AHMED NAMİK-I CAMİ
Evliyânın büyüklerinden. İsmi, Ahmed bin Ali Nâmıkî
Câmî olup, künyesi Ebü’l-Hasen’dir. Eshâb-ı Kirâmdan (r.anhüm) Cerîr bin
Abdullah’ın ( radıyallahü anh ) soyundandır. Horasan’da yetişen evliyânın en
büyüklerinden idi. Horasan’da bulunan Cam kasabasındandır. 441 (m. 1049)
senesinde doğdu. 536 (m. 1142) senesi Receb ayında vefât etti. Kabri Meşhed ile
Herat arasındaki yolun tam ortasında Türbe-i Câmî bahçesindedir.
Ahmed Câmî hazretleri ümmî idi. Ya’nî okula
gitmemişti. Yirmiiki yaşında iken tövbe etmek nasîb oldu. Tövbesini
Sîrâc-üs-sâirîn kitabında şöyle anlatır:
“Yirmiiki yaşında idim. Allahü teâlâ bana tövbe etmeyi
nasîb etti. Arkadaşlarla yiyip içerdik. Birgün içki getirmek sırası bende idi.
Kırk küp içkimiz vardı. Gittim hiçbirinde şarap yoktu. Şaşırdım kaldım. Sonra
merkebi alıp şarap bulunan bağ tarafına gittim. Oradaki şarapları merkebe
yükledim. Merkep yürümekte inat ediyordu. Yürümesi için şiddetle dövüyordum ki,
aniden bir ses işittim. “Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz
yürütmüyoruz. Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl ederiz” diyordu.
Hemen yere kapandım ve “Yâ Rabbim, tövbe ettim. Bundan sonra asla şarap
içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım” dedim.
Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşların yanına varıp şarabı önlerine koyduğumda,
bana sen de iç dediler. Ben tövbe ettim, dedim. Yine de bana içirmek için ısrar
ettiler. Aniden kulağıma yine bir ses geldi. “Yâ Ahmed! Ellerinden al,
iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir” diyordu. Hemen alıp içtim şarap bal
şerbeti olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete çevrilmişti. Orada
bulunanlara tattırdım, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Dağa çıktım, uzun
müddet insanlardan uzak durdum, ibâdet ve nefs terbiyesi ile meşgûl oldum. Nice
seneler sonra birgün kalbime “Ahmed! Hak yoluna böyle mi giderler? Kavminden
senin üzerinde hakları olan birçok insanı bıraktın” düşüncesi geldi. İnsanların
arasına döndüm ve elime bir odun alıp, evvelki şarap küplerini kırmaya
başladım. Köyün muhtârına beni şikâyet edip, “Ahmed delirdi. Şarap küplerini
parçalıyor” demişler. Muhtâr bir adam gönderip beni evden çıkardı ve atların
bulunduğu ahırda hapseyledi. Ben de ahırın bir köşesine oturup ellerimi başıma
koydum ve:
“Katır, şarap küpüyle dâima döner durur.
Ey gönül! Allah için sen de gel bir defa dön”
Ey gönül! Allah için sen de gel bir defa dön”
beytini okudum. Bu sözlerimi işiten
ahırdaki atlar, önlerindeki otları yemeyi bırakıp, başlarını duvarlara vurmaya
başladılar. Gözlerinden yaşlar akıttılar. Ahırın bakıcıları bu hâli görüp
muhtâra haber verdiler. Muhtâr da gelip beni serbest bıraktı ve özür diledi.
Ben yine dağa dönüp gittim. Nice yıllar
orada kalıp, ibâdet ve tâat ile meşgûl oldum. Bir taraftan da düşünüyordum.
Ba’zı kimselerin üzerimde hakları vardı. Acaba onları nasıl ödeyecektim. Bu
düşünceler içindeyken, kalbime şöyle bir nidâ geldi. “Ahmed! Sen, insanı Allahü
teâlâya kavuşturan yolda iyi gidiyorsun. Allahü teâlânın lütfuna ve keremine
olan tevekkülün sebebiyle, O, senden alacaklı olanların borcunu, nihâyetsiz
hazînesinden fazlasıyla ihsân eder. Gerçekte rızıkların hakîkî sahibi de
odur...” Bundan sonra Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân hazînesinden benim
üzerimde hakları olanların ve bize muhabbeti olanların her birine, hergün bir
batman (7692) gr. buğday verirdi. Şöyle ki, alacaklılar her sabah o bir batman
buğdayı kilerlerinde bulurlardı. Bu buğday, o gün evdekilerin hepsine yeterdi.
