şey manasına
geldiği gibi masdar olarak tıpkı rü'yet gibi "görmek"
manasına da gelir.
Ancak, çoğunluk
itibariyle "düş" manasında kullanılmıştır. Bu sebeple yukarıda ayette
zikredilen "rüya"nın uyanık halde gözle görülen şey mi, yoksa uyurken
görülen düş mü olduğu alimler arasında münakaşa konusu olmuştur.
Bazı alimlere göre,
buradaki rüyadan maksad, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın ve Ashabının
Mekke'ye gireceğine dair görmüş olduğu rüyadır. Bu rüyayı Resulullah (aleyhissalatu
vesselam) Medine'de iken görmüş ve Ashabına anlatmıştır. Hudeybiye Sulhü'nün
yapılmasıyla sonuçlanan -ve Kabe'yi ziyaret gerçekleşmeyen- sefer yapılırken
herkes, bu rüyanın tahakkuk edeceği inancında idi. Dediğimiz gibi Kabe tavaf
edilmeden dönülünce Ashab'ta sukut-i hayal olmuştur. Hatta Hz. Ömer, Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'a:
- "Kabe'yi
ziyaret edeceğiz dememiş miydiniz?" diye öfkeli bir itirazda bile
bulunmuştu. Resulullah (aleyhissalatu vesselam):
"- Evet ama bu
sene göreceğiz' dememiştim" diye cevap veriyor. İşte bu durum üzerine
Fetih suresinin 27. ayeti inerek: "Allah, Resulü'ne rüyasında doğru
söylemiştir. Allah'ın izni ile Mescidu'l-Haram'a mutlaka gireceksiniz"
ayeti nazil olmuştur.
Üzerinde durduğumuz
ayette geçen rü'ya kelimesini bu rü'ya ile te'vil edenler, "Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'ın o yıl Mekke'ye girmeden geri dönmesi, Ashab'ın
maruz kaldığı fitnedir" demiştir.
Bazıları da bu
rüyadan maksadın Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın, Kureyş liderlerinin
Bedir'de gebertileceğine dair gördüğü rüya vs. olduğunu söylemiştir.
Ancak bu te'viller
zayıftır. Çeşitli delillerle te'yid edilen ve ulemanın kahir
ekseriyetinin ittifakına mazhar olan görüş, buradaki rüyadan maksadın
Resulullah (aleyhissalatu vesselam) tarafından Tercümanu'l Kur'an tayin edilen
Hz. İbnu Abbas (radıyallahu anhüma)'ın belirttiği görüştür. Yani Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'ın Mirac esnasındaki gördükleridir. Mirac hadisesi
gece vakti cereyan ettiği ve mezkur "görme"ler geceleyin husule geldiği
için Cenab-ı Hakk "rüya" kelimesiyle ifade buyurmuştur.
Bu sure Mekki olması
yönüyle de öbür rüyaları kasdetmesi mümkün olamaz. Çünkü onlar Medine'de
cereyan etmiştir.
Şunu da belirtelim ki
ayetteki rüya kelimesini "rüyet" olarak anlamayıp, örfi kullanılışı
olan "düş" manasında telakki edenler, hatada ileri giderek
Mirac hadisesinin rüyada cereyan ettiğini, bunun bir düş olduğunu
söylemişlerdir. Öyle olsaydı onun "fitne" olmaması gerekirdi. Halbuki
Cenab-ı Hakk, bir görme (rüya) hadisesini insanlara bir fitne (imtihan) sebebi
yaptığını ifade etmektedir. Nitekim Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Mirac'ı
ve gördüklerini anlatınca pek çok itirazlar ve hatta imtihanı kaybederek
irtidad edenler olmuştur. O imtihanda Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh): "Muhammed ne söylediyse o doğrudur" diyerek en iyi puanı alıyor
ve "sıddikiyet" payesine yükseliyor. Resulullah (aleyhissalatu
vesselam), Mirac hadisesini bir rüya olarak anlatmış olsaydı buna niye
itiraz olsundu ki? Rüyasında herkes herşeyi göremez mi? En olmayacak şey, rüya
olarak anlatılsa ona kim itiraz eder?
Lanetlenmiş ağaç
zakkumun da imtihan kılınması ayette ifade edilmiştir. Birçok ayette bu
ağacın cehennemde yetişeceği, azaba maruz kalanların ondan yiyeceği,
erimiş maden ve kaynamış su gibi yakıcı olacağı vs. belirtilmiştir. Hatta bu
çeşit tasviratı işiten Ebu Cehil:
"- Muhammed sizi
öyle bir ateşle korkutuyor ki taşları yakarmış... Sonra da dönüp ateşte ağaç
bittiğini söylüyor" diye alay etmiş, müşrikler daha da ileri gidip:
"- Biz zakkum diye
hurma ile kaymağa deriz" demişler. Ebu Cehil, cariyesine emrederek
hurma ve kaymak hazırlatmış, arkadaşlarına:
"- Haydi
"zakkumlanın" diye yemeye davet etmiş. Bunun üzerine zakkum
sevenlerden irtidad edenler olmuştur.
***
RÜYA TABİRİ
ÜZERİNE UMUMİ BİLGİLER
1. TA'BİR
NEDİR?
Ta'bir dilimize
geçmiş Arapça bir kelimedir. Bu kelime Arapça'da da rüyayı tefsir manasında
kullanılır. Halkımız "rüyayı tabir etmek" yerine "düş
yormak" ifadesini de kullanır. Ta'bir kelimesi lügatte, bir halden diğer
bir hale geçmek manasına gelen عبر kökünden
gelir. Öyle ise ta'bir, "rüyanın zahirinden batınına geçmek"
demektir. Bu anlayışa göre, uykuda görülen hakikat değildir, muhteva taşıyan
bir zahirdir, tabirle bunun içine geçilebilir, hakikatına ulaşılabilir. İbret
ve i'tibar kelimeleri de aynı kökten gelmektedir, bunlar da görülen
(müşahed) şeyin bilgisinden, görülmeyen şeye ulaşmayı sağlayan haleti ifade
ederler.
Rüya, kişinin uyurken
gördüğü şeylere denir.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/506)
2- RÜYANIN
MAHİYETİ NEDİR?
Rüyanın mahiyetini
açıklama sadedinde insanlar, eskiden beri uğraşmışlar farklı izahlar
getirmişlerdir: Tabibler, felsefeciler, başka dinlere mensup olanlar vs.
bunlardan hiçbirinin izahı, diğerine benzemez. Maziri'nin
değerlendirmesiyle, ileri sürülen iddialar, çoğunluk itibariyle münker ve
batıldır. "Çünkü, der, akılla idrak edilip, üzerine delil getirilemeyen
şeyleri anlamaya çalışmışlar, kesin iddialarda bulunmuşlardır. Halbuki
"olabilir" diye ihtimalle söz edilecek yerde kesin hükümde bulunmak
hatadır."
Kurtubi, şeriat
alimleri dışında kalanların rüya konusunda birbirine zıt, tutarsız iddialarda
bulunmalarını, onların bu işi yaparken, peygamberlerin gösterdiği
doğru yoldan ayrılmalarıyla izah eder. Ona göre, rüya, nefse ait idraklerdir.
Halbuki nefsin hakikatı bizce meçhuldür, bilinemez. Durum böyle olunca,
kendisi meçhul olan nefsin idrak ettiği şeyleri (rüyayı) anlayamamamız,
bilemememiz çok daha normaldir, tabiidir. Biz daha ziyade göz ve kulakla idrak
edilen şeyleri anlayabiliriz.
İslam alimlerinin
rüya ile ilgili tavsiflerinde bazı tabirat farklılıklarına rastlanırsa da özde
ve esasta birleşirler. Buna göre, rüya, Allah'ın yaratmasıyla vukua gelen bir
hadisedir. Yaratma işinde şeytan ve melek vasıta kılınmaktadır. Rüyanın sadık
ve salih olanı var, kazip ve gayr-ı salih olanı var. Tabir suretiyle rüyanın
medlulüne yaklaşılabilir.
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi
şöyle der: "Rüya, Cenab-ı Hakk'ın melek veya şeytan vasıtasıyla, insanın
kalb ve şuuruna hakikat veya kinaye olarak koyduğu ruhi idraklerdir. Bunlar ya
açıktır ya da karmakarışık şeylerdir. Rüyanın uyanık haldeki benzeri, zihne
gelen hatıralardır. Zira bunlar bazan belli bir maksada uygun olarak intizam
dahilinde zihne doğar, bazan da intizamsız ve karmakarışık şekilde hayale
dökülürler."
Bir başka izaha göre:
"Allah, melek vasıtasıyla, uyuyanın idrak mahalline (şuur, kalb) görülen
şeyleri atar. Bu atılanlar orada duygularla algılanan suretlere bürünür. Bunlar
bazan haricen mevcut olmamakla birlikte aklen idrak edilen ma'kul manalarının
misalleridir. Bu görülenler, her iki halde de mübeşşir (iyinin habercisi)
veya münzir (kötünün habercisi) olabilirler."
Ayrıca rüya:
"Olmuş veya olacaklar için Allah'ın alem kıldığı şeyin hayalde teşekkül
eden misallerinin uyku esnasında enfüsi olarak idrak edilmesidir" diye de
tarif edilmiştir.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/506-507)
***
RÜYA CİHETİYLE
İNSANLAR ÜÇ KISIMDIR
İslam alimleri, bu
mevzuda varid olan hadisleri değerlendirerek insanları üç gruba ayırırlar:
1- Peygamberler:
Bunların rüyalarının hepsi doğrudur. Bazan da tabir gerektiren şeyler
görebilirler.
2- Salihler: Bunların
rüyaları çoğunluk itibarıyla doğrudur. Bunlar da bazan tabire muhtaç
olmayacak açıklıkta görürler.
3- Diğer insanlar:
Bunlar, doğru ve doğru olmayan her ikisini de görürler. Bunlar üç kısımdır.
a)
Mestur (hali kapalı) olanlar: Bunların
rüyaları halleriyle muvazi gider.
b)
Fasıklar: "Bunların rüyası
çoğunlukla edğas (karışık, manasız)dır. Doğru kısmı pek azdır.
c)
Kafirler: Bunların rüyasında sıdk
iyice azdır. Bu duruma: "Rüyaca en doğruları, sözce en doğrularıdır"
hadisi işaret eder.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/507-508)
***
MÜ'MİNİN
RÜYASI:
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi
der ki: "Salih mü'minin rüyası, nübüvvetin cüzü olduğu söylenen rüyadır.
Mü'minin "salih" olması demek, istikamet ve nizam üzere olması
demektir... Buna göre, fasıkın rüyası peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz.
Mamafih en uzak cüzü sayılır diyen de olmuştur. Fakat kafirin rüyası hiçbir
surette sayılmaz.
Kurtubi der ki:
"Sadık ve salih mü'min, hali, peygamberlerin haline uyan ve bu sebeple
peygamberlere ikram edilmiş olan "gayba ıttıla"ın bir neviyle
kendisine ikram olunmuş bulunan kimsedir. Kafir, fasık ve karışık kimseye
gelince, bunların rüyası bazan sadık bile olsa nübüvvetten sayılmaz. Bunların
rüyasındaki sıdk (doğruluk) yalancının bazan doğru söylemesine benzer. Gaybdan
haber veren herkesin sözü peygamberliğin cüzlerinden sayılmaz, kahin, falcı,
müneccim ve benzerlerinin sözü gibi."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/508).
