ABDÜLKADİR-i GEYLÂNÎ
Muhyiddîn Ebû Muhammed Abdülkadir b. Ebî Sâlih Mûsâ Zengîdost el-Geylânî (ö. 561/1165-66). Kadiriyye tarikatının kurucusu.
470’te (1077) Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu.
Arapça’da “el-Cîlî, el-Cîlânî”, Farsça’da “Gîlî, Gîlânî”, Türkçe’de ise
“Geylânî” şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu.
Babası Ebû Sâlih Mûsâ’nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte,
ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.
Hz. Ali’ye ulaşan soy
şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir:
Abdülkadir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahyâ b. Muhammed b.
Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el-Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz.
Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsîler, Sa‘dîler (Filâniyyûn) ve Kadirîler adı
verilen üç kola ayrılırlar.
Babasının “Zengî-dost” (zenci dostu) unvanıyla anılması ve
kendisinin Bağdat’ta, a‘cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi
hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan’a varan soy şeceresinin sonradan
ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülmüştür.
Devrin tanınmış zâhid ve sûfîlerinden Ebû Abdullah es-Savmaî’nin
kızı olan annesi Ümmü’l-Hayr Emetü’l-Cebbâr Fâtıma’nın da kadın velîlerden
olduğu kabul edilir.
Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkadir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü.
Kendisi on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından
korunduğuna inanırdı.
Bütün gayesi tahsiline
devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmekti.
On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp
Bağdat’a gitti (1095). Orada Ebû Galib b. Bâkıllânî, Ca‘fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen
ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Saîd el-Muharrimî (Mahzûmî),
Ebû Hattâb ve Kadî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî
gibi dilcilerden de edebiyat okudu.
Kısa zamanda usul*, fürû* ve mezhepler konusunda geniş bilgi
sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda
Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müslim ed-Debbâs (ö. 525/1131) vasıtasıyla tasavvufa
intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini (bk. İLBÂS-I
HIRKA) ve onun damadı olduğunu bildirirler.
Hocası Ebû Saîd’in
kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve
nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün
bunları bırakarak inzivaya çekildi.
Menkıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inziva döneminin sonunda, başka
biri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün
geçtiği ve içinden “açım, açım” sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebû Saîd
el-Muharrimî’ye mâlum olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve
daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirmiştir.
Cüneyd-i
Bağdâdî’ye ulaşan tarikat silsilesi şöyledir:
Ebû Saîd Mübârek el-Muharrimî, Ebü’l-Hasan
el-Hekkârî, Ebü’l-Ferec et-Tarsûsî, Abdülvâhid et-Temîmî, Şiblî, Cüneyd-i
Bağdâdî.
Muhtemelen inziva
döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke’de tanıştığı birçok
sûfîye hırka giydirdi.
Sa‘dî, Gülistân’ın ikinci
bölümünde Abdülkadir’i Kâbe’nin örtüsüne yapışmış dua ederken gördüğünden
bahsederse de tarih itibariyle onu görmüş olması mümkün değildir.
Sühreverdî, onun dört
kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir.
Herhalde halvete çekildiği zaman evli ve çocuk sahibi idi. Bağdat’ta
vefat etti.
Dinî ve Tasavvufî Düşünceleri
Abdülkadir-i Geylânî, Bağdat’a gittiği zaman
mensup olduğu Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî
mezhebine girmiş, bununla birlikte hayatının sonuna kadar her iki mezhebe göre
fetva vermiştir.
Rivayete göre rüyasında Ahmed b. Hanbel
Abdülkadir’den, o sırada zayıf durumda bulunan Hanbelîliği canlandırmasını
istemiş, o da Hanbelî mezhebine girerek bütün gücüyle bu mezhebi ihya etmeye
çalışmıştır. Yaşadığı dönemde Hanbelîler’in imamı olmuş ve
bundan dolayı kendisine “Muhyiddin” (dini ihya eden) unvanı
verilmiştir.
Abdülkadir-i Geylânî Hanbelî mezhebine
sarsılmaz bir şekilde bağlıdır. Bütün eserlerinde, özellikle el-Gunye’de bu
mezhebe bağlılığı açıkça görülür. “Mezheplerin en iyisi İmam Ahmed’in
mezhebidir” diyerek amel ve itikadda Ahmed b. Hanbel’i hararetli bir şekilde
savunur.