Hattâ misâfirleri gelse, onlara da yeter artardı. Bir zaman sonra, bana verilen
ma’nevî bir işâret üzerine tekrar insanlar arasına döndüm ve onlara doğru yolu
göstermeye başladım. Sirâc-üs-sâirîn kitabını yazdığım âna kadar 80 bin kişi
elimde tövbe etti.”
Ahmed Câmî’nin ( radıyallahü anh )
oğullarından Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek
doğru yolu bulduklarını bildirmiştir.
Kendisine sordular ki, “Biz geçmiş
velilerin kitaplarını, kerâmetlerini okuyor ve âlimlerden dinliyoruz. Ama sizde
meydana gelen hâller çok azında meydana gelmiştir. Bunun sebebi hikmeti nedir?”
Buyurdu ki: “Velîlerin çektiği bütün sıkıntıları çektik. Allahü teâlâ onlara
ayrı ayrı verdiği kerâmetleri, ihsân ederek, Ahmed’e hepsini verdi. Her dörtyüz
yılda, bir Ahmed’e böyle ihsânlarda bulunur ve bu ihsânları da herkes görür.”
Nitekim Ahmed Câmî’den dörtyüz sene sonra
gelen İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî hazretlerine de Allahü
teâlâ böyle ikramlar, hattâ daha büyük makamlar ihsân eylemiştir. Bu, Allahü
teâlânın husûsi bir ihsânıdır, dilediğine nasîb eder. O’nun ihsânı boldur.
Huzûrunda okunan Kur’ân-ı kerîm âyetlerini,
üç-dört derece tefsîr ederdi.
Ebû Sa’îd Ebü’l-Hayr hazretlerinin, ibâdet
ederken giydiği bir hırkası vardı. Hattâ, bu hırkanın Hazreti Ebû Bekr’e âit
olduğu, elden ele, ona kadar gelmiş olduğu da söylenirdi. Ahmed Nâmıkî
hazretlerine hırkayı ulaştırması için, Ebû Sa’îd’e ( radıyallahü anh ) ma’nevî
bir işâret gelmişti. Ebû Sa’îd’in ( radıyallahü anh ) oğlu Ebû Tâhir
hazretleri, babasında bulunan bu mübârek hırkayı taşımak selâhiyyetinin
kendisine verilmesini arzu ediyordu. Ebû Sa’îd ( radıyallahü anh ), keşf
yoluyla oğlunun bu düşüncesini anlayıp, sizin istediğiniz bu selâhiyyeti
başkasına verdiler” buyurdu. Orada bulunanlar bu sözlerle ne demek istediğini
anlıyamadılar. Sonra oğlu Ebû Tâhir’e vasıyyet edip buyurdu ki: “Benim
vefâtımdan çok yıllar sonra, uzun boylu, şöyle şöyle şekilde, adı Ahmed olan
bir genç hânekâhın kapısından girip gelir. Sen de o zaman, talebelerin
içerisinde benim yerimde oturmuş olursun. Bu hırkayı muhakkak ona teslim eyle!”
Ebû Sa’îd ( radıyallahü anh ) vefât edip
aradan uzun yıllar geçince, Ebû Tâhir ( radıyallahü anh ) bir gece rü’yâsında,
babası Ebû Sa’îd’in ( radıyallahü anh ) dostlarıyla birlikte, acele olarak bir
yere gittiklerini gördü. Böyle acele ile nereye gittiklerini sordu. Ebû Sa’îd
“Sen de gel! Evliyânın kutbu geliyor” buyurdu. O da acele etmek istedi. Fakat o
anda uyanıverdi. Ertesi gün Ebû Tâhir ( radıyallahü anh ), talebelerin
içerisinde babasının yerinde oturmuş idi. Babasının ta’rîf ettiği şekilde bir
genç içeri girdi. Ebû Tâhir ( radıyallahü anh ) geleni hemen tanıdı. Ona çok
izzet ve ikramlarda bulundu. Çok hürmet gösterdi. Babasının emânet ettiği
hırkayı çok seviyor, bunu başkasına teslim etmenin kendisine çok zor geleceğini
düşünüyordu. Bu sırada, gelen genç (Ahmed Câmi), “Ey efendim! Emânete riâyet
lâzımdır” deyince, Ebû Tâhir ( radıyallahü anh ) buna sevinip kalktı, Ebû
Sa’îd’in kendi elleriyle astığı yerden hırkayı alıp, gelen gencin sırtına
giydirdi. Ahmed Câmi hazretlerine gelinceye kadar, evliyâdan 22 kişinin bu
hırkayı giydikleri bildirilmiştir.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri uzun
riyâzetler ve mücâhedelerden (nefsin isteklerini yapmamak ve nefsin
istemediklerini yapmaktan) sonra, insanlar arasına dönüp, bir taraftan onlara
İslâmiyeti anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazmıştır. Âlimlerin
herbirisi bu kitapları çok beğenmiştir. Çok yüksek velî idi. Bütün mahlûkâta
karşı çok merhametli idi. Çok cömert idi. Herkese maddî ve ma’nevî iyilik
ederdi. Sıkıntısı olanlar kendisine müracaat ederlerdi.