***
RÜYA ÜÇ
KISIMDIR
Bazılarınca
mevkuf, bazılarınca merfu olarak rivayet edilen bir kısım hadislere göre
rüyalar üç kısımdır:
1- Hak rüya: Bu,
hadislerde "rüyayı saliha", "rüyayı sadıka", "rüyayı
hasene" gibi farklı kelimelerle ifade edilmiştir. Bu isimlerle
zikredilen rüyalar, edğas'tan uzak ve halistirler. Bu, kişinin mazhar olacağı
yakın bir hayrın habercisidir. Bu sebeple Allah'tan büşra (müjde) kabul
edilmiştir.
2- Kişinin nefsine
konuştuğu rüya: Bu kişinin uyanık halde zihninden geçen vehimlerin tesiriyle
gördüğü rüyadır.
3-Şeytanın üzüntü
verdiği rüya: Hoşa gitmeyen, can sıkıcı rüyalar buraya girer.
Bu üç kısma, İbnu
Hacer dört kısım daha ekleyerek 7'ye çıkarır. Mamafih bunları da
yukarıdakilerden birine dahil ederek üçü asıl kabul etmek mümkündür.
4- Hadisu'n nefs:
Nefsin konuşması, yani arzuların te'siriyle görülen rüya.
5- Şeytanın
eğlenmesi: Hadiste, "Şeytan birinizle rüyada eğlenirse bunu başkasına
anlatmayın" denmiştir.
6- Uyanıkken yapmaya
alıştığını rüyada görmek. Belli saatlerde yemeyi itiyad edinen o saatte
uyursa, kendini yemek yer görmesi gibi.
7- Edğas: (Karışık,
yalancı rüyalar).
Rüya ve rüya ta'biri
hakkında bu kısa açıklamadan sonra asıl mevzumuza geçerebiliriz.(İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/508-509.)
******
RÜYA
VE RÜYA ADABINA DAİR HADİSLER
Ebu Hüreyre
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)
buyurdular ki: "Zaman yaklaşınca, mü'minin rüyası, neredeyse yalan
söylemeyecek. Esasen mü'minin rüyası, peygamberliğin kırk altı cüzünden bir
cüzdür." Buhari'nin rivayetinde şu ziyade var: "Peygamberlikten cüz
olan şey yalan olamaz." [Buhari, Ta'bir 26; Müslim, Rüya 8, (2263); Tirmizi,Rüya
1, (2271); Ebu Davud, Edeb 96, (5019).]
Hadiste iki hüküm
var:
1- Kıyamete yakın görülen
rüyaların sadık olacağı,
2- Mü'minin rüyasının
peygamberliğin kırk altıda biri olması.
Hadiste,
kıyamet tabiri geçmez, "zamanın yaklaşması" tabiri geçer.
Bundan farklı manalar çıkarılmıştır. Mühimlerini kaydedeceğiz:
1- Gece ile gündüzün
birbirine yaklaşması, yani ilk ve sonbahar mevsimlerinde gece ile gündüzün
eşitlenmesi. Hattabi, bu mevsimlerde, insan tabiatının mutedil bir
hal aldığını belirtir. Rüya yorumcuları, en doğru rüyaların, gece ve gündüzün
eşitlendiği ve meyvelerin olgunlaştığı zamanda görülen rüyalar olduğunu
söylemişlerdir. Tabircilerin zu'muna göre, tabirleri en ziyade doğrulayan
zamanlar çiçeklerin açtığı ve meyvelerin olgunlaştığı vakitlerdir (ilk ve
sonbaharlar). Bu iki vakitte gece ve gündüz itidal üzeredirler, ne çok uzun, ne
çok kısadırlar.
2- "Zamanın
yaklaşması" tabirinden çıkarılan ikinci mana, kıyametin yaklaşması ile
dünya hayatının sona ermesidir. İbnu Battal, hadiste bu mananın asıl olduğunu
söyler ve buna Tirmizi'nin merfu bir rivayetini delil gösterir:
"Ahirzamanda mü'minin rüyası yalan söylemez. En doğru rüyayı, sözü
en doğru söyleyenler görecektir."
İbnu Hacer, sadedinde
olduğumuz hadisten çıkarılan birinci manayı pek muvafık bulmaz, ona göre,
gece ile günüzün mutedil olduğu mevsimlerde insan tabiatı itidale kavuşarak
daha sadık rüya görüyor ise, bunu mü'minlere tahsis etmek uygun olmaz.
Hadis "zaman yaklaşınca mü' minler sadık rüya görür" dediğine göre,
bu, hadisten çıkarılan ikinci mananın yani "kıyamet yaklaşınca
mü'minler sadık rüya görür" tevilinin daha doğru olduğuna delil olur.
İbnu Battal, kıyamete
yakın rüyaların sadık olma keyfiyetini şöyle izah eder: "Kıyamet
yaklaşınca ilmin çoğu kaldırılacak, dine ait mealim (din öğretimi yapan
müesseseler), kargaşa ve fitneler sebebiyle indiras ve inkıraza uğrayarak yok
olacaklar. İnsanlar, (peygamber beklenen) fetret devri insanları gibi dinin
kaybolması sebebiyle bir münzir (korkutucu mürşid) ve bir müceddid'e muhtaç
hale gelecekler. Nitekim geçmiş ümmetleri de peygamberler inzar etmiş
(cehennemle korkutmuş) idiler. Bir yandan Peygamberimiz Hz. Muhammed
(aleyhissalatu vesselam)'in son peygamber olması, bir yandan da mezkur zamanın
fetret devrine benzemesi, insanlara yasaklanan yeni bir nübüvvet eksikliğini
bir başka şeyle telafi etmeyi gerekli kılacaktır. İşte bu da, esas itibarıyla
cennetle müjdeleyip cehennemle korkutmaktan ibaret olan nübüvvetin bir
cüzü kılınan rüyayı sadıkadır."
3- Davudi,
"zamanın yaklaşması" tabirinden saatlerin, günlerin ve gecelerin
noksanlaşmasını anlamıştır. Noksanlaşmadan maksad da onlaın sür'at kazanıp,
çabuk geçmesidir. İşte bu da kıyamet saatinin yaklaşması demektir. Zira başta
Müslim, birçok muhaddisin kaydettiği bir hadiste şöyle buyurulmuştur:
"Zaman yaklaşacak, öyle ki, sene bir ay kadar; ay, hafta kadar;
hafta, gün kadar; gün, bir saat kadar; bir saat de hurma dalının yanması kadar
olacaktır."
4- Hadiste geçen
mezkur zamanın, Mehdi'nin zamanı olduğu, o zamanda adalet ve emniyetin geniş,
hayır ve rızkın bol olacağı, bu durumdan alınan lezzet ve hazz sebebiyle vaktin
çabuk geçip kısaldığına hükmedileceği de söylenmiştir.
Hadiste
"neredeyse" ifadesine yer verilip "...Mü'minin rüyası neredeyse
yalan söylemiyecek.." denmiş olması, o zamanda rüyalara sıdkın galebe
çalıp, çoğunlukla sadık rüyalar görüleceğine işarettir.
5- Doğru Rüya Doğru
Sözlülüğün Eseridir: Kurtubi der ki: "Allah bilir ya, bu hadiste zikri
geçen ahirzamandan murad, Hz. İsa (aleyhisselam)'nın Deccal'i öldürmesinden
sonra onunla birlikte olacak mü'min taifenin zamanıdır. Nitekim, Müslim'in bir
hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Allah İsa İbnu Meryem'i gönderir, insanlar
arasında yedi yıl kalır. Bu sırada iki kişi arasında düşmanlık olmaz. Sonra
Allah, Şam cihetinden soğuk bir rüzgar gönderir. Yeryüzünde, kalbinde zerre
miktar hayır veya iman bulunan tek kişi kalmaz, hepsinin ruhu bu rüzgarla
birlikte kabzedilir."
Kurtubi devamla der
ki: "Bu zamanda yaşayan insanlar bana öyle geliyor ki, şu ümmetin,
ilk asırdan sonra gelenlerinin halen en iyi ve sözce en doğru olanıdır.
Bu sebeple de rüyaları hiç yalan söylemiyecektir, nitekim hadiste: اصْدَقُهُمْ رُؤْيا اَصْدَقُهُمْ حَدِيثاً "Rüyaca
en doğruları, sözce en doğrularıdır." buyurulmuştur. Gerçekten bu
böyledir, çünkü kim doğru söylerse kalbi nurlanır, idraki kuvvet kazanır ve
manalar, sahih şekilde o idrakte nakşolunur. Böylece uyanık halde
çoğunlukla sıdk üzere olan kimseye, bu hal uykuda da refakat eder ve
doğru olandan başka bir şey görmez. Elbette yalancının veya doğru ve yalanı
karıştıran kimsenin hali böyle olmayacaktır. Bu kimse kalbini bozup
karartmıştır. Onun karmakarışık, manasız şeyler görmesi normaldir. Pek nadir
durumlarda doğru sözlünün, sahih olmayan; yalancının da sahih olan bir rüya
görmesi vukuattandır. Ancak çokca, ekseriyetle vukua gelen durum yukarıda
söylediğimiz gibidir."
İbnu Hacer der ki: Bu
açıklama, yukarıda: "Rüya, sadık ve salih mü'minden sadır olduğu takdirde
peygamberliğin cüzlerinden bir cüzdür" diye ifade ettiğimiz görüşü teyid
eder.
6- İbnu Ebi Cemre,
"Ahirzamanda mü'minin rüyası neredeyse yalan söylemez" hadisini şöyle
anlar: "Rüya, o zaman, tabire ihtiyaç göstermeyecek bir açıklıkta olur,
ona yalan da karışmaz. Bu, daha önceki rüyaların hilafı bir durumdur. Zira,
önceki zamanda görülen rüyaların te'vili kapalıdır, sadece tabirciler
açıklayabilir, üstelik tabircinin dediği gibi de çıkmayabilir. Böylece onlara
yalanın da girmiş olduğunu anlarız... Bunun ahirzamana has kılınmasındaki
hikmet, mü'min, o zamanda garib (yalnız, hamisiz) olacağından dolayıdır... Bu
sebeple o vakit mü'minin dostu ve yardımcısı pek azdır. Allah, onlara rüyayı sadıka
ile ikramda bulunur. Hadislerde, mü'minin rüyası nübüvvetin kaçta kaçı olduğuna
dair rivayetten rivayete değişen ihtilafı bu sebeple izah etmek mümkündür. Ve
şöyle denebilir: "Kıyametin yakınlığı arttıkça, rüyanın doğruluğu daha da
artacak ve böylece nübüvvetten cüz olma nisbeti de arttığı için sayı düşecektir.(İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/510-513.)
7- Rüya
peygamberlikten bir cüzdür.
****
RÜYA
PEYGAMBERLİKTEN BİR CÜZDÜR
Sadedinde olduğumuz
hadis, mü'minin
rüyasını peygamberliğin kırk altı cüzünden biri ilan etmektedir. Mevzuyu bir başka
babta tahlil eden İbnu Hacer, bu mesele üzerine muhtelif hadislerde gelen
farklı rakamları kaydeder. Buna göre, on kadar farklı hadisten her biri değişik
rakamlar vermektedir. En azına göre, rüya, peygamberliğin yirmi altıda biridir,
en çocuğuna göre de yetmiş altıda biridir. Arada kırkta, kırk dörtte,
kırk beşte, kırk altıda, kırk yedide, kırk dokuzda, ellide, yetmişte bir
rakamları geçmektedir. Hadisler sıhatçe farklıdır. İbnu Hacer, "Mutlak
olarak en sahihi birincisidir, onu "yetmişte bir" rivayeti takip
eder" der. Farklı görüşleri 15'e kadar çıkaranlara ayrıca dikkat
çeker.