Müteşâbihat*ı te’vile kalkışmaz.
Diğer Hanbelîler gibi te’vili tahrif sayar. İstivâ*ya
tereddütsüz inanır ve bu konuda başta Mu‘tezile olmak üzere öbür mezhepleri
şiddetle tenkit eder.
İmâm-ı
Âzam’ın el-Fıkhü’l-ekber’deki fikirleri de bu tenkitlerin dışında kalmaz. Diğer
Hanbelîler gibi o da Kur’an’daki harflerin dahi mahlûk
olmadığını söyler.
Müşebbihe veya Mücessime’den olmamakla birlikte
bu konudaki görüşü onlarınkine oldukça yakındır.
Hanbelîliği, “İmam
Ahmed’in akîdesi üzere bulunmayan evliya var mıdır?” sorusuna, “Ne şimdiye
kadar olmuştur, ne de bundan sonra olacaktır” diye cevap verecek kadar çok
yüceltir.
Kelâmdan ve kelâm
âlimlerinden nefret eder. Nitekim Sühreverdî’ye, “Bu ilim âhiret azığı değildir”
diyerek onun kelâm okumasını câiz görmemiştir.
Abdülkadir’in Hanbelî
mezhebine bağlı olması, başta İbn Teymiyye olmak üzere pek çok tasavvuf
tenkitçisinin takdirini kazanmasına sebep olmuştur.
Şathiyeleri
(bk. ŞATHİYYÂT) sebebiyle mutasavvıfları tenkit eden İbn
Teymiyye onun bu tür sözleri
karşısında ya susmak veya bunları te’vil etmek zorunda kalmıştır. Meselâ,
“Bizim için bir şeyi terkedene, Allah terkettiğinden çok fazlasını verir”
ifadesini çeşitli şekillerde yorumlayarak şeriata uygun olduğunu ispat etmeye
çalışır.
Şerhu kelimât min
Fütûhi’l-gayb adlı eserinde şathiye türünden daha başka örnekler veren İbn Teymiyye,
onun Cüneyd-i Bağdâdî ve Muhâsibî gibi şer‘î hükümlere hassasiyetle bağlı,
büyük ve saygı değer bir şeyh olduğunu söyler; hatta İbn Akil’in hücumuna uğrayan şeyhi Debbâs’ı da
savunur. Kerametlerinin
tevatürle sabit olduğunu iddia eder ve bunların doğruluğuna inanır. İzzeddin b.
Abdüsselâm da bu konuda aynı fikirdedir.
Meşhur Hanbelî âlimi İbn
Kudâme 1166’da Bağdat’a geldiği
zaman Abdülkadir-i Geylânî ile görüşerek ona hayran olmuş, meziyetlerini öve öve bitirememişti.
Nevevî, Süyûtî ve İbn Hacer gibi âlimler de onu takdir edenlerdendir.
Abdülkadir-i Geylânî’nin tasavvufu, şeriata ve dinin zâhirî hükümlerine titizlikle bağlı kalma esasına dayanır.
O, her an Kur’an ve
hadislere uygun hareket etmeyi şart koşar. Ona göre bir zâhidin hayatında
görülebilecek derunî haller dinî ölçülerin dışına taşmamalıdır. Müridlerine
hep, “Uyun, uydurmayın; itaat
edin, muhalefet etmeyin, yakınmayın; temizlenin, kirlenmeyin” şeklinde tavsiyelerde bulunurdu.
Dinin zâhirî hükümlerine
uymadığı için Sehl et-Tüsterî’nin “sır” nazariyesini reddetmiş, kendi
tarikatının şeriata uygun olduğu İbn Teymiyye gibi bir münekkit tarafından bile
kabul edilmiştir.
Semâ*a
karşı değildir. Kur’an’ın telhin ve teganni ile değil, tertil ve tecvid üzere
okunmasını ister, aksine hareket etmeyi yasaklardı.
Gazzâlî’nin geliştirdiği Sünnî tasavvuf, onun
tarafından devam ettirilmiştir denebilir.
Abdülkadir-i Geylânî, 1127’de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bâbülhalbe’deki bir camiye nakletti.
Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için
yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların ön
saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir.
Karşılaştığı kimseleri
hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) ve
“el-Bâzü’l-eşheb” (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkadir’e bu
unvan, Demîrî’ye göre şeyhi Debbâs’ın meclisinde verilmiştir.
Vaazlarında
dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat
verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili
olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.
Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam mânasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur.
İbnü’l-Arabî, “kün” ilâhî
kelimesine mazhar olduğu için Abdülkadir’den çok keramet zuhur ettiğini söyler.
Tasarruf ve kerametlerinin
ölümünden sonra da devam ettiğine inanıldığı için, müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri, “Medet, yâ Abdülkadir!” sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar,
çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkadir’in ruhaniyetine samimi
bir bağlılık göstermişlerdir.
Veysel Karanî ve İbrâhim b. Edhem gibi
Abdülkadir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer
tutmuştur.
Yunus
Emre’ye nisbet edilen, “Seyyâh olup şu âlemi arasan/Abdülkadir gibi bir er
bulunmaz” mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî’nin, “Arısının balıyım
bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkadir!” gibi şiirlerinde
ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.
Abdülkadir-i Geylânî hakkında Dürerü’l-cevâhir adlı bir eser yazan İbnü’l-Cevzî onu ciddi surette tenkit etmiş,
İbn Kesîr de hakkında söylenenlerin çoğunun hayal mahsulü olduğunu, el-Gunye ve Fütûhu’l-gayb’da mevzû hadisler bulunduğunu söylemiştir.
Sem‘ânî’nin, “Konuşmasını dinledim,
bir şey anlamadım” demesi, onun tasavvufî hayata yabancı olduğunu gösterir.
İbn Receb, Kitâbü’z-Zeyl alâ Tabakati’l-Hanâbile’sinde Behcetü’l-esrâr ve benzeri
menâkıbnâmelerin hurafe ve saçma sözlerle dolu olduğunu, bunların Abdülkadir’e
ait olamayacağına dikkat çeker; Zehebî de bu görüşe katılır.
! İbnü’l-Arabî, Abdülkadir-i Geylânî’nin karşılaştığı kimseleri kokusundan
tanıdığını, zira “ricâlü’r-revâih”ten olduğunu iddia eder ve onu Melâmetî sayar. Ancak İbnü’l-Arabî’ye göre kendisinden hiçbir keramet
zuhur etmeyen Abdülkadir’in müridi Ebü’s-Suûd’un makamı, şeyhinin makamından
daha üstündür. Zira şeyhi tasarrufta bulunduğu halde müridi, dilediği gibi
tasarrufta bulunması için Hak Teâlâ’yı kendine vekil kılmıştır.
Sühreverdî, şathiyelerinden söz ederek bunların sekr* halinde söylenmiş sözler olduğuna dikkati çeker.
Reşîd
Rızâ da uydurma bir eser olan Gavsiyye risâlesini hayranlarının ona nisbet
ettiklerini, bilhassa Hintliler’in kendisine kutsiyet atfederek ona taparcasına
saygı gösterdiklerini söyler.
Menâkıb kitapları Abdülkadir-i Geylânî’nin bin kadar eseri bulunduğunu kaydeder. Bugün ona nisbet edilen eserlerin sayısı elli civarındadır. Ancak bunların büyük bir kısmının ona ait olmadığı kesinlik kazanmıştır. Bazı eserlerinin çeşitli isimlerle tanınmış olması da sayının artmasına sebep olmuştur.
Gerek vaazlarında gerekse eserlerinde son derece sade bir üslûp kullanan Abdülkadir-i Geylânî, kendisinden önceki sûfîlerden nakiller yaparken bunları herkesin anlayacağı örneklerle açıklar. Bu sebeple eserleri tasavvuf edebiyatının güzel örneklerinden sayılır.
Tema olarak
ağlatıcı ve ürpertici konuları tercih eder. Konuşmalarında samimi yakarışlarını
dile getiren dua ve niyazlara yer verir. Cemaata cenneti müjdeleyerek onlara
ümit ve şevk verir, nefsin zayıf taraflarını başarılı bir şekilde tasvir eder,
şeytanın insana nüfuz etme yollarını canlı örneklerle anlatır.