Büyüklerden Hâce Ebü’l-Kâsım isminde biri
vardı. Malı, çok, hayrı da çok idi. Dâima âlimlerin ve velîlerin hizmetlerinde
bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini ziyâret eder, mübârek rûhâniyetlerinden
feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle bir hâl geldi ki, bütün malı elinden
çıktı. Çok muhtaç bir hâle geldi. Kime gideceğini bilemiyor, kimseden birşey
istiyemiyordu. Yaşlı ve zayıf olduğu için, çalışıp kazanması da mümkün değildi.
Birgün sıkıntılı olarak câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rek’at
namaz kıldı. Sonra bir köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan
Ebü’l-Kâsım’ın yanına gelip selâm verdi. Bu nûr yüzlü ve çok heybetli bir zât
idi. Heybeti Ebü’l-Kâsım’ı kaplamıştı. Ebü’l-Kâsım, selâma cevap verdi. Gelen
zât, “Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?” dedi. O da, içinde bulunduğu durumu
anlattı. Gelen zât, “Ahmed bin Ali’yi (Ahmed Câmî’yi) tanır mısın?” dedi.
Ebü’l-Kâsım, “Evet. Eski dostumdur” dedi. O zât, “Onun yanına git. O, kerâmet
sahibi bir kimsedir. Senin derdine derman olur” dedi. Ebü’l-Kâsım, ertesi gün
Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti. Selâm verdi. Ahmed Câmî ( radıyallahü
anh ), selâmını alıp, “Ne hâldesin?” buyurdu. O da hâlini anlattı. Ahmed Câmî (
radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş
gelmiş olabileceğini tahmin etmiştim. Fakat sen hiç üzülme, İnşâallah, Allahü
teâlâ işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur. Biz de duâ edelim.” Ahmed Câmî
hazretlerinin bu güzel sözleri, Hâce Ebü’l-Kâsım’ı rahatlatmıştı. Ertesi gün
tekrar Ahmed Câmî’nin ( radıyallahü anh ) huzûruna geldi. Ahmed Câmî (
radıyallahü anh ) onu görür görmez: “Allahü teâlâ senin işini kolaylaştırdı.
Senin bir günlük ihtiyâcın ne kadardır?” diye sordu. O da, bir günlük
ihtiyâcına yetecek altın miktarını söyledi. Ahmed Câmî hazretleri, “Senin ihtiyâcını
şu taşa havale eylediler. Hergün gelir ihtiyâcın kadar altını oradan alırsın”
buyurdu. Hâce Ebü’l-Kâsım “Peki efendim” deyip teşekkür etti ve o taşın yanına
gitti. Taşın altında bir miktar altın vardı. Onu aldı. Tekrar Ahmed Câmî’nin (
radıyallahü anh ) huzûruna gidip, “Efendim. Ma’lûmunuz olduğu gibi ben
ihtiyârım. Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?”
dedi. Bunun üzerine, “Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse,
o altını alır” buyurdu.
Hâce Ebü’l-Kâsım, hergün gider ihtiyâcı
kadar altını alırdı. Bu hâl, vefâtına kadar devam etti. Vefât ettikten sonra
uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar, içlerinden biri hıyânet
edinceye kadar böyle devam etti. Biri hıyânet edince bir daha o taşın altında altın
bulamadılar.
Bir zamanlar, Ahmed Câmî hazretleri Herat’a
gitmek istedi. Bu haber tellâllar vasıtasıyla Herat ve civarında yayıldı.
Genç-ihtiyâr bütün halk sokaklara döküldü. Herkes, kendisini görmekle
şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek arzusuyla yanıyordu. Bir taht
yaptırarak onun üstünde oturmasını ve tahtı da omuzlarında taşımak
istediklerini bildirdiler. Kabûl etmedi ise de, çok ısrar etmeleri üzerine
çaresizlikten kabûl etti. O zamanda bulunan en büyük velîlerden dört kişi,
tahtın kollarından tuttular. Böylece bir saat kadar gittiler. “Tahtı yere
koyunuz. Size ba’zı söyleyeceklerim var” buyurdu. İndirdiler, “İrâde nedir,
bilir misiniz?” diye sordu. “Siz buyurunuz” dediler, “İrâde, söz dinlemektir”
buyurdu. “Böyledir” dediler. “O halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da
diğerleri taşısınlar. Biz de sizinle aynı hizada bulunmuş oluruz” buyurdu.