Hz. Peygamber
(aleyhissalatu vesselam)'in vefatıyla, nübüvvetin de kesilmiş olması sebebiyle,
rüyanın nübüvvetten bir cüz sayılması meselenin izahı zorca bir mesele olduğuna
dikkat çektikten sonra İbnu Hacer şunu söyler: "Bu fikre cevap olarak
dendi ki: "Rüya eğer Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'den vaki olmuş
ise, bu gerçekten nübüvvetten bir parçadır. Şayet bir başkasından vaki olmuş
ise mecazen nübüvvetten bir parçadır."
Hattabi
demiştir ki: "Dendiğine göre, rüya, nübüvvete uygun olarak gelir, ancak,
bu onun devam eden cüz'ü demek değildir."
Şöyle de denmiştir:
"Bunun manası: Rüya nübüvvet ilminden bir cüzdür. Zira nübüvvet kesilmiş
olsa da ilmi bakidir."
İbnu Battal, nübüvvet
kelimesinin lügat manasından hareket ederek der ki; "Nübüvvet, inba
kelimesinden alınmadır, bu da lügat olarak i'lam (duyurmak) demektir. Bu manaya
göre, rüya, Allah'tan gelen ve yalan bulunmayan sadık bir haber olması ve
nübüvvetin de Allah'tan gelen ve kizbin caiz olmadığı haber olması
haysiyetiyle rüya ile, nübüvvet arasında -haberdeki doğruluk noktasından-
benzerlik kurulmuştur."
Rüyanın
peygamberlikten bir cüz olması meselesini bazı alimler de şöyle izah
etmişlerdir: "Cenab-ı Hakk, Peygamberine altı ay rüyada hitab etti. Bu
altı aydan sonra, ömrü boyunca, yirmi üç yıl uyanık halde hitab etti. Bu altı
aylık müddet yirmi üç yıla nisbet edilince kırk altıda bir eder.
İbnu Battal bu izahı
iki noktadan tutarsız bulmuştur:
1- Hz. Peygamber'in
bi'setten sonraki ömrünün miktarı ihtilaflıdır.
2- "Rüya,
nübüvvetin yetmiş cüzünden biridir" diyen rivayet manasız kalacaktır.
İbnu Hacer bu konuda
ulemanın muhtelif tez ve antitezlerini beyan ettikten sonra sayıların
farklılığını şöyle bir izahla çözmeye çalışır: "Sayılardaki farklılıklar,
Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in bu meseleyi beyan ettiği zamanların
farklı olmasından ileri gelir. Şöyle ki: Kendisine vahyin gelmesinden on üç
senenin dolumunda, "rüyanın peygamberliğin yirmi altı cüzünden bir cüz
olduğunu söylemiş olmalı, bu ise hicret zamanına rastlar. Yirmi yılın dolumunda
kırkta bir; yirmi iki yılın dolumunda kırk dörtte bir; ondan sonra kırk beşte
bir; sonra hayatının sonunda kırk altıda bir demiş olmalı. Kırktan sonraki
rivayetler ise zayıftır. Ellide biri diyen rivayetin küsuratı ifade etmesi
ihtimal dahilindedir. Yetmişte bir diyen rivayet ise mübalağa içindir, bunun
dışındakiler zaten sabit değildir. Böylesi bir irtibatlamada tearuz mevcut
değildir..."
Bu mevzu üzerine İbnu
Hacer, başka yorum ve tahliller dahi kaydederse de, bu kadarla yetiniyoruz.
Ancak Ebi Cemre'nin yukarıda kaydedilen, buna yakın izahını hatırlatmada fayda
var.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/513-514.)
Ebu Katade
(radıyallahu anh)'nin anlattığına göre: Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın
şöyle söylediğini işitmiştir: "Rüya Allah'tandır. Hulm (sıkıntılı rüya)
şeytandandır. Öyle ise, sizden biri, hoşuna gitmeyen kötü bir rüya (hulm)
görecek olursa sol tarafına tükürsün ve ondan Allah'a istiaze etsin (sığınsın).
(Böyle yaparsa şeytan) kendisine asla zarar edemiyecektir." [Buhari, Tıbb 39,
Bed'ü'l-Halk 11, Ta'bir 3, 4, 10,14, 46; Müslim, Rüya 5, (2262); Muvatta 1, (2,
957); Tirmizi, Rüya 4, (2288); Ebu Davud, Edeb 96, (5021).]
Bazı rivayetler,
"Salih rüya Allah'tandır" diye kayıtlı olarak geldiği halde burada
salih, gayr-ı salih kaydı yapılmaksızın, rüyanın Allah'tan olduğu
belirtilmiştir. İslami temel itikadımız esasen budur. Yani her şeyin takdiri,
yaratılması, hayır, şer Allah'tandır. Rü'yanın betahsis Allah'a nisbet edilmesi
"teşrif" yani rüyanın ehemmiyetine dikkat çekmek içindir.
Hadis, Allah'a nisbet
edilecek hayırlı rüyalara hulm denilmeyeceğini göstermektedir. Keza, şeytana
nisbet edilenlere de rüya denilmeyecektir. Tabii ki bu, şer'i bir edeptir. Esas
itibariyle ve lügat olarak uykuda görülenlerin hepsine rüya denir. Daha önce
yedi çeşide ayrıldığını belirttiğimiz rüyalar bu rivayette ikiye irca edilmiş
olmaktadır. Şu halde korku, üzüntü veren, hoşlanılmayan rüyalar batıldır
ve şeytandan gelmektedir, bunlara toptan hulm denmektedir. Hulm,
Kur'an-ı Kerim'de edğas diye zikri geçen karmakarışık, manasız rüyalardan
başka bir şey değildir.
Sadedinde olduğumuz
hadis, görülen rüya karşısında mü'minin takınacağı edeb ve tavrı
belirlemektedir: "Şeytani, hoşlanmadığınız bir rüya gördüğünüz zaman sol
tarafa tükürün, istiaze ederek şeytandan Allah'a sığının..." diyor. Yani
euzubillahi mineşşeytanirracim denecek. Bir başka hadiste, böyle bir rüya
görenin "sol tarafına üç sefer nefes etmesi فلْيَتَنَفَّسْ
عَنْ شِمَالِهِ ثَثَ مَرَّاتٍ şer ve ezasından Allah'a
sığınması" tavsiye edilmiştir. Bu babta başka rivayetler de var. Bu çeşit
rüyalar anlatılmamalıdır.
Resulullah
(aleyhissalatu vesselam) salih rüya görüldüğü zaman ne yapılması gereğini de
muhtelif rivayetlerde ta'lim buyurmaktadır:
"Sizden
biri sevdiği bir rüya görünce, (bilsin ki) bu Allah'tandır. Bunun için Allah'a
hamdetsin, bunu başkasına anlatsın. Hoşuna gitmeyen bir rüya görünce de (bilsin
ki) bu şeytandandır, hemen şerrinden Allah'a istiazede bulunsun. Rüyayı kimseye
de anlatmasın, zira kendisine zarar verecek değildir."
Buhari'den
kaydettiğimiz bu rivayet, hoşumuza giden rüyaların başkasına anlatılmasını
tavsiye etmekte ise de, başka rivayetlerde rüyayı anlatacağımız kimseler
hakkında bazı kayıtlar koymaktadır: Yani "Bilgili veya sevgili"
olmalıdır, yani "Alim veya nasih
(hayırhah)" olmalıdır. Vadd (sizi seven), zire'y (isabetli, faydalı görüş
sahibi) gibi başka vasıflar da zikredilmişse de hepsi aynı kapıya çıkar ve rüya
anlatacağımız kimselerin akıllı, bilgili, hakkımızda hayır düşünen, bizi seven
bir kimse olmasına dikkat etmemiz gereği anlaşılır.
Ebu Bekr İbnu'l-Arabi
der ki: "Alim olmalıdır, zira o, rüyayı imkan nisbetinde hayra yoracaktır.
Hayırhah (nasih) olmalıdır, çünkü o, faydalı olana ve kendisine yardımı
dokunacak hususlara irşad ve teşvikte bulunacaktır. Bilgili (lebib), rüyayı
anlayan demektir, böyle birisi, rüyayı görenin ihtiyaç duyduğu hususu bilip onu
öğretecek veya sükut edecektir. Sevilen (habib) de, bir hayır görürse
söyler, anlayamaz veya şüpheye düşerse sükut eder..."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/515-516.)
**
Buhari'nin bir
rivayetinde Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şöyle buyurur: "Beni
rüyada gören, gerçekten beni görmüştür, çünkü şeytan benim suretime
giremez." [Buhari,
Tabir 2, 10; Müslim, Rüya 10; (2266); Muvatta, Rüya 1, (2, 956).]
Yukarıdaki hadisi Hz.
Enes (radıyallahu anh) rivayet etmiştir. Tibi şöyle açıklamıştır. Beni
rüyasında gören, beni hakikatim üzere eksiksiz görmüştür, beni görüp
görmediğinden şüpheye düşülmemelidir. Rüya tamdır, hak bir rüyadır"
demektir." Nitekim, yine Buhari'de gelen bir başka hadiste:
"Rüyada beni gören hakkı (gerçeği) görmüştür." مَنْ رَآنِى فَقَدْ رَأى الحَقَّ buyurmuştur.
Rüyada Resulullah'ın
görülmesi meselesi bazı farklı yorumlara sebep olmuştur. Yani, her
ne suretle görülürse görülsün bu görülüş hak bir görme midir? Yoksa görmenin
hak olması için Resulullah'ı bilinen evsafıyla görmek şart mıdır? Çünkü Hz.
Peygamber (aleyhissalatu vesselam) her seferinde malum sıfatlarıyla, hüviyet-i
asliyesi ile gözükmez. Buhari'nin bazı nüshalarında İbnu Sirin'in şu kaydı yer
alır: اِذَا رَآهُ في صُورته Buna
göre, Resulullah'ı bilinen evsafı çerçevesinde görürse bu rüya hak
rüyadır.
Ancak ulema şu
noktada müttefiktir: "Şeytan Resulullah'ın hüviyetine giremez."
Cenab-ı Hakk ona bu imkanı tanımamıştır. Aksi takdirde, şeriata kizb karışma
ihtimali mevzubahis olur, dine itimad kalmazdı. Bu sebeple Cenab-ı Hakk,
şeytanı, kişinin uyanık halinde, Resulullah'ın suretine girmekten men ettiği
gibi, uyku halinde de o suretle gözükmekten men etmiştir. Bu hususu
Resulullah (aleyhissalatu vesselam) açık seçik beyan etmiştir.
Hal böyle olunca,
Resulullah'ın, her ne suretle olursa olsun, rüyada görülmesine şeytanın dehalet
etmemesi gerekir. Bu sebeple Nevevi şöyle der: "Resulullah (aleyhissalatu
vesselam)'ı gören kişi malum evsafı üzere de görse, malum evsafının aksine de
görse, gerçekten Resulullah'ı görmüştür."
Nevevi bu görüşünü,
Kadı İyaz'ın: "Sağ iken taşıdığı sureti ile gören gerçekten görmüş, bu
sıfata uymayan şekilde gören hakiki görmüş sayılmaz, te'vil gerekir"
sözünü reddetmek için söylemiştir.