Bilhassa el-Fethu’r-rabbânî ve
Fütûhu’l-gayb’da insanı duygulandıran ve heyecanlandıran tablolar çizer.
Tarikatının ve tesirinin bütün İslâm âlemine yayılmasında, uyguladığı bu
metodun payı büyüktür.
ESERLERİ
1. el-Gunye li-tâlibî tarîki’l-hak* (Kahire 1288). Dinî hükümlerden iman, tevhid ve ahlâkı konu
alan bu eser, muhteva olarak Ebû Tâlib
el-Mekkî’nin Kutü’l-kulûb’una benzer.
İbadetlerin faziletine ve müslümanların günlük
hayatla ilgili hal ve hareketlerine geniş yer veren el-Gunye’de akaid konuları
selef akîdesi esas alınarak açıklanır.
Şîa, Mu‘tezile ve Cehmiyye gibi mezhepler
ağır dille reddedilirken, Allah hakkında teşbih ve tecsimi andıran bazı
izahlara yer verilir.
Eserde
tasavvufî konular zühd ve takvâ seviyesinde ele alınır.
el-Gunye bazı dillere tercüme edilmiştir (Farsça trc. Abdülhakîm
es-Siyâlkûtî, Lahor 1282; Türkçe trc. Umdetü’s-sâlihîn fî tercemeti
Gunyeti’t-tâlibîn, İstanbul 1303; A. Faruk Meyan, İlim Esrar Hazinesi, İstanbul
1971).
2. el-Fethu’r-rabbânî ve’l-feyzü’r-rahmânî (Kahire
1281, 1303). 1150-1152 yılları arasında çoğunu medresede, bir kısmını ribât*ta
verdiği vaazların müridleri tarafından notlar halinde yazılmasından meydana
gelen altmış iki bölümlük bir eserdir. Sonunda vefatını anlatan bir
zeyil vardır.
Abdülkadir-i Geylânî’nin tasavvuf bakımından en önemli eseri
budur. Eser Abdülkadir Akçiçek (İstanbul 1961) ve Yaman Arıkan (İstanbul
1986) tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
3. Fütûhu’l-gayb (İstanbul 1281; Kahire 1304). Oğlu
Abdürrezzâk’ın babasının meclislerinde topladığı yetmiş sekiz vaazdan ve
ölürken yaptığı vasiyetten meydana gelen eserin sonunda bir soy şeceresi yer
alır.
Eser İbn Teymiyye tarafından Şerhu kelimât min Fütûhi’l-gayb adıyla
şerhedilmiş (Cidde 1984 [Câmiu’r-resâil içinde], s. 71-189). Ayrıca Walter
Braune tarafından Die Futûh al-Gaib das Abdal-Qadir adıyla Almanca’ya (Leipzig
1933), Abdülkadir Akçiçek tarafından İlâhî Armağan (Ankara 1962) adıyla
Türkçe’ye çevrilmiştir.
4.
el-Füyûzâtü’r-rabbâniyye fî evrâdi’l-Kadiriyye (İstanbul
1281, Kahire 1303). Nesir ve nazım halindeki dua ve evrâddan meydana gelen bir
risâledir. Eser İlâhî Feyzler adıyla Celal Yıldırım tarafından tercüme
edilmiştir (İstanbul 1975).
5. Mektûbât. Abdülkadir’in on beş mektubu Refet Süleyman Paşa
(Mektûbât-ı Şeyh Abdülkadir-i Geylânî, İstanbul 1276) ve Abdülkadir Akçiçek
(Onların Mektupları, İstanbul 1966) tarafından tercüme edilmiştir. Ayrıca Fevzi
Paşa tercümesini Bekir Uluçınar sadeleştirerek yayımlamıştır (İstanbul 1981).
6. Cilâü’l-hâtır min kelâmi Şeyh Abdilkâdir.
el-Fethu’r-rabbânî’nin 57. ve 59. bölümlerinden ibaret olan bu eserin bir
nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Bağdatlı Vehbi Efendi, nr. 685)
bulunmaktadır.
7. Sırrü’l-esrâr ve mazharü’lenvâr. Bir nüshası
Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Celâlettin Ökten, nr. 239) bulunan eser,
Abdülkadir Akçiçek tarafından Ötelerden Haber adıyla tercüme edilmiştir
(İstanbul 1964).