Onlar da kabûl edip, tahtı başkalarına verdiler. Herkes bereketlenmek için
tahta birkaç adım taşırlar, sonra sırayla diğerleri alırdı. Fakat, o kadar
insan toplanmıştı ki, çoğuna bu sıra gelmedi. Şehre geldikleri zaman,
Şeyh-ül-İslâm Abdullah-i Ensârî hazretlerinin konağına indiler.
Herat
şehrinde Abdullah Zâhid isminde bir zât vardı. Senenin oruç tutması caiz
olmayan beş günü hâriç, otuz senedir bütün sene boyunca oruç tutardı. Herkes
tarafından tanınır, sözleri kıymetli ve dinlenir idi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî
hazretlerinin Herat’a geldiğini haber alıp, hanımına: “Elbisemi getir. Üstâd
Ahmed hazretlerinin büyük velî olduğunu söylüyorlar. O gelmiş. Bakalım hâli
nasıldır?” dedi. Hanımı dedi ki; “Eğer onu denemek, imtihan etmek için
gidiyorsan sakın gitme ki, o senin zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde
bulunmak, sözlerinden istifâde etmek niyetin var ise, git ve ne derse riâyet
eyle. Eğer söylediklerine uymazsan ziyan edersin.” Zâhid, “Haydi elbisemi
getir! Sen böyle şeyleri bilmezsin” dedi. Elbisesini giyip, Ahmed Câmi’nin (
radıyallahü anh ) huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî ( radıyallahü anh )
selâmını aldı ve “Bize selâm vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne
söylediğini hatırlıyor muydun? Söz dinler misin?” buyurdu. Zâhid, “Söylenilen
söz doğru olduktan sonra niçin tutmayayım, niçin söz dinlemiyeyim” dedi. Bunun
üzerine buyurdu ki; “Geri dön. Falan mahalleye git Muhammed Kassâb-ı
Mervezî’nin dükkânında, kenarda çengelde asılı olan kuzu etini satın al.
Bakkâldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi elinle evine götür. Çünkü hadîs-i
şerîfte; “Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi taşırsa, kibirden uzak olur” buyuruldu.
Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp, hanımınla beraber ye. Sonra gusül eyle.
Sonra, bir zamana kadar isteyip de elde edemediğin birşey varsa, gel Ahmed
Câmi’ye talebe ol. Onun sözünden hiç çıkma!” buyurdu. Zâhid, bana yapamayacağım
şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz birşey yemiyorum ki, diye düşündü.
Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri, “Zâhid, neler düşünüyorsun? Haydi! Bunlar
kolaydır. Korkma! Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce Ahmed’den
(Kendisinden) yardım iste!” buyurdu. Zâhid kalktı ve Ahmed Câmî hazretlerinin
söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı yaptılar ve yediler. Sonra
hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında bulunan şeyler kendisine
keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed Câmi’nin ( radıyallahü anh )
yanına geldi. Ahmed Câmî ( radıyallahü anh ) kendisine buyurdu ki; “Ahmed’in
bunda kabahati yoktur. Eğer şehrin dört duvarı içinde olan şeylerin keşfini değil
de, dünyânın dört bucağı arasında bulunan şeylerin keşfini isteseydin, elbette
o da verilirdi.”
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri, Herat’ta
bulunduğu sırada, birgün Abdullah-i Ensârî’nin ( radıyallahü anh ) konağına
da’vet ettiler. Ahmed Câmi’nin hizmetçisi, yola çıkmaları için ayakkabılarını
önüne koydu. Ahmed Câmî hazretleri, “Bir saat beklememiz îcâb ediyor. Bir iş
var” buyurdu. Beklediler. Bir saat sonra, bir Türkmen, hanımı ve yanlarında 12
yaşlarında bulunan oğulları ile geldiler. Bu çocuğun babası dedi ki, “Efendim!