Bazıları daha açık
bir ifade ile hadisten şunu anlamışlardır: "Hadisin manası şudur: O
(aleyhissalatu vesselam)'nu gören, hayatta iken taşıdığı suret üzere görür.
Bundan şu zaruri netice çıkar: Resulullah'ı asli suretinin haricinde görenin
rüyası edgas'tır, (sadık rüya değildir.)"
Ancak ulema
çoğunlukla şu görüşü benimser: "Bu hadisten maksad şudur: hangi hal üzere
olursa olun Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in rüyada görülmesi
batıl olamaz, bu rüya edgas değildir, esas itibariyle haktır. Görülen
suret şeytandan değil Allah'tandır."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/516-517.)
Ebu Rezin el-Ukeyli Lakit İbnu Amir İbni
Sabire (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)
buyurdular ki: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk cüzünden bir cüzdür. Bu
rüya, anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında (takılı vaziyette) durur.
Anlatılacak olursa hemen düşer." [Tirmizi, Rü'ya 6, (2279, 2280); Ebu Davud,
Edeb 96, (5020).]
1- Rüyanın
peygamberlikten bir cüz olma meselesini 957 numaralı hadiste açıkladık.
2- Rüyanın
kuşun ayağında takılı olması, bir teşbihtir; bununla, rüyanın anlatılmadığı
müddetçe kesinleşmediği ifade edilmektedir, tıpkı asılan, takılan bir şeyin
havada durması, yerde istikrarını bulmaması gibi. Öyle ise, rüyanın istikrar
bulup, kesinlik kazanması tabir edilmesine bağlıdır. Tabir edilince süratle
düşüp istikrar kazanır. Kuşun kendisi bir yerde sabit durmazsa, onun ayağına
takılan şey hiç sabit duramaz. Öyle ise rüya anlatılınca, hükmü, sahibinin
üstüne hemen düşer. Ebu Davud'un bir başka rivayeti şöyle: "Rüya, tabir
edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, tabir edilince hemen düşer." Bu
rivayet "anlatınca" demiyor, "tabir edince" diyor. Öyle
ise, önceki hadiste geçen "anlatmak"tan maksad, tabirini medar-ı bahs
etmek, konuşmaktır.
Hadisin Ebu
Davud'daki aslı, Ebu Rezin'in şu sözüyle tamamlanır: "Zannederim
(Resulullah) şunu da demişti: "(Öyleyse) rüyanı akıllı ve dostun olan
kimseye anlat."
Rüyadaki hakikatın
tahakkuku, onun anlatılmasına, daha doğrusu tabirine bağlı olunca, rüyanın
rastgele kimselere anlatılmamasının ehemmiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Bu
sebeple Resulullah, rüyanın tabiatı hakkında verdiği bilgiye uygun bir
tavsiye ile hadisini tamamlamış olmaktadır: "Rüyayı lebib ve habib
olana, yani akıllı dosta anlatın!"(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/518.)
***
Ebu Said (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Mü'minin rüyası, nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür." [Buhari,
Ta'bir 4, Muvaatta 1, (2, 956).]
Hadis, Muvatta'da Ebu
Saidi'l-Hudri rivayeti olarak değil, Enes İbnu Malik (radıyallahu anh) rivayeti
olarak, yakın elfazla geçer.
***
Tirmizi'de Ebu
Said'den şu rivayet kaydedilmiştir: "En sadık rüya seher vakitlerinde
görülen rüyadır." [Tirmizi,
Rü'ya 3, (2275).]
Alimler rüyanın sıdkı hususunda, onun görüldüğü mevsimin ehemmiyetine dikkat çekerler. Bazı mevsimlerde insan tabiatının mutedil olması sebebiyle rüyayı edğas (karışık ve manasız) kılan psikolojik ve biyolojik amillerin daha az tesirde bulunacağını belirtmişlerdir. Şu halde, günlük olarak da seher vakitlerinin, diğer vakitlere nazaran biyolojik ve psikolojik yönden en mutedil vakit olduğu söylenebilir: Uyku ile dinlenmiş olan sinir sistemi daha sakindir, mide boşalmış, hazım yorgunluğu kalmamış, ruhen fikren meşguliyet ve hassasiyet asgari seviyeye inmiş vs. Şu halde mizac ve kuvvelerin azami derecede i'tidale kavuştuğu bir durumda görülecek rüyalar hakikat olma şansına daha çok sahiptir. Bu durumu Resulullah, "En sadık rüya seherdekidir" diyerek ifade buyurmuş olmaktadır.
Tibi merhum,
meselenin bir başka yönüne de dikkat çeker: "Zira seher vakti meleklerin
inme zamanıdır."(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/519.)
****
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şöyle demişti: "Benden sonra,
peygamberlikten sadece mübeşşirat (müjdeciler) kalacaktır!"
Yanındakiler sordu:
"- Mübeşşirat da
nedir?"
"- Salih
rüyadır!" diye cevap verdi."
Muvatta'nın
rivayetinde şu ziyade var: "Salih rüyayı salih kişi görür veya ona
gösterilir." [Buhari,
Tabir 5; Muvatta, Rüya 3, (2, 957); Ebu Davud, Edeb 96, (5017).]
Mübeşşirat kelime
olarak mübeşşire'nin cem'idir, bu ise büşra yani müjde (sevindirici haber)
demektir. Ancak hadiste bununla rüyayı saliha kastedildiği Resulullah
tarafından açıklanmıştır. Hadiste Resulullah: "Bana has olan nübüvvetten
sonra sadece mübeşşirat kalacaktır, diğer nübüvvet hassaları benimle beraber
ortadan kalkacak" demek istemiştir. İbnu Abbas'tan gelen bir rivayete göre
Resulullah bu sözü ölüm döşeğinde söylemiştir. Ancak hadisin bir çok vechi
mevcuttur. Bir vechi şöyledir:
"Risalet
ve peygamberlik artık kesildi. Benden sonra ne nebi ne de peygamber var. Ancak
mübeşşirat devam edecek!" Dediler ki: "Mübeşşirat nedir?" Dedi
ki: "Müslümanların rüyası peygamerliğin cüzlerinden bir cüzdür."
İbnu't-Tin der ki:
"Hadisin manası şudur: "Vahiy benim ölümümle kesilecektir.
Kendisiyle, istikbalde olacak şeyleri öğrenebileceğiniz tek kaynak kalıyor, o
da rüyadır." Ancak bu söze, ilham hatırlatılarak karşı çıkılmıştır, zira
ilham da istikbali öğrenme kaynaklarından biridir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/520.)
***
TABİR
EDİLMİŞ RÜYALAR
Semüre İbnu Cündeb
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) sık sık:
"Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na
Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu:
"- Sizden bir
rüya gören yok mu?"
Kendisine:
"- Bizden kimse
bir şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine:
"- Ama ben
gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi. Beni alıp
haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanında biri,
elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazan bu kayayı başına
indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam
taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar
vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen
yeniliyordu. Beni getirenlere:
- Sübhanallah! nedir
bu? dedim. Dinlemeyip:
- Yürü! Yürü!
dediler. Yürüdük,
sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar
bulunan biri duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün
yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra
öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar
soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar
bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da:
- Sübhanallah, nedir
bu? dedim. Cevap vermeyip:
- Yürü! Yürü! dediler.
Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler,
sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var.
Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca
çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp:
- Bunlar kimdir? diye
sordum. Bana cevap vermeyip:
- Yürü! Yürü! dediler.
Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir
adam vardı. Nehir kenarında da yanında bir çok taş bulunan bir adam duruyordu.
Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki
adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu.
Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine
yaklaşıyordu. Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş
atıyordu. Ben yine dayanamayıp:
- Bu nedir?diye
sordum. Cevap vermeyip yine:
- Yürü! Yürü! dediler.
Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi
çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi
tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine:
- Bu nedir? diye
sordum. Cevap vermeyip:
- Yürü! Yürü! dediler.
Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde
her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam
vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda
çocuklar vardı. Ben yine:
- Bunlar kimdir?
dedim. Cevap
vermeyip:
- Yürü! Yürü! dediler.
Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de
daha güzel bir ağaç hiç görmedim. Arkadaşlarım:
- Ağaca çık! dediler.
Beraberce çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru
yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını
istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar
yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki
böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara:
- Gidin şu nehire
banın! dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki safi süttü,
bembeyaz... Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olarak
geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.
Beni dolaştıran
arkadaşlarım açıkladılar:
- Bu gördüğün, Adn
cennetidir. Şu da senin makamındır.
Gözümü çevirip
baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi.
- Beni gezdirin,
içine bir gireyim! dedim.
- Şimdilik hayır!
Amma mutlaka gireceksin.
dediler. Ben:
- Geceden beri acaip
şeyler gördüm, neydi bunlar?
diye sordum.
- Sana anlatacağız. dediler
ve anlattılar:
- Taşla başı yarılan,
o ilk gördüğün adam, Kur'an'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan
kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden
çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saçan kimsedir. Fırın gibi bir binanın
içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve
kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam faiz yiyen adamdır.
Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam,
cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim
(aleyhissalatu vesselam)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere
(büluğa ermeden) ölen çocuklardır."
Cemaatten biri hemen
atılarak:
"- Ey Allah'ın
Resulü! Müşrik çocukları da mı?" diye sordu.
Resulullah
(aleyhissalatu vesselam):
"- Evet, dedi,
müşrik çocukları da." ve anlatmaya devam etti:
"- Yarısı güzel
yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü
amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları
affetmiştir." [Buhari,
Ta'bir 48, Ezan (Sıfatu's-Salat) 156, Teheccüt 12, Cenaiz 93, Büyü 2. Cihad 4,
Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 8, Tefsir, Beraet 15, Edeb 69; Müslim 23, (2275);
Tirmizi, Rü'ya 10, (2295).]
1- Tabirin Mekruh
Vakti:Buhari, bu hadisi, Tabir'le ilgili bölümde, "Sabah namazından sonra
rüya tabiri" babında kaydeder. Buhari'nin bab başlıklarında fıkıh
yaptığını nazarı dikkate alan şarihler, Buhari'nin böyle bir başlığı koymakla,
Abdurrezzak'ın Musannaf'ta kaydettiği َ تَقْصُصْ
رُؤْيَاكَ عَلى إمْرَأةٍ وََ تُخْبِرْ بِهَا حَتّى تَطْلُع الشَّمْس "Rüyanı
kadına anlatma, güneş doğuncaya kadar da kimseye söyleme" şeklindeki
hadisin za'fına işaret ettiğini ve ayrıca, tabircilerin şu sözlerini
reddettiğini belirtirler. "Rüya tabirinde müstehab olanı, tabirin,
"güneşin doğmasından saat dörde, ikindi vaktinden akşam öncesine
kadar" yapılmasıdır."
Buhari, bu kanaati
reddediyor. Zira kaydedilen hadis, tabirin, güneş doğmazdan önce yapılmasının
müstehab olduğuna delalet etmektedir. Bu hüküm, tabircilerin: "Namazın
mekruh olduğu vakitlerde tabir yapmak mekruhtur" şeklineki sözlerine de
muhalif değildir.