8.
ed-Delâil. Evrâd ve Salavâtü’l-kübrâ adlarıyla da anılan eser Süleyman Hasbi
tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiştir ((İstanbul 1273, 1306).
9. es-Sirâcü’l-vehhâc fî leyleti’l-Mi’râc (İstanbul 1312).
el-Gunye’nin
Mi‘rac’la ilgili bölümlerinden derlenmiştir. Eser, Mustafa Güner (Üç Aylar ve
Faziletleri, Ankara 1975) ve Hasırcızâde (Üç aylar ve Mübarek Geceler, İstanbul
1984) tarafından tercüme edilmiştir.
10. Akıdetü’l-Bâzi’l-eşheb (Behcetü’l-esrâr’ın kenarında). Çeşitli kaside ve manzumelerini ihtiva eder. “Muhyî”
mahlasını kullanan Abdülkadir-i Geylânî’nin “Hamriyye”, “Ümmiyye”, “Tâiyye”,
“Lâmiyye”, “Tasavvufiyye” adlı kaside ve manzumelerini içine alan iki mecmua,
Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Pertev Paşa, nr. 615/3 ve Hacı Mahmud, nr. 2598/5)
bulunmaktadır.
Abdülkadir-i Geylânî’ye nisbet edilen diğer eserler şunlardır.
Kitâb fî usuli’d-dîn (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2763/9);
el-Esmâü’l-hüsnâ (Süleymaniye Ktp., Düğümlü Baba, nr. 496/1);
Kitâb-ı Hamse-i Geylânî (Süleymaniye Ktp., Serezli, nr. 4050);
Gavsiyye (Hamriyye). Allah’la
Abdülkadir-i Geylânî arasında geçtiği iddia edilen konuşmaları ihtiva eden ve
bir nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde (Hacı Mahmud, nr. 2855) bulunan bu
risâle ona ait değildir. Eser, İsmail Fenni’ye ait Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddin
Arabî adlı eserin içinde de (İstanbul 1928) yer almaktadır. Bu risâle,
Tercüme-i Gavsiyye adıyla Mehmed Abdüllatif tarafından tercüme edilmiştir
(İstanbul 1266).
Zikrü’l-makamât fî tarîki’l-hak (Süleymaniye Ktp.,
Fâtih, nr. 5399/8);
Yevâkıtü’l-hikem; el-Mevâhibü’r-rahmâniyye. Bu eserlerin ilk üçü dışındakiler Geylânî’ye ait
olmayıp bazı kitaplardan ve hakkındaki menkıbelerden derlenmiştir.
Hakkında Yazılan Menâkıbnâmeler.
Abdülkadir-i Geylânî’nin menkıbeleri ve hayat
hikâyesi hakkında yazılan eserler, onun hem tasavvufî görüşlerini hem de hayatı
hakkındaki bilgileri yansıtmaları bakımından önemlidir.
Müridlerinden Ebû Bekir Abdullah et-Temîmî’nin
yazdığı Envârü’n-nâzır fî marifeti ahbâri’ş-Şeyh Abdilkadir
isimli ilk menâkıbnâme zamanımıza kadar gelmemiştir. Bu eserin daha sonra
yazılan menâkıbnâmelere kaynak olduğu muhakkaktır.
Abdülkadir-i Geylânî hakkında yazılan
menâkıbnâmelerin en tanınmışı ve önemlisi, İbn Cehzam diye tanınan Ali b. Yûsuf
Şattanûfî’nin (ö. 713/1314) Behcetü’l-esrâr ve madinü’l-envâr (İstanbul 1258; Kahire 1304) adlı eseridir.
Abdülkadir’in pek çok fikir, davranış ve
şathiyesinin nakledildiği bu menâkıbnâme kendi eserleri kadar önem taşır. Abdülazîz ed-Dîrînî’nin el-Behcetü’s-sugrâ’sı bunun özetidir.
Behcetü’l-esrâr’ın Türkçe tercümeleri de vardır.
Kerküklü Abdurrahman et-Tâlibânî’nin Tercüme-i Behcetü’l-esrâr’ı (İstanbul 1302) ile Edirneli Hüseyin b. Hasan’ın Behcetü’l-esrâr Tercümesi
(İstanbul 1285) kayda değer tercümelerdir.