Allahü teâlâ bize çok mal verdi. Bundan başka çocuğumuz yoktur. Bu da a’mâ olup
gözleri görmemektedir. Her tarafı gezdirdik. Gitmediğimiz doktor kalmadı. Fakat
hiç birisi bir çâre bulamadı. Biz biliyoruz ki, siz Allahü teâlâya her ne duâ
ederseniz cenâb-ı Hak lütfedip kabûl eder. Eğer, çocuğumuzun göz nûruna
kavuşması için duâ ederseniz çok bahtiyar oluruz. Tek gözleri açılsın, îcâb
ederse bütün malımızı feda etmeye hazırız, ihsân ederseniz, lütfederseniz çok
seviniriz. Eğer bu arzumuz yerine gelmezse, üzüntümüzden mahvoluruz.” Ahmed
Câmî hazretleri bu sözleri dinledikten sonra, “Nasıl olur? Ölüleri diriltmek,
cild hastasını iyi etmek Îsâ aleyhisselâmın mu’cizesi idi. Bu hâlde Ahmed kim
olur ki, bu hastalığın tedâvisini benden istiyorsunuz?” buyurdu. Sonra ayağa
kalkıp yürümeye başladı. Biraz sonra, “Biz ederiz biz” dedi. Orada bulunan
herkes bu sözü işittiler. Fakat birşey anlayamadılar. Bundan sonra hemen geri
dönüp bir yere oturdu ve “O çocukcağızı bana getirin” buyurdu. Getirdiler, iki
mübârek başparmağını çocuğun iki gözüne sürüp, “Azîz ve celîl olan Allahü
teâlânın izni ile açılın” buyurdu. O anda çocuğun gözleri açıldı. Parlak ve
görür oldu. Bundan sonra orada bulunan ileri gelenler dediler ki; “Efendim,
birinci defa “Ölüleri diriltmek ve cild hastalarını iyi etmek mu’cizesi Îsâ
aleyhisselâma âittir. Kendiniz için, bu yolda Ahmed kim olur ki?” dediniz. Daha
sonra da “Biz ederiz biz” dediniz. Bu iki sözünüz arasındaki irtibâtı
anlıyamadık. İzah buyurur musunuz?” Bunun üzerine Ahmed Camî hazretleri şöyle
anlattı: “Evvelki söz kendime âit idi. Bundan başkasını diyemezdim. Ama
sonradan bana şöyle ilham ettiler: “Ey Ahmed! Ölüleri, Îsâ aleyhisselâm mı
diriltti? Dilsizleri ve cild hastalarını o mu iyi etti? Biz ederiz biz. Geri
dön. O çocuğun gözlerinin açılması için seni sebeb kıldık.” Bu söz kalbime öyle
ilham olundu ki, ağzımdan da çıkıverdi O söz ve fiillerin hepsi Allahü teâlâdan
idi. Ahmed’i (Beni) sadece vâsıta kıldı.”
Birgün Herat’ta bulunan ba’zı âlimler,
Ahmed Camî hazretlerine geldiler. Aralarında sohbet ederlerken, söz ma’rifet ve
tevhîd konusuna gelince Ahmed Camî ( radıyallahü anh ), “Siz ma’rifet ve tevhîd
hakkındaki sözleri taklid ile söylüyorsunuz” buyurdu. Onlar, “Nasıl olur. Bizim
her birimizin zihninde, Allahü teâlânın varlığına binlerce delîl vardır. Siz
ise bizim bunları taklid ile söylediğimizi söylüyorsunuz” dediler. Onlara,
“Eğer her biriniz onbin delîl hıfzetse, yine mukallidsiniz” buyurdu. “Bize bu
sözünüzün doğru olduğunu isbât edebilir misiniz?” dediler. O da, hizmetçiye bir
leğen ve üç tane inci getirmesini emretti. Ahmed Câmî ( radıyallahü anh )
incileri leğendeki suyun içine bıraktı ve “Her kim sözünde sâdık ise, leğenin
yanına gelip Bismillâhirrahmânirrahîm dese, bu üç inci tanesi bir tane olur”
buyurdu. Onlar, “Bu şaşılacak bir şeydir” dediler. Ahmed Câmi “Siz deyiniz!
Sıra bana gelince ben de söyleyeceğim” buyurdu. Onlar, sıra ile dediler.
İncilerde herhangi bir değişiklik olmadı. Sıra kendisine gelince, leğen üzerine
gelerek “Bismillâhirrahmânirrahîm” dedi. O üç tane inci leğen üzerinde
yuvarlanmaya başladı. “Allahü teâlânın izni ile durunuz!” deyince inciler
durdu. Birbirine karıştı ve deliksiz bir tane inci oldu. Hepsi hayret ettiler.
Ahmed Câmî hazretleri şöyle anlatıyor: Bir
zaman nefsim benden zerdali istedi. “Bir yıl oruç tutarsan zerdali veririm”
dedim. Nefsim bunu kabûl etti. Bir yıl oruç tuttum. Bir yıl, tamam olunca
nefsim bana seslenip, “Ben hizmetimi bitirdim. Sen de verdiğin sözü yerine
getir!” diyordu. Babamdan miras kalan bir bağım vardı. Oraya gittim. Bağda bir
hayvan öldürülmüş ve karnı deşilmişti. Mi’desinde çiğnenmeden yutulan
zerdaliler vardı. Onlardan bir tane alıp temizledim. Nefsim feryâd edip, “Senin
bana vermeyi söz verdiğin zerdali böyle hayvan mi’desinden çıkarılan zerdali
değil idi” dedi. Ben “Bu da zerdalidir. Eğer i’tirâz edersen, bunu da vermem”
dedim. Nefsim kabûl etmedi. “Tek bana bunu verme! Başka birşeyde istemem dedi.