2- Tabirin Müstehab
Vakti: Mühellib, bu hususta şunu söyler: "Rüyayı sabah namazı vaktinde
tabir etmek, diğer vakitlerin hepsinden daha iyidir. Zira, rüyayı gören, onu
gördüğü zamana yakınlığı sebebiyle, zihninde daha sağlam tutmaktadır ve
henüz unutma arız olmamıştır. Üstelik tabir edecek kimse de, zihni huzura
sahiptir ve fikri günlük maişet meşgalelerinden henüz uzaktır. Ve hem de rüyayı
gören kimsenin, rüyadan alacağı iyi haberle sevinmesi, şerden de sakınıp
tedbir alması mevzubahistir. Keza, ola ki rüya ma'siyetten ta'zir edicidir,
rüya sahibi böylece sakınmış olur, veya bir iş hususunda uyarıcıdır, böylece
rüya, sahibini murakabeye, kontrole sevkeder. Öyle ise bunlar gibi daha pek çok
maslahat, rüyayı, günün başında tabir etmeyi gerektirmektedir."
3- Hz. Peygamberin
Anlattığı Rüyanın Mahiyeti: Resulullah (aleyhissalatu vesselam), İslam'ın
vaz'ettiği farz, haram ve itikadlarla ilgili hakikatlerin insanlar tarafından
kavranabilmesi için, bazan teşbihli hikayeler -ki israiliyat nev'inden
anlatılanların bu gayeye matuf olduğunu belirtmiştik (bak. 954 numaralı hadis)-
bazan uykuda görülen rüyalar, bazan da Mi'rac esnasında görülen müşahedeler
şeklinde anlatmıştır. Biz, bu müşahhas tasvirlerde, gaybi olan kıyametten sonra
görülebilecek olan hakikatlerin en ami bir mü'min tarafından bile
anlaşılabilecek maddi teşbihlere döküldüğünü görmekteyiz. Bu anlatımlarla
ilahi, gaybi -ve behemahal imani- olan hakikatlar alem-i şehadette görülen ve
idrak edilen maddi ve beşeri kahramanlarla bir nevi sahnelemekte, böylece sırf
imanilikten ve kavranmaz mücerredlikten kurtarılarak ma'kulat ve hatta mahsusat
seviyesine indirilmektedir. İslam dinini anlaşılır, İslami ta'limatı
ami-alim, gabi- zeki her seviyedeki insan tarafından kavranır ve de akıllar,
ruhlar, hisler üzerinde müessir kılan bu metoda Kur'an-ı Kerim'in de genişçe
yer verdiğini görmekteyiz. cennet ve cehennemle ilgili tasvirler hep dünyevi ve
günlük olarak gördüğümüz ve yaşadığımız müşahhas unsur ve motiflerle
yapılmıştır.
Diğer tarafta, -İbnu
Abbas (radıyallahu anhüma)'ın açıklamasıyla- ahiret aleminin hakikatını
bilmekteki naksımızı kabul etmek, dünyada olanların, orada sadece ismen
varlığını kabul edip, mahiyetce ayrılığına ve idrakimizin onlara
yetişemiyeceğine inanmak esastır: َ يُشْبِهُ
شَىْءٌ مِمَّا فِي الْجَنَّة ِمَا فِي الدُّنْيَا اَِّ فِي اَسْمَاءِ
Söz buradan
açılmışken, cennet ve cehennemle ilgili olarak pekçok hadis ve hatta ayetlerde
ifade edilmiş bulunan bir kısım hakikatlerin şu hadiste nasıl
maddi, müşahhas ve mahsus unsurlarla sahnelendiğini görelim:
"Cennetle
cehennem münakaşa ettiler. Cehennem:
- Bana
kibirliler, zalimler gelecektir! dedi. Cennet de:
- Bana da insanların
sadece zayıfları, sakatları ve (aldatılan) gafilleri gelecektir, acaba sebebi
nedir? dedi. Allah cennete:
- Sen benim
rahmetimsin, kullarımdan dilediğime seninle rahmet ederim. Cehenneme de:
- Sen benim
azabımsın, kullarımdan dilediğime de seninle azab eylerim, dedi. Sonra her
ikisine birden şu hitapta bulundu:
- (Sabırsızlanmayın),
her ikinizi de dolduracak kullarım var!
(Ancak cehennem
dolmak, tatmin olmak bilmeyip,) daha var mı, daha var mı? demeye
devam edecek. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk ayağını cehennemin üzerine koyup
bastıracak. Cehennem (maruz kaldığı sıkletten) inleyerek yeter! yeter! yeter!
diyecek. Cehennem böylece dolar ve içindekiler (tıkabasa) karışırlar. (Böyle
yapmış olmakla) Aziz ve Celil olan Allah hiçbir kuluna zulmetmez. Cennet
de boş kalmaz. Allah onun için de münasib kullar yaratmıştır."
Buhari ve Müslim'in
müştereken rivayet ettikleri bu hadisi, belirtmeye çalıştığımız ta'limi
(didaktik) nokta-i nazardan değil, kelami nokta-i nazardan tahlile
kalksak sonu zor alınacak münakaşalara girebiliriz. Halbuki bu
nev'e giren müteşabih rivayetler ve ayetler çoktur. Ölümün kıyamet günü bir koç
suretinde getirilerek mahşer meydanında kesilmesi gibi.
Hülasa, bu ve benzeri
bütün ifadelerin, mücerred olan imani hakikatleri müşahhaslaştırarak anlaşılır
hale getirme ve hissiyat üzerinde canlı ve müessir kılma gayesini güttüğünü
nazardan uzak tutmayacağız. Muallim-i ekber olan Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'a
bu gaybi hakikatler, terbiye-i İlahiyenin en mühim safhası olan Miraç'ta da
gösterilmiştir. Ayet-i kerime, "Orada gözüyle gördüklerini kalbi inkar
etmedi" (Necm 11) diyerek, önceden iman yoluyla öğrendikleri ile gözüyle
gördükleri arasında tam bir mutabakatın husule geldiğini haber verir. Böylece
aynelyakin ve hatta hakkalyakin derecesine çıkan iman-ı Nebevi, آمن الرَّسُولُ "Peygamber ve
mü'minler, Rabbinden kendisine indirilene inandı" (Bakara 285) ayetiyle tebcil
edilir. Hatta Süheyli'nin Ravdu'l-Unf'da kaydettiği üzere, bazı alimlerimiz
"Peygamber inandı" diye başlayan bu ayetin, bir bakıma, imani
hakikatlerin gözle müşahedesi demek olan Miraç hadisesiyle ilgili olarak
vahyedilmiş olmasını manidar bulmuşlardır.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/526-529.)
*****
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Biz öne geçen
sonuncularız. Ben uyurken bana arzın hazineleri getirildi. Elime altından iki
bilezik kondu. Bunlar benim nazarımda büyüdüler ve beni kederlendirdiler. Bana:
"Bunlara üfle" diye vahyedildi. Ben de üfledim, derken uçup gittiler.
Ben bunları, çıkacak olan ve aralarında bulunduğum iki yalancı olarak te'vil
ettim: Birisi San'a'nın lideri , diğeri de Yemame'nin lideridir." [Buhari, Ta'bir 40,
70; Müslim, Rüya,22, (2274), Tirmizi, 10, (2293).]
Hadiste Resul-i Ekrem
(aleyhissalatu vesselam), Müslümanların, dünyada iken en son kitap verilen
ümmet de olsalar, ahirette hesabı ilk defa verecek ve ilk defa cennete girecek
ümmet olacaklarını ifade buyurmaktadır. Resulullah'a getirilmiş olan
hazinelerden muradın İslami fetihlerle İran, Bizans gibi fethedilen
yerlerden elde edilen ganimetler olduğu belirtilmiştir.
Bileziklerin Hz.
Peygamber'in "nazarında büyülmesi"ni, hayret etmesi, şaşırması,
ağrına gitmesi, dikkatini çekmesi gibi manalarda anlamak gerekmektedir; maddi
ağırlık veya hacimlerinin artması şeklinde bir büyüme değil. Kurtubi'nin
açıklamasına göre, altından mamul zinet eşyası Müslüman erkeklere haram olması
sebebiyle Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) eline konan altın bilezikleri
(rüyasında) taaccüble, hayretle karşılayıp kederleniyor, üzülüyor.
Hadiste geçen
vahiyden murad ilhamdır, irşaddır. Üflemek, kolay bir amel olması
sebebiyle, rüyada üfleme görmenin, kolaylığa, önüne çıkan herhangi bir engelin
kolaylıkla izale edileceğine delil olduğu belirtilmiştir. "Üfleme kelamdır"
diyen de olmuştur.
Üflemekle uçup
gitmeleri, ortaya çıkacak yalancıların çok fazla zahmet çekilmeden bertaraf
edileceklerine, manen hakaret, değersizlik içinde bulunduklarına delalet
ettiği, "aralarında bulunduğum" tabiriyle, rü'yanın anlatıldığı sıra
onların hayatta olduğuna delalet ettiği ifade edilmiştir.
Bunlardan maksad
San'a'da çıkıp peygamberlik iddia eden Esved el-Ansi ile, Yemame'de çıkıp yine
aynı batıl iddialara girişen Müseylimetü'l-Kezzab'tır. Bunlardan her ikisi de
daha Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın sağlığında ortaya çıkıp, etrafında
adam toplamış kimselerdir. Esved, Resulullah henüz hayatta iken tepelenebilmiş
ve öldürülmüş, Müseylime ile Resulullah'ın vefatından sonra savaşılmış ve Hz.
Ebu Bekir zamanında tepelenmiştir.
Hz. Peygamber'in
altın bilezikleri yalancılarla te'vil etmesi, erkeğe zinet verilmiş olmasına
dayanır. Çünkü erkeğe, haram olan bir şeyin verilmesi, yerinde olmayan
bir iş yapılmasıdır. Yalancılar da böyledir, yerini bulmayan, sahte
iddialarda bulunurlar.
Bu rüyada geçen
"iki el" iki memleketle te'vil edilmiştir. San'a ve Yemame ahalileri
aslında Müslüman olarak İslam'a "iki el", iki yardımcı durumuna
gelmişlerdi. Buralarda çıkan iki sahtekar, yalancı ve aldatıcı sözlerle halkı
etrafında toplayıp iğfal etmiştir. Şu halde altın bilezikler iki yalancıya
delalet etmiş, o iki "el"de (beldede) çıkmışlardır.(İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/531-532.)
**
Ebu
Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)
buyurdular ki: "Rüyamda kendimi Mekke'den, hurma ağaçları bulunan
bir beldeye hicret ediyorum gördüm. Ben bunu, hicretimin Yemame'ye veya
Hacer'e olacağı şeklinde tahmin etmiştim, meğer Yesrib şehrine imiş. Bu rüyamda
kendimi bir kılıncı sallıyor gördüm, kılıncın başı kopmuştu. Bu, Uhud
Savaşı'nda mü'minlerin maruz kaldıkları musibete delalet ediyormuş. Sonra
kılıncımı tekrar salladım. Bu sefer, eskisinden daha iyi bir hal aldı. Bu da,
Cenab-ı Hakk'ın fetih ve Müslümanların biraraya gelmeleri nev'inden
lutfettiği nimetlerine delalet etti. O aynı rüyamda sığırlar ve Allah'ın
(verdiği başka) hayrını gördüm. Sığırlar Uhud gününde mü'minlerden bir cemaate
çıktı, (gördüğüm başka) hayır da Allah'ın Bedir'den sonra (nasib ettiği
fetihlerin) hayrı ve bize Rabbimizin lutfettiği (Bedru'l-Mev'id) sıdkının
sevabı olarak çıktı." [Buhari, Ta'bir 39, 44, Menakıb 25, Meğazi 9, 26,
Menakıbu'l-Ensar 45; Müslim, Rü'ya 20, (2272).]