Diğer tercümeleri ise (Mustafa Molla Rahim,
Abdülkadir Geylânî Hazretleri, Akşehir 1957; Bekir Uluçınar, Abdülkadir
Hazretlerinin Menkıbeleri, İstanbul 1981) daha çok bu iki ter- cümeye dayanır.
Menâkıbnâmeler içinde Muhammed b. Yahyâ et-Tâzefî’nin (ö. 963/1556)
Kalâidü’l-cevâhir fî menâkıbi’ş-Şeyh Abdilkadir (Kahire 1303) ve Muhammed
ed-Dilâî’nin (ö. 1136/1726) Netîcetü’t-tahkik (Tunus 1296; Fas 1309) adlı
eserleri de önemlidir.
Diğer menâkıbnâmeler şunlardır:
İbnü’l-Cevzî, Dürerü’l-cevâhir;
Yâfiî,
Esne’l-mefâhir;
Kastallânî, er-Ravzü’z-zâhir;
İbn Hacer, Gıbtatü’n-nâzır;
Abdurrahman el-Kadirî el-Geylânî,
el-Fethu’l-mübîn (Mısır 1306);
Erdebîlî, Tefrîcü’l-havâtır fî menâkıbi’ş-Şeyh
Abdilkadir;
Yûnînî,
Menâkıbu Şeyh Abdilkadir;
Muhibbüddin el-Kadirî, Riyâzü’l-besâtîn;
İbrâhim es-Serîrî, Muhtasaru’r-Ravzi’z-zâhir;
Muhammed Saîd es-Sencâdî, Ravzü’n-nâzır;
Abdurrahman et-Tûlyânî, Menâkıbü Şeyh
Abdilkadir; Ali b. Yahyâ el-Kadirî, Tuhfetü’l-ebrâr ve levâmiu’l-envâr;
Ebû Bekir Abdullah el-Bağdâdî, Envârü’n-nâzır;
İbrâhim ed-Derûhî, Hulâsatü’l-mefâhir;
Afîfüddin el-Yâfiî, el-Bâzü’l-eşheb;
İbrâhim es-Sâmerrâî, eş-Şeyh Seyyidî
Abdülkadir el-Geylânî (Bağdat 1970);
İbn Mülkân, Dürerü’l-cevâhir; Ali Muhammed
el-Bağdâdî, Nüzhetü’n-nâzır; Abdülhak el-Behlevî, Zübdetü’l-esrâr;
Kutbüddin Mûsâ, eş-Şerefü’l-bâhir;
Muhammed Sıbgatullah, Faslü’l-cevâhir;
Harîrîzâde,
Tevfîku’l-meliki’l-Kadir;
Ebü’l-Hüdâ Efendi, el-Kevkebü’z-zâhir; Şeyh
Senûsî, Tercemetü’ş-Şeyh Abdilkadir;
Ahmed
Necd er-Râşid, İkdü cevâhiri’l-maânî; Ebû Hâmid el-Fihrî, Mirâtü’l-mehâsin;
Ebû Zeyd Abdurrahman el-Fihrî,
İbtihâcü’l-kulûb;
Sâlih el-Halebî, Reyhânü’l-kulûb;
Ebû
Muhammed el-Bekrî, Dürretü’t-Tîcân;
Ebü’l-Abbâs es-Sicilmâsî,
ez-Zevâhirü’l-İfrîkıyye;
Abdurrahman es-Sühreverdî, Risâle fî menâkıbi
Seyyidî Abdilkadir el-Geylânî, el-Urfü’l-âtır fî ebnâi Şeyh Abdilkadir.
Ayrıca bazı Türkçe menâkıbnâmeler de
kaydedilmeye değer:
Cebbârzâde Mehmed Ârif, Atiyye-i Sübhâniyye
(İstanbul 1314). Eser Melih Yuluğ tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır
(İstanbul 1976). Abdülkadir Akçiçek, Devrinde Abdülkadir Geylânî (Ankara 1960);
İsmail Hakkı Uca, Mirac Gecesinde Doğan Güneş
(Konya 1974).
Abdülkadir-i Geylânî’den Sonra Kadirî Nesli.