Sonra birkaç tane daldan kopararak elime aldım. Dostum Ebû Tâhir’in (
radıyallahü anh ) yanına vardım. Getirdiğim zerdalileri önüne koydum. Bana
“Ahmed! Bize vakıf zerdalisi mi getirdin?” dedi. “Vakıf değildir. Kendi
ağacımdan, kendi elimle toplayıp getirdim” dedim. “Vakıf zerdalisi
getiriyorsun, sahibiyim diye bize veriyorsun, bizi görmüyor sanıyorsun” dedi.
Ben edebsizlik olmasın diye susuyordum, içimden de Allahü teâlâya münâcaat
edip, “Yâ Rabbî! Sen de biliyorsun ki, bu zerdalileri, babamdan bana miras
kalan bağdaki kendi ağacımdan toplayıp getirdim. O ise vakıf zerdalisi olduğunu
söylüyor. Bu işin doğrusunu onun kalbine ilham eyle!” dedim. Biraz sonra Ebû
Tâhir oğlunu çağırıp, “Git, kendi süründen bir koyun getirip kes. Açlık
Ahmed’in başına ve beynine vurmuş, ne söylediğini bilmiyor. Vakıf zerdalisini,
kendi malı sanıyor. Çorba ve et pişirsinler” dedi. Bunlar olurken ben
oturuyordum. Çorba ve eti pişirip getirdiler. Benim gönlüme, bu etten ve
çorbadan yememek geldi. Çünkü helâl değildi. Sâdece kuru ekmekten yedim. Ebû
Tâhir “Niçin yemiyorsun?” dedi. “Böyle hoşuma gidiyor” dedim. Israr etti.
Gönlüme gelen ilhamı anlattım. Oğlunu çağırıp, koyunu nereden getirdiğini
sordu. Oğlu, “Sürü uzak gitmişti. Siz acele istediğiniz için, eti falan
kasabtan aldım” dedi. Kasabı çağırdılar. Kasab dedi ki, “Bu koyunu bekçi haksız
olarak bir yerden almış. Bana getirdi. Ben de kestim. Yarısını bekçi alıp
gitti. Diğer yarısını da, oğlunuz gelince ona sattım” dedi. Bu hâl anlaşılınca,
Ebû Tâhir başını önüne eğdi. Ben de kalkıp yakında bulunan mağaraya gittim.
Orada bana bir ağlama hâli geldi. “Yâ Rabbî! O etin durumunu ona gösterdin. Zerdalinin
de durumunu ona ihsân eyle” diye münâcaatta bulundum. Bu sırada Ebû Tâhir
mağaraya geldi. Arkasından Hızır (aleyhisselâm) geldi ve “Ey Ebû Tâhir!
Ahmed’in malına vakıf dersin. Şüpheli ete helâl dersin. Bunu kimden öğrendin?
Ahmed’in mertebesi çok yüksektir” buyurdu. Ebû Tâhir o zaman mes’eleyi anlamış
oldu.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri,
Miftâh-ün-necât isimli kıymetli eserinde buyuruyor ki, “Ehl-i sünnet ve
cemâatten olmanın şartları hakkında çok mes’eleler vardır. Bu mes’eleleri
bilmek, namazı, orucu, haccı bilmek gibi farzdır. Bunlar öyle farzdır ki,
i’tikâd doğru olup da, namazda, oruçta ve diğer ibâdetlerde bir noksanlık
olursa ve bu noksanlık kasden olmazsa affedilebilir. (Eğer affolunmazsa, insan
Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur.) Fakat, Ehl-i sünnet ve cemâat
i’tikâdında bir sarsıntı olursa, bid’at sahibi olunmuş olur. Ve bid’at sahibini
de Allahü teâlâ affetmez. İ’tikâdda bid’at sahibi olan bir kimseye azâb vâcib
olur. Ehl-i sünnet ve cemâat i’tikâdına çok sarılmak ve bid’atten çok sakınmak
lâzımdır. Bu sözlerimizin senedlerini de bildirelim ki, söylediklerimiz boş söz
zannedilmesin. Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz buyurdu ki:
“Allahü
teâlâ, halifelerime rahmet etsin.” Denildi ki, “Yâ Resûlallah, sizin
halîfeleriniz kimlerdir?” “Sünnetimi ihyâ edenler ve onu Allahü teâlânın
kullarına öğretenlerdir”buyurdu. Yine buyurdu ki: “Yâ Ebâ Hüreyre! Sen
insanlara benim sünnetimi öğret ki, kıyâmet gününde senin için parlak bir nûr
olsun, önce ve sonra gelenler sana gıbta etsin.” Yine buyurdu ki: “Ben
insanlarla, onlar “La ilahe illallah” diyene kadar savaşmakla emrolundum.