Bu hadis, rüya
mübhemiyetine uygun bir mübhemlik ve anlaşılmasında zorluk hasıl olmuş bir
rüya'yı Nebevidir. Şarihler rivayetin muhtelif tabirlerini açıklamada
farklı yorumlara gitmişlerdir.
Biz mealdeki manayı
tesbit ederken İbnu Hacer'in izahını esas aldık. Buna göre:
1- Hecer, Bahreyn'de
Abdulkays kabilesinin ikamet ettiği bir diyarın ismidir. Medine yakınlarında
aynı ismi taşıyan küçük bir köyün kastedildiği de söylenmiş, hatta başka
ihtimaller üzerinde de durulmuştur, ancak sahih olan önceki söylediğimizdir.
2- Yesrib, Medine'nin
eski adıdır, kaliteli hurmalarıyla meşhur idi.
3- Resulullah
ashabını kılıçla ifade etmiştir. Kılıç sallaması, düşmanla cihadıdır. Başının
kopması Uhud'da Müslümanların maruz kaldığı musibete yorulmuştur. Bazı
rivayetlerde kılıçta gedik açılmış olduğu ifade edilmiş ve bu da ailesinden
birinin (Hz. Hamza'nın) şehid düşeceği şeklinde, tarafından, yorumlanmıştır.
Bazı rivayetler bu kılıncın Zülfikar olduğunu tasrih eder.
4- Kılıncın tekrar
sallanması, mücadelenin devamı, kılıçtaki kopukluğun düzelmesi, müteakip
savaşlarda Müslümanların zafere ereceklerinin alameti bilinmiştir. Tabirciler
kılıcı değişik yorumlara tabi tutmuşlardır: Mesela rüyada kılıç elde eden
"kuvvet elde eder", "valilik elde eder", "emanet (vedia)
elde eder", "zevce elde eder", "çocuk elde eder", keza
"kılıncı kınına koyan evlenir", "birisiyle onun kılıncından daha
uzun kılıçla vuruşan ona galebe çalar", "kılıç kuşanan bir işe
girer" vs. gibi.
5- Görülen sığırlar,
Uhud'da şehid düşen Müslümanlara yorulmuştur. Hadisin farklı rivayet ve
okunuşları, "Allah'ın bu ölümde hayır kılacağı" veya "bu ölümden
sonra Allah'ın hayırlar (zaferler) vereceği" gibi değişik yorumlara imkan
tanımıştır. Bir yoruma göre, Hz. Peygamber: "Allah'a kasem olsun Allah'ın yaptığında
(Uhud'daki musibette) hayır gördüm, hayır var" demiştir.
6- Bedir'den sonraki
fetihlerden maksad, Hayber'in fethi ve Mekke'nin fethidir. Hadiste geçen,
اتانَا اللّهُ تَعالى بَعْدَ يَوْم
بَدْرٍ ibaresinde بعد kelimesi
bazı rivayetlerde بعْدُ bazı
rivayetlerde بَعْدَ şeklinde
gelmiştir. Buna göre te'vil de farklı olmuştur. بَعْدُ
Okununca mana Uhud'dan sonra demektir ve bu durumda يوم kelimesi de nasb yapılarak يَوْمَ بَدْرٍ okunması icabeder. Mana şu
olur: "(Gördüğüm başka) hayır da, Allah'ın (Uhud' dan) sonra
Bedr(u'l-Mev'id) günü sıdkımıza sevab olarak verdikleri ile sonradan
verdiği (ganimet, başarı nev'inden) hayra çıktı." Bunun manası şudur:
"Bedir günü verilen" deyince, müşkil bir durum çıkmaktadır. Çünkü,
Bedir Savaşı Uhud Savaşı'ndan öncedir. Halbuki anlatılan tarihi ve
mantıki sıraya göre Uhud'dan sonrası sözkonusu. Alimler bunu şöyle
çözerler: Hadiste geçen Bedir'den maksad Bedrü'l-Mev'id denen ikinci
Bedir Gazvesi'dir. Bu ikinci Bedir, Uhud'dan sonradır. Uhud Savaşı bitip,
Mekkeliler muzafferane çekilirken Müslümanlarla aralarında söz düellosu
olur. İşte bu düello esnasında, müteakip sene Bedir'de ikinci kere
buluşmak üzere anlaşırlar. Resulullah, ertesi yıl hacc mevsiminde Bedr'e gider,
fakat Mekkeli müşrikler gelmezler. Böylece Müslümanlar savaş yapmadan bol
ticaret yaparak dönerler. Bu ikinci Bedir Gazvesi, önceden anlaşılarak tesbit
edildiği için buna Bedrü'l-Mev'id denmiştir.
Hadiste geçen
sevabu'ssıdk tabiri gerçekten bu seferin vasfını ifade eder. Zira Müslümanlar,
müşriklere verdikleri sözü tutmakla sıdk üzere hareket etmiş oldular. Bunun
Allah indinde uhrevi sevabı olduğu gibi, Müslümanlara moral, müşriklere gözdağı
ve korku olması haysiyetiyle siyasi, dünyevi sevab da elde edilmiştir. Hadisin
son kısmında geçen ve Allah'ın verdiklerinden olarak zikredilen
"hayır" ile bu Bedri'l-Mev'id Seferi sırasında yapılan karlı ticaret
dahi kastedilmiş olabilir.
İbnu Hacer, hadisin
bu veçhinden şu sonucu çıkarır: "Hz. Peygamber rüyasında sığır ve hayır
görmüştür. Sığır, Uhud'da öldürülenlerle te'vil edilmiştir. Hayır da
Mekke fethine kadar yapılan Bedir ve diğer savaşlarda cihad için Müslümanların
izhar ettikleri sıdk ve sabırdan dolayı kazandıkları sevabla te'vil edilmiştir.
Cenab-ı Hakk da onlara mükafeten, Uhud'dan sonraki Kureyza, Hayber ve diğer
zaferleri müyesser kılmıştır." (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve
Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/533-535.)
***
Hz. Enes (radıyallahu
anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in şöyle
söylediğini işittim:
"Ben bu gece,
rü'yamda, kendimi Ukbe İbnu Rafi'in evinde imişim gördüm. Orada bana İbnu Tab
denen cinsten taze hurma getirildi. Ben bu rüyayı şöyle te'vil ettim:
"Yükselme dünyada bizimdir, ahirette de hayırlı akibet bizimdir, dinimiz
de tamamlanmıştır." [Müslim,
Rü'ya 18, (2270); Ebu Davud, Edeb 96, (5026).]
Bu rivayette Hz.
Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in güzel isimlerle tefe'ülü rüyaya da tatbik
ettiğini görmekteyiz. Tefe'ül, uğur çıkarmak, hayra yormaktır. Resululah
(aleyhissalatu vesselam) teşaümü, yani şundan bundan uğursuzluk çıkarmayı
reddederken, uğur çıkarmayı reddetmemiştir.
Bu rivayete göre, Hz.
Peygamber rüyada kendisini Ukbe İbnu Rafi'in evinde görmüş. Ukbe'yi aynı kökten
gelen ukba, akibet kelimeleriyle te'vil etmiştir.
Rafi, yüksek,
yükselen gibi manalar ifade eder. Bundan rif'at (yükseliş)'e geçerek bu
isimleri: "Dünyada yükseliş bize, ahirette hayırlı akibet bize"
şeklinde te'vil etmiştir. Esasen bu manalarda ayetler mevcuttur:
والْعَاقِبَةُ
لِلْمُتَّقِينَ "Akibet muttakilere aittir" (A'raf 128), keza: وَاَنْتُم ا‘عْلَوْنَ إنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ "İnanıyorsanız
mutlaka galipsiniz" (Al-i
İmran 139)
gibi..
Keza, ikram edilen
hurmanın ismi İbnu Tab'dır. Burada tab, tayyib yani güzel, mükemmel manasına
gelir. Medineli bir şahsın adı ise de bir hurma çeşidi de o adla şöhret
bulmuştur. Resulullah, bu ismi de dinin kemale ermesiyle te'vil
buyurmuştur. Dinin kemali, kaide ve hükümlerinin kesinleşip istikrarını
bulması, medeni hayatta ihtiyaç duyulmakta olan hususta gerekli prensiplerin,
kaidelerin konmasıdır. Nitekim en son nazil olan ayetlerin birinde mealen:
"Bugün size dininizi tamamladık" (Maide 3) buyurulmuştur.
Bu rivayetlerden
hareket eden Müslüman tabirciler, rüyada iyi isim görmeyi hep iyiye yorma
prensibini vaz' etmişlerdir. Hadiste ifade edilen hükümlerin, Kur'an
ayetleriyle tesbit edildiği nazar-ı dikkate alınınca, Resulullah (aleyhissalatu
vesselam)'ın bu hadisi irad etmede asıl gayelerinden birinin, rüya tabirinde bu
prensibi vaz'etmek olduğu söyenebilir. Ayrıca, çocuklara ve diğer eşyaya
verilecek isimlerin güzel olması hususundaki tavsiyelerine bir takviye gayesi
de gözükmektedir.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/535-536.)
**
İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şöyle demişti:
"Ben (rüyamda),
saçları karma karışık siyah bir kadının Medine'den çıkıp Mehyea'ya indiğini
gördüm. Burası Cuhfe'dir. Ben bunu, Medine'deki vebanın oraya nakledilmesine
yordum." [Buhari,
Ta'bir 41, 42, 43; Tirmizi, Rü'ya 10, (2291).]
1. Hadiste Mehyea ile
ilgili bir açıklama var: "Burası Cuhfe" diye. Bu açıklamanın, birçok
rivayette bulunmamasından hareket eden şarihler, bunun bir derc olduğunu ve bu
açıklayıcı derci hadisin ravilerinden Musa İbnu Ukbe'nin ilave ettiğini
söylemişlerdir.
2- Cuhfe,
Mu'cemu'l-Büldan'ın verdiği bilgiye göre, Mekke-Medine yolu üzerinde, Mekke'den
dört merhale mesafede bir yerin adıdır. Mekke' ye gelen Mısır ve Şamlıların,
Medine'den geçmedikleri takdirde, mikat (ihram giyme) mahalleridir. Medine'den
geçerlerse Zü'l-Huleyfe olur.
3- Müslümanlar
Medine'ye hicret ettikleri zaman buranın havası Mekkelilere yaramamış,
hep hummaya (ateşli hastalık, sıtma) yakalanmışlar, Mekke'ye karşı özlem
duymaya başlamışlardır. Bunun üzerine Resulullah (aleyhissalatu
vesselam): اَللّهُمَّ حَبِّبْ
اِلَيْنَا الْمَدِينَةَ... وَانْقُلْ حُمَّاهَا إلى الْجُحْفَةِ "Ya
Rabb, bize Medine'yi sevdir... hummasını da Cuhfe'ye naklet"
diye dua buyurmuştu. Şu halde Resulullah bu duasının Allah tarafından kabul
edildiğini, hummanın Medine'den çıktığını bu rüya ile ashabına (radıyallahu
ahnüm ecmain) müjdelemiş olmalıdır.
4- Yorumcular siyah
(sevda) kelimesi ile kötülük السوء ve
hastalığın الداء ifade
edildiğini kabul etmişlerdir. Saçların karışıklığını da kötülük ve şer yaymakla
yorumlamışlardır.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/536-537.)