Bütün İslâm âleminde asırlardan beri tesiri
kuvvetli bir şekilde hissedilen Abdülkadir-i Geylânî’nin, Kalâidü’l-cevâhir’e
göre, yirmi yedisi erkek kırk dokuz çocuğu olmuştur.
Bunlardan ilim, zühd ve tasavvuf bakımından
önemli olanlar şunlardır:
Ebû Abdurrahman Abdullah (ö. 589/1193). En
büyük oğludur. Ebû Abdullah Seyfeddin Abdülvehhâb (ö. 593/1196). Babasının
cenaze namazını kıldırmış, Nâsır-Lidînillâh zamanında kadılık yapmıştır.
Ebû Bekir Tâceddin Abdürrezzâk (ö. 603/1206).
Babasının son hac seferinde kafileyi idare etmiş, çok sayıda talebe
yetiştirmiştir. Bugün Rabat ve Selâ’da bulunan Kadirî şeriflerinin ceddi bu
zattır.
Oğlu
Ebû Sâlih Nasr (ö. 633/1235), Bağdat’ta kadılkudâtlık yapmıştır.
Ebû Abdurrahman Şerâfeddin Îsâ.
Cevâhirü’l-esrâr ve letâifü’l-envâr adlı tasavvufî bir eserin müellifidir.
Mısır’a hicret etmiş ve 573’te (1177) orada
vefat etmiştir.
Halen Mısır’da bulunan Kadirî şeriflerinin
ceddidir.
Ebû
İshak Sirâceddin İbrâhim. Fas, Merakeş, Tetuan, Vahran (Oran), Tanca, Cedîde,
Dârülbeyzâ ve Rabat gibi Mağrib şehirlerinde bugün mevcut olan Kadirî
şeriflerinin ceddidir. 592’de (1196) Vâsıt’ta vefat etti.
Torunu Ahmed b. Muhammed 1272’de Endülüs’e
Vâdi Âş’a gitmiş, 1373’te Gırnata’ya yerleşen çocukları, daha sonra burasının
hıristiyanların eline geçmesi üzerine Kuzey Afrika’ya dönmek zorunda
kalmışlardır.
Ebû Muhammed Abdülazîz. Moğol istilâsı
üzerine Bağdat’tan ayrılıp Sencar’a gitmiş, daha sonra Bağdat’ta vefat etmiştir
(ö. 602/1206).
Ceylîler veya Geylânîler adı verilen Bağdat
Kadirî şeriflerinin ceddi bu zattır. Ebû Nasr Ziyâeddin Mûsâ (ö. 618/1221).
Şam, Halep ve Humus gibi Suriye şehirlerinde
yaşayan Kadirî şeriflerinin ceddidir.
Kuzey Afrika’da daha çok şerîf, şürefâ, şorfa gibi isimler alan Kadirîler Irak, Suriye ve Anadolu’da seyyid ve Geylânî şeklinde anılmaktadır.
Bağdat
ve çevresinde yaşayan Geylânî seyyidler Moğol ve Timur istilâsı sebebiyle zaman
zaman Bağdat’ı terkederek Musul’a ve İran’a gitmek zorunda kalmışlarsa da daha
sonra cedlerinin türbesinin bulunduğu Bağdat’a dönmüşler, dönemeyenler ise
burasını zaman zaman ziyaret etmişlerdir.
Bugün Türkiye sınırları içinde yaşayan Kadirî seyyidler, Osmanlı Devleti tarafından XIX. yüzyılın başında Irak’taki Girdigân’dan getirtilerek bölgedeki asayişi sağlamak maksadıyla Bitlis, Siirt, Van ve Beytüşşebap gibi şehirlere yerleştirilmişlerdir. İlk olarak Girdigân’dan Güneydoğu Anadolu’ya gelen Seyyid Abdullah Girdigânî’dir. İran’daki Rızâiye bölgesinden gelen Geylânîler umumiyetle Beytüşşebap’a yerleşmişlerdir.