İnsanlar bunu (Kelime-i tevhîdi) söyleyince, benden kanlarını ve
mallarını korumuş olurlar. Ancak İslâmiyetten doğan haklar bundan müstesnadır.
Onların hesapları ise (kalblerindekini bilen) Allahü teâlâya âittir.” Yine
buyurdu ki: “Ümmetim yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yalnız biri
Cennete girecek, ötekilerin hepsi Cehenneme gidecektir.” Yine buyurdu
ki: “Şefaatim, Kelime-i şehâdeti ihlâs ile söyleyen, dili kalbini, kalbi
de dilini tasdik eden kimse içindir.” Bu tür haberler çoktur. Daha fazlasını
söylersek söz uzar. Allahü teâlâya ve Resûlüne îmân etmiş olan mü’min ve
i’tikâdı düzgün bir kimseye bu anlattıklarımız yeter. Eğer buna imânı yoksa,
onun sünnet ve cemâat ile zâten alâkası yoktur. Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve
cemâatin mes’eleleri (alâmetleri) çoktur. Ama onun esâsı ve kaidesi on
mes’eleye dayanır. Bu on mes’eleyi mutlaka bilmek lâzımdır.
Ebü’l-Hasen
bin Ali’nin ( radıyallahü anh ) bildirdiği hadîs-i şerîfte, Resûlullah (
aleyhisselâm ); “Sünnet ve cemâat üzere olana, Allahü teâlâ her bir gün
için, bin nebi sevâbı yazar ve her bir gün için, ona Cennette bir şehir bina
eder. Kaldırdığı ve koyduğu her adım için ona on iyilik yazar. Cemâat ile namaz
kılana, her bir rek’ati için bir şehid ecri (sevâbı) yazar.” Eshâb-ı Kirâm, (aleyhimürrıdvân)
dediler ki, “Yâ Resûlallah! Bir kişinin sünnet ve cemâat, üzere olduğu ne zaman
(ne ile) bilinir?” buyurdular ki; “Şu on
haslet kendisinde mevcût ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat
üzere olduğu) bilinir. 1. Cemâati terk etmez,
2. Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez. 3. Bu ümmete (Müslüman
ümmete) kılıçla karşı çıkmaz. Kılıç çekmez. 4.
Kaderi tekzîb etmez(kadere inanır), imânda
şüphe etmez, 6. Allahü teâlânın dininde münazaa (i’tirâz, münâkaşa) etmez, 7. Ehl-i kıble olarak ölen kimsenin cenâze
namazını kılmayı terk etmez, 8. Tevhîd ehli bir kimseye günahı sebebi ile (büyük
bir günah işlese bile) kâfir demez, 9. Seferde
ve hazerde(mukim iken ve
yolcu iken) mest üzerine meshi terk etmez, 10.
İyi veya günahkâr olan İmâmın arkasında namaz kılar ve cemâati terk etmez. Bu
hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati terketmiş olur.” Gerek
hadîs-i şerîfler ile bildirilen, gerek din imamlarımız tarafından Ehl-i sünnet
şiârı olarak, Selef-i sâlihînden bize ulaşan bu on haslete sahip kimsenin,
Ehl-i sünnet ve cemâatten olduğu anlaşılır. “La ilahe illallah Muhammedün
Resûlullah” diyen kimsenin, erkek olsun kadın
olsun, iyi olsun kötü olsun, mü’min olduğu kabûl edilir. Ona kız verilir ve
onunla evlenilir. Ona mü’minlerden mîrâs düşer. Onun mirası da mü’minlere
düşer. Ona mü’minlere âit hükümler tatbik edilir. Vefât ettiği zaman cenâze
namazı kılınır. Mü’minlerin kabristanına defn olunur. Eğer Kelime-i şehâdeti
kalbi ile de tasdik ederek gönülden söyleyip ve bu hâl üzere Allahü teâlâya
kavuşmuş ise, onun yeri Cennettir. Eğer kalbten söylememiş ise, münâfık olur.
Zâhire göre şehâdet söylediği için, onu mü’minlerin ahkâmına tâbi tutarlar.