**
İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) zamanında kişi, bir rüya görecek olsa
onu aleyhissalatu vesselam efendimize anlatırdı. O sıralarda ben genç, bekar
bir delikanlıydım, mescidde yatıp kalkıyordum. Bir gün rüyamda, iki meleğin
beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar getirdiklerini gördüm. Cehennem kuyu
çemberi gibi çemberlenmişti. Keza (kova takılan) kuyu direği gibi iki de direği
vardı. Cehennemde bazı insanlar vardı ki onları tanıdım. Hemen istiazeye
başlayıp üç kere: "Ateşten Allah'a sığınırım" dedim. Derken beni
getiren iki meleği üçüncü bir melek karşılayıp, bana: "Niye korkuyorsun? (korkma)"
dedi.
Ben bu rüyayı
kızkardeşim Hafsa (radıyallahu anha)'ya anlattım. Hafsa da Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'a anlatmış. Resulullah (aleyhissalatu vesselam):
"- Abdullah ne
iyi insan, keşke bir de gece namazı kılsa!" demiş.
Salim der ki:
"Abdullah bundan sonra geceleri pek az uyur oldu!" [Buhari,
Ta'bir, 35, 36, Salat 58, Teheccüt 2, Fedailu'l-Ashab 19; Müslim,
Fedailu's-Sahabe 140, (2479).]
1- Kurtubi diyor ki:
"Şari (Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) Abdullah (radıyallahu
anh)'ın rüyasını iyiye yormuştur, çünkü Abdullah önce ateşe getirildiği halde
kendisine "niye korkuyorsun, korkma!" tesellisiyle ateşe atılmaktan
affedilmiştir, bu onun salih oluşuna delildir. Kusuru, gece namazı kılmaması
idi. Böylece bu rüya onun salabetine mükafaten bir tembih ve uyarı oldu. Bu
sayede anladı ki, gece namazı, ateşten, ateşe yakınlaşmaktan koruyan belli
başlı tedbirlerden biridir. Bunun için Abdullah (radıyallahu anh) ölünceye
kadar gece namazını terketmemiştir."
2- Şarih Mühellib:
"Bundaki sır Abdullah'ın mescidde yatmasıdır. Zira mescidin şe'ni ve
hakkı, içinde ibadet edilmesidir. Ateşle korkutulmak suretiyle bu eksikliği
uyarılmış oldu" der.
3- Hadis, gece
namazının ehemmiyetini, bu namazın cehennemden korunmaya müessir bir çare
olduğunu göstermektedir.
4- Hadiste,
"Kadına rüya anlatılmamalı" diyen yorumculara da cevap var. Bunun
caiz olduğu görülmektedir. Ayrıca mescidde yatıp kalkmanın caiz oluğu da
anlaşılmaktadır.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/538.)
**
Abdullah İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) bir
başka rivayette şöyle demektedir: "Rüyamda, avucumda seraka denen
iyi cins ipekten bir parça gördüm, cennette, her nereyi arzu etsem beni oraya
uçuruyordu. Bu rüyamı Hafsa (radıyallahu anha)'ya anlattım. O da Resulullah'a
anlatmış. Resulullah (aleyhissalatu vesselam): "Kardeşin salih bir
kimse" diye yormuş." [Buhari, Ta'bir 25; Müslim, Fedailu's-Sahabe
139, (2478).]
1- Abdullah İbnu
Ömer'in cehenneme götürülmesi gibi cennete götürülmesiyle de ilgili
rüyası var. Bunlar ayrı ayrı rüyalardır. Yukarıda cennete girişiyle ilgili
rüyayı görüyoruz. Muhtemelen bunu muahharan, gece ibadetlerine başladıktan
sonra görmüş olmalı. Hadisin bir başka vechinde Resulullah önceki hadiste
olduğu gibi, "Abdullah salih bir kimsedir, bir de gece namazı kılsa"
buyurmuştur.
2- Bazı şarihler, bu
hadisin kaydedildiği babtan bir önce yer alan, عَمُودُ
الْفُسْطَاطِ تَحْتَ وِسَادَتِهِ "Rüyada
yastığının altında çadır direği gören" adındaki bab başlığı ile bunu
birleştirip, İbnu Ömer'in rüyada, yastığının altında çadır direği de gördüğünü
ifade edip, yorumlarının vüs'atini geniş tutmuşlardır. Kaydedilecek "şarih
yorumları" yorum olarak muteber kabul edilse de İbnu Hacer'in açıklamasına
göre, Abdullah İbnu Ömer'in rüyada yastığının altında çadır direği görmesini
rivayetler doğrulamamıştır.
3- Rüyada görülen
direk İslam'la yorumlanmıştır. Keza ipek de din ve ilimle, dinle kazanılan
şerefle yorumlanmıştır. "Onu elde eden, ahirette, cennette istediği yere,
onun sayesinde gidebilir" denmiştir.
4- Rüyada cennete
girmek, uyanık halde girmeye delil kabul edilmiştir. Çünkü hadisin bir
vechinde rüyası cennete girenin yakaza halinde gireceğine dair nassi ifade
vardır. Rüyada, cennete girmek, İslam'a girmekle de yorumlanmıştır, çünkü
cennete girmenin yegane vasıtası İslam'a girmektir.
5- İpeğin uçması
kuvvete delildir. Yani cennette istediği yere gidebilecek güce, manevi yüceliğe
sahip demektir.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/539-540.)
**
Ebu Bekre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bir gün:
"- Sizden bir
rüya gören var mı?" diye sual buyurdular. Cemaatten bir adam:
"- Evet ben (şöyle
bir rüya gördüm): Sanki gökten inmiş bir terazi vardı. Siz ve Ebu Bekir
tartıldınız. Sen, Ebu Bekir'den ağır geldin. Ebu Bekir'le Ömer de tartıldılar.
Ebu Bekir ağır geldi. Sonra Ömer'le Osman tartıldılar. Ömer ağır bastı. Sonra
terazi kaldırıldı" dedi.
(Adam sözünü
bitirince) Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın mübarek yüzlerinde
memnuniyetsizlik gördük." [Ebu Davud, Sünnet 9, (4634), Tirmizi, Rüya 10, (2288).]
1- Bu rivayette Hz.
Ali ile Hz. Osman (radıyallahu anhüma) arasında efdaliyet hususunda
bazılarınca ileri sürülen ihtilafın bir sebebi görülmüştür.
2- Hz. Peygamber
(aleyhissalatu vesselam)'in memnuniyetsizlik izhar etmesini, şarihler
terazinin kaldırılmış olma haberinden, işlerin Hz. Ömer'in hilafetinden
sonra kötüleşerek fitne çıkacağı yorumuna ulaşması ile izah ederler. Mamafih:
"Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)' in, Ashab'tan sadece cüz'i
bir kısmının hayırlı kılınmalarına ve efdaliyetin üç kişiye inhisar
ettirilmiş olmasına vakıf olmaktan üzüldüğünü" söyleyenler de olmuştur.
Üzüntünün sebebini bunda görenlere göre, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)
ashabından birçoğunun bu şekilde müstesna bir fazilete erdiklerini ümid
etmiş idi. Bu rüya ile Cenab-ı Hakk, tafdilin bunlarda son
bulduğunu bildirmiş oldu, bu da Resulullah'ı üzdü.
3- Mizan'dan muradın,
Hz. Osman zamanına kadar devam eden ictimai hayattaki intizam ve İslam'ın
parlaması olabileceği de söylenmiştir. Bir de muvazene herhangi bir
münasebetle birbirine yakın olan farklı şeyler arasında mevzubahis olur. Fark
büyürse, muvazene bozulur, intizam kalmaz ve terazilemeye gerek kalmaz,
terazi de kaldırılır. Öyle ise Resulullah (aleyhissalatu vesselam) terazinin
kaldırılmasını bu şekilde te'vil ettiği için üzülmüş olmalıdır.(İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/540-541.)
**
İbnu Abbas
(radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Bir adam Resulullah (aleyhissalatu
vesselam)'a gelerek şu rüyayı anlattı:
"Bu gece rüyamda
buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar da ellerini
açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı, çokça alabilen
de. Derken arzdan semaya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe yapışıp
çıktınız. Sizden sonra birisi ona tutunup o da çıktı. Sonra bir diğeri
yükseldi, sonra bir diğeri daha ipe tutundu, ama ip koptu. Ancak onun için ipi
eklediler, o da yükseldi."
Hz. Ebu Bekir
(radıyallahu anh) atılarak:
"- Ey Allah'ın
Resulü, Annem babam sana kurban olsun, müsaade buyursanız ben yorayım!"
dedi. Resulullah da:
"- Pekala,
yor!" dedi. Hz. Ebu Bekir şunları söyledi:
"- O bulutumsu
gölgelik, İslam bulutudur. Ondan yağan bal ve yağ Kur'andır. Kur'an'ın (bal
gibi) halaveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. İnsanların bundan avuç avuç
almaları Kur'an'dan kiminin çok, kiminin az miktarda istifadeleridir. Arzdan
semaya inen ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o
sebeple seni yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve onunla
yücelecek, ondan sonra biri daha ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra
biri daha yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip ulanır o da yapışıp
yükselir. Ey Allah'ın Rasulü, annem babam sana feda olsun, doğru te'vil
edip etmediğimi haber ver!"
Resulullah
(aleyhissalatu vesselam) şu cevabı verdi:
"- Bazı
te'vilinde isabet ettin, bazı te'vilinde de hata ettin."
"- Öyleyse,
Allah'a kasem olsun, hatalarımı söyleyeceksin!"
"- Hayır, dedi,
Resulullah (aleyhissalatu vesselam) yemin verme!" [Buhari, Ta'bir 11,
47; Müslim, Rü'ya 17, (2269); Tirmizi, Rü'ya 10, (2294); Ebu Davud, Sünnet 9,
(4632); İbnu Mace, Rü'ya 10, (3918).]
1- Rivayet, Hz. Ebu
Bekir'in te'vili ile yeterli açıklığa kavuşturulmuştur. Fazla izaha gerek
yoktur. Ancak Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in "Yemin etme!"
deyip kesmesi merakımızı celbetmektedir.
Davudi bunu
şöyle anlamıştır: "Yemini tekrar verme, hata ettiğin noktaları
söylemiyeceğim." Ancak bunu, "İpin kopmasını, Hz. Osman'ın şehadeti
ve onu takip eden harpleri ve fitneleri bildiği için bunların zikrini, duyulup
şuyu bulmasını istememiş, bu sebeple sükut etmiştir" diye te'vil eden de
olmuştur.
2- Hz. Ebu
Bekir'in hata ettiği te'vil ne idi? Bu husus farklı yorumlara sebep
olmuştur. Bazıları şöyle:
a) Rüyayı te'vil
hakkı Hz.Peygamer'e ait idi. Hz. Ebu Bekir, te'vil için acele edip izin
istemekle hata etmiştir. Buna itiraz edilmiş, hatanın bizzat yapılan te'vilde
aranması gerektiği belirtilmiştir. Hatta "yemin etme" sözünün
"Düşünürsen hatanı anlarsın" manasına geldiği belirtilmiştir.
b) Hatanın yağla balı
ayrı ayrı şeylerle te'vil etmeyip sadece Kur'an'la te'vil etmesinden,
"Kur'an'ın halaveti ve yumuşaklığıdır" denmesinden ileri geldiği
belirtilmiştir. Bu, çoğunluka makul karşılanmış bir açıklamadır. "Yağ ve
bal iki ayrı şeye te'vil edilebilirdi:
1) Kur'an ve sünnet.