Bu bölgedeki Geylânî seyyidleri 1925 tarihine
kadar kendilerine bağlı vakıflardan geçimlerini sağlamışlar, Kadiriyye
tarikatının temsilcileri ve müderris olarak görev yapmışlardır. Güneydoğu
Anadolu illerinde yaşayan Kadirî seyyidlerinin çoğu son zamanlarda bu bölgeden
ayrılarak İstanbul, Ankara, Bursa ve Mersin gibi şehirlere yerleşmiş, ilim ve
öğretim işini bırakarak daha çok ticaretle uğraşmaya başlamışlardır. Bunların
Kadirî tarikatıyla fazla ilgileri de kalmamıştır.
Kadirî şerifleri İran, Hindistan, hatta Endonezya gibi Güneydoğu Asya’daki İslâm ülkelerine de yayılmışlardır.
Endonezya’daki Pava’da 1779’da Pontianak Sultanlığı’nı
kuran Şerif Abdurrahman, kabri bugün de bölge halkı tarafından ziyaret edilen
Şerif Hüseyin b. Ahmed el-Kadirî’nin oğludur. 1941’de İngilizler’e karşı
Irak’ta meydana gelen ayaklanmayı idare eden Seyyid Reşîd Ali el-Geylânî
el-Kadirî, Libya’da Kral İdrîs es-Senûsî’nin özel danışmanlığını yaptıktan
sonra Bağdat’a dönmüş ve Irak Cumhurbaşkanı Abdülkerîm Kasım’a suikast
düzenlemekle suçlanarak idam edilmiştir. 1922’de Irak’ta bakan olan Seyyid
Abdurrahman el-Kadirî ile Irak elçisi olarak görev yapan Seyyid Zafer
el-Geylânî el-Kadirî de son dönemin tanınmış Kadirîleridir. Abdülhay el-Kadirî,
son zamanlarda gerek Kuzey Afrika’da, gerekse başta Irak olmak üzere çeşitli
Ortadoğu ülkelerinde yetişmiş eğitim, siyaset, hukuk ve iktisat alanında
tanınan Kadirîler’in geniş bir listesini verir (bk. ez-Zâviyetü’l-Kaadiriyye,
Tetuan 1407/1986, s. 126 vd.).
İslâm âleminin her tarafında rastlanan Kadirî şerifleri ve seyyidleri hakkında bilgi veren çeşitli eserler kaleme alınmıştır. Bunların başlıcaları şunlardır: İbrâhim es-Sâmerrâî, eş-Şeyh Abdülkadir el-Geylânî (Bağdat 1970); Abdülkadir el-Kadirî el-Geylânî, es-Sefînetü’l-Kadiriyye (Bağdat, ts.); Abdülhak ed-Dihlevî, Zübdetü’l-esrâr fî menâkıbi Şeyhi’l-ebrâr (Hindistan, ts.); Muhammed Sıbgatullah, Faslü’l-cevâhir (Hindistan , ts.).
Mağrib Kadirî şerifleri hakkında bilgi veren eserlerden bazıları da şunlardır:
Dilâî,
Netîcetü’t-tahkık (Fas 1208; Tunus 1296);
Süleyman el-Âlemî, es-Sırrü’z-zâhir (Fas,
ts.);
Fudaylî, ed-Dürretü’l-behiyye (Fas 1314);
Abdüsselâm b. Tayyib el-Kadirî,
ed-Dürrü’s-senî fî zikri men bi-Fâs min ehli’n-nesebi’l-Hasenî (Fas 1303,
1308);
Abdülvâhid b. Muhammed el-Fâsî,
İgasetü’l-lehfân ve selvetü’l-hümûm ve’l-ahzân bi’l-Kadiriyyîn (Tunus 1322);
İsmâil b. Muhammed el-Kadirî,
el-Füyûzâtü’r-rabbâniyye (Mısır, ts.); Muhammed b. Tayyib el-Kadirî,
Neşrü’l-mesânî li-ehli’l-karni’l-hâdî aşer ve’s-sânî (Rabat 1977);
Abdülhay el-Kadirî, ez-Zâviyetü’l-Kadiriyye
abre’t-târîh ve’l-usûr (Tetuan 1407/1986);
Muhammed el-Munlâ et-Tûnisî,
Kitâbü’s-Sefîneti’l-Kadiriyye (Tunus 1310);
Muhammed el-Mekkî Azûz, es-Seyfü’r-rabbânî
(Tunus 1310; Bombay 1318).
Yorumlar
Yorum Gönder