Eğer nifak üzere Allahü teâlânın huzûruna varırsa, onun yeri derk-i esfel
(Cehennemin en aşağı derecesi) olur. Şöyle ki, Nisa sûresinin 145. âyet-i
kerîmesinde meâlen; “Muhakkak ki münâfıklar, Cehennemin en aşağı
tabakasındadırlar (Cehennemin dibindedirler)...”buyuruldu.
Kelime-i
şehâdeti söyleyen bir kimseye, töhmet (zan) ve taassub (husûmet) ile, “Mü’min
değildir” demek için kimseye müsâade verilmemiştir. Nitekim Nisa sûresinin 94.
âyet-i kerîmesinde meâlen; “.... Size İslâm selâmı veren kimseye. Dünyâ
hayatının geçici ni’met ve menfaatine göz dikerek sen mü’min değilsin
demeyin...”buyuruldu. Öyle ki, Kelime-i şehâdet söyleyenlerin hepsini mü’min
kabûl etmelidir. Büyük günâhları varsa, bu sebeple kendilerine küfür ve nifak
damgasını vurmamalıdır. Kendi îmânında ve onların îmânında şüphe etmemelidir.
Çünkü Allahü teâlâ, günahkârları mü’min olarak isimlendirdi ve Nûr sûresi 31.
âyet-i kerîmesinde meâlen; “..... Ey mü’minler! Hepiniz Allahü teâlâya
tövbe ediniz ki, dünyâ ve âhıret saâdatine kavuşasınız” buyurdu: Âsîlere
tövbeyi emreden (olanların îmânını kabûl eden) Allahü teâlâya muhalefet etmek
uygun değildir. Allahü teâlânın bu emrinde şüphe etmek ve bunu red etmek de
asla caiz değildir. Mü’minlerin sözünü ve şehâdetini red etmek ve onları
yalancı zannetmek de hiç uygun değildir. Çünkü ateşperest, putperest, yahudi
gibi küfür, şirk ve dalâlet ehli bir kimseden bu Kelime-i şehâdeti işiten bir
mü’min bunu işittiğine dâir şâhidlik ederse, bütün İslâm kadıları, o kimsenin
müslüman olduğuna hükmederler.” Yine Miftâh-ün-necât isimli kitabında yazılı
bir hadîs-i şerîfte, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Hazreti Ali’ye
buyurdu ki: “Yâ Ali! Altıyüzbin koyun mu istersin, yahut altıyüzbin altın
mı veyahut altıyüzbin nasihat mı istersin?” Hazreti Ali dedi ki,
“Altıyüzbin nasihat isterim.” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu
ki: “Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüzbin nasîhata uymuş olursun. 1.
Herkes nafilelerle meşgûl olurken, sen farzları ifâ et. Ya’nî farzlardaki
rüknleri, vâcibleri, sünnetleri müstehabları ifâ et. 2. Herkes dünyâ ile meşgûl
olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla, ya’nî din ile meşgûl ol, dine uygun yaşa,
dine uygun kazan, dîne uygun harca. 3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken,
sen kendi ayıplarını ara. Kendi ayıplarınla meşgûl ol 4. Herkes dünyâyı i’mâr
ederken, sen dinini i’mâr et, zînetlendir. 5. Herkes halka yaklaşmak için
vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakkın rızasını gözet. Allahü
teâlâya yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara. 6. Herkes çok amel işlerken, sen
amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et.”
Ahmed Câmî hazretlerinin yazmış olduğu
kıymetli eserlerden ba’zıları şunlardır:
Enîs-üt-Tâbiîn, Sirâc-üs-sâirîn,
Ravdat-ül-müznibîn ve Cennet-ül-müştakîn, Bihâr-ül-hakîka, es-Sırr-ül-mektûm,
Misbâh-ül-ervâh, Miftâh-ün-necât (Bu kitâb Farsçadır ve İhlâs Vakfı tarafından
neşredilmiştir), Divân.
Ahmed-i
Nâmıkî Câmî, Miftâh-ün-necât kitabında buyuruyor ki: Tövbe, müslüman olsun
olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve onun
kötü olduğunu gören herkesin pişman olup tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe
etmezse, kendine zulüm etmiş olur. Allahü teâlâ Hucurât sûresi onbirinci âyet-i
kerîmede meâlen buyuruyor ki; “Ey îmân edenler! Bir kavim, diğer bir
kavimle alay etmesin. Olur ki, alay edilenler Allah indinde alay
edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da, diğer kadınlarla alay etmesinler! Olur
ki, alay edilen, eğlenceye alınan kadınlar, kendilerinden daha hayırlıdırlar.
Birbirinizi ayıplamayınız ve birbirinizi kötü lakablarla