2) İlim ve amel.
3) Fehm (anlayış) ve
hıfz (ezberleme)" demişlerdir.
c) Hz. Ebu Bekir'in
hatası, mezkur kimseleri belirleme ve ismen söyleme işini
terketmesinde olabilir, denmiştir.
d) "Hem isabet
hem de, hata ettin" demesinden maksat şu da olabilir: Tabir esas
itibariyle zanna dayanır, kesin ilim ifade etmez. Öyle ise isabet etmek
de, hata etmek de her zaman ihtimal dahilindedir." denmiştir.
e) Bazıları:
"Hz. Ebu Bekir'in Resulullah'tan tabir için izin taleb etmesi hata
ise Hz. Ebu Bekir'in te'vilindeki hatayı aramak daha büyük hatadır. Dinin
iktizası bu konuda ileri gitmemektir" denmiştir.
3- Rivayetten
anlaşılacağı üzere, ipten tutunup çıkanlar, Hz. Peygamber'den sonra, Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dır. Hz. Osman zamanında ip kopmuştur. Hz. Osman
(radıyallahu anh)'da ipin kopup tekrar bağlanması, onun öldürülmesi, hilafetin
başkasının eline geçmesidir.(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ
Yayınları: 4/543-544.)
**
Hz. Aişe (radıyallahu anha) anlatıyor:
"Rüyamda hücreme üç ayın düştüğünü gördüm. Rüyamı babam Ebu Bekir
(radıyallahu anh)'e anlattım. Sükut etti, cevap vermedi. Resulullah (aleyhissalatu
vesselam) vefat edip de odama defnedilince Ebu Bekir:
"- İşte (rüyanda
gördüğün) üç aydan biri ve en hayırlısı!"dedi." [Muvatta, Cenaiz 10,
(1, 232).]]
Hz. Peygamber
(aleyhissalatu vesselam)'den sonra Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (radıyallahu
anhüma) de Hz. Aişe'nin hücresine defnedilmişlerdir.(İbrahim Canan,
Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/544.)
**
Yine Hz. Aişe
anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e Varaka İbnu Nevfel
hakkında soruldu. Hz. Hatice (radıyallahu anha):
"- O seni tasdik
etti ve sen peygamberliğini izhar etmeden önce vefat etti" dedi.
Resulullah (aleyhissalatu vesselam) şu cevabı verdi:
"- O bana rüyada
gösterildi. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Şayet cehennemlik olsaydı, beyaz
renkli olmayan bir elbise içerisinde olması gerekirdi." [Tirmizi, Rü'ya 10,
(2289).]]
1- Varaka İbnu Nevfel
(radıyallahu anh) Hz. Hatice (radıyallahu anha)'nin amcasının oğludur. Cahiliye
devrinde Hıristiyan olmuş, İncil ve Tevrat'ı okumuş, ilim sahibi bir zattı. Hz.
Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e nübüvvet geldiği zaman yaşlanmış, gözleri
kör olmuş vaziyette idi. İlk vahyin şoku ile Hz. Peygamber (aleyhissalatu
vesselam) gördüklerinden korkmuş idi. Hz. Hatice (radıyallahu anha)
Resulullah'ı ona götürmüş, durumu anlatıp, fikrini sormuştu. Varaka,
Resulullah'ı dinledikten sonra, kendisinin geleceği Hz. Musa ve Hz. İsa
tarafından müjdelendiğini, beklenen peygamber olduğunu, kendisine gelen meleğin
de önceki peygamberlere de gelen Cebrail olduğunu söylemiş: "Kavmin
seni Mekke'den çıkaracakları zaman keşke sağ olsam da sana yardım etsem!"
temennisinde bulunmuştu. Ama bir müddet sonra vefat etti.
Peygamberimize tebliğ
emri gelmediği için bu kadarcık tasdik ve te'yidi iman sayılır mı?
Bu soruya ulema,
umumiyetle "evet" demiş ve Varaka'yı sahabi saymıştır. İbnu Hacer,
onu (radıyallahu anh) selefleri gibi sahabi addetmiş ve
el-İsabe'nin ilgili bölümünde el-Kısmu'l-Evvel'de zikretmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalatu
vesselam), Varaka'nın durumunu mevzubahis edip sorunca Hz. Hatice'ye, onu
rüyasında beyaz elbise içerisinde gördüğünü söyleyerek: "Cehennemlik olsa
başka bir elbise içinde görmem gerekirdi" mealinde cevap verir. Cevapta,
kesin bir delille cennetlik olduğunu beyanı yok ise de dolaylı, işari bir
delille cennetlik olduğu ifade edilmiş olmaktadır.
2- Bu cevaptan
yorumcular şu prensibe ulaşmışlardır: "Mü'min, rüyasında ölmüş kimse
üzerinde beyaz elbise görürse bu onun iyi hal üzere olduğuna, cennet
ehlinden bulunduğuna delalet eder."(İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme
ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/545.)
**
Hz. Cabir (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Bir bedevi Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e gelip:
"- Rüyamda
başımın kesildiğini, kendimin de onun peşine düştüğünü gördüm" dedi.
Resulullah (aleyhissalatu vesselam) adamı azarlayıp:
"- Sakın ha!
Şeytanın, rüyanda seninle eğlenmesini kimseye anlatma!" dedi. [Müslim, Rü'ya 12,
(2268).]
Bu rivayetin bir
başka vechinde, bu hadiseden sonra Hz. Peygamber'in halka hitab ederek:
"Şeytan herhangi birinizle uykusunda oynadığı vakit onu kimseye
anlatmasın" tenbihinde bulunur.
957 numaralı hadiste
açıkladığımız üzere, Resulullah hoşa gitmeyen, üzücü rüyaları
"şeytanın eğlenmesi (veya oynaması)" olarak tavsif etmiş ve bu çeşit
rüyaların kimseye anlatılmamasını tavsiye etmiştir. Şu halde sadedinde
olduğumuz rivayet, rüyanın "şeytanın oynaması" çeşidine bir
örnek olmaktadır.
Ancak şu da var ki,
tabirciler rüyada baş kelimesini, kişinin içinde bulunuğu nimet ve makamı
kaybetmesine alamet saymışlardır. "Şayet böyle bir rüyayı, köle görmüş
ise, onun hakkında bu, azad edileceğine, hasta ise şifa bulacağına,
borçlu ise borçtan kurtulacağına, haccetmemiş ise haccedeceğine, üzüntülü
ise sevineceğine, bir korktuğu varsa emniyete kavuşacağına delalet
eder" demişledir.(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/546.)
***
Ümmü'l-Ala
el-Ensariyye (radıyallahu anha) anlatıyor:"- Muharcirler geldiği zaman
(kur'a çekildi), bize Osman İbnu Maz'un'un ağırlanması çıktı. (Onu evimize
yerleştirdik.) Hemen hastalandı. Tedavisi ile meşgul olduk. (Şifa bulamadı),
vefat etti. Osman (radıyallahu anh)'ı rüyamda gördüm, akan bir çeşmesi vardı.
Düşümü Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'e anlattım. Bana:
"- Bu onun
amelidir, onun için akıyor" dedi. [Buhari, Tabir 13, 37, Cenaiz 3, Şahadat 30,
Menakıbu'l-Ensar 46.]
1- Ümmü'l-Ala'nın bu
rivayeti, Medine'ye hicret eden Mekkeli muhacirlerin başlangıçta içtimai hayata
nasıl intibak ettirildiklerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir:
Medineli aileler, kur'a çekmek suretiyle kendi hissesine kim düşüyor ise onu
evine götürüp yerleştirmiş ve misafir etmiştir. Kardeşleştirilen bu insanlar,
birbirlerine varis olacak derecede akde dayalı manevi bağlarla bağlanmış
idiler.
2- Mekke'nin kurak ve
çöl ikliminden Medine'nin rutubetli iklimine birden intibak edemeyen
Mekkeliler, ilk geldikleri sıralarda hummaya yakalanmışlar, Mekke'ye karşı
özlemleri de artmış idi. Yukarıdaki rivayet Osman İbnu Maz'un (radıyallahu
anh)'un bu hastalıktan kurtulamadığını belirtiyor. Usdü'l-Gabe'de, Mekke'de
ilk veat eden muhacirin Osman İbnu Maz'un (radıyallahu anh) olduğu belirtilir.
Hicretin 22. ayında vefat etmiştir. Resulullah, ölümüne ağlamış ve ölüsünü
öpmüştür. Ayrıca kabrine taş dikip belirgin kıldığı, zaman zaman ziyaret
ettiği, oğlu İbrahim öldüğü zaman: "Git, bizim salih selefimiz Osman İbnu
Maz'un'a kavuş" dediği rivayetlerde gelmiştir. Osman İbnu Maz'un
(radıyallahu anh) ibadete çok düşkün, geceleri namaz kılan, gündüzleri oruç
tutan, yüce bir sahabi idi. Hatta bir ara ebediyyen bekar kalmaya azmetmiş ise
de bunu işiten Resulullah (aleyhissalatu vesselam) müdahale ederek caiz
olmadığını bildirmiştir.
3- Şarihler, Osman
İbnu Maz'un (radıyallahu anh)'un ölümünden sonra, akan çeşme şeklinde sevabını
devam ettiren amelin ne olduğunu araştırmışlardır. Kesin olmamakla birlikte
bazı ihtimaller üzerinde durulmuştur:
a) Osman, Ashab'ın
zenginlerinden idi, sadaka-i cariye bırakmış olabilir. Bu onun amelini çeşme
gibi kılar. Ancak bilinen bir sadaka-i cariyesi olmadığını söyleyerek bu
ihtimale itiraz eden çıkmış ise de İbnu Hacer, Osman (radıyallahu anh)'ın
Saib isminde salih bir oğlu olduğunu, Bedr'e iştirak ettiğini, Hz. Ebu Bekir'in
hilafeti sırasında vefat ettiğini, "evlad" ın, amel defterini
açık bırakan üç sebepten biri olduğunu söyler. Bilindiği üzere diğer ikisi:
İstifade edilen ilim ve sadaka-i cariye (herkesin istifade ettiği amme hizmeti
(yol, köprü, çeşme, vakıf vs. bırakmak)dir.
b) "Osman'ın
ameli, murabıtlığı olabilir" denmiştir. Yani kendisini Allah yolunda
cihada hasretmiş olması. Çünkü bir hadiste Resulullah (aleyhissalatu vesselam)
şöyle buyurmuştur:
"Murabıt olan
hariç, her ölenin ameli sona erer. Allah yolunda murabıt olanın ameli ise,
kıyamete kadar ona sevap getirmeye devam eder. Murabıt, kabir azabından da emin
olur."
Bu hadisi te'yid eden
bir başka hadis de şöyledir:
"Allah yolunda
bir gün ve bir gecelik ribat bir aylık oruç ve gece ibadetinden daha
hayırlıdır. Şayet ölecek olsa yapmakta olduğu ameli, kıyamete kadar (yapmakta
imiş gibi) sevap getirmeye devam eder ve fitnelerden de emin olur."
"Osman İbnu
Maz'un, kendini Allah yoluna adayanlardan biri olduğu için hali, bu hadise
masadak olmaya uygundur" denmiştir.
Ancak söylenen bütün
ihtimallerin Osman (radıyallahu anh) hakkında muteber olması da variddir
(radıyallahu anh).(İbrahim
Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/547-548.)
֍֍֍֍֍
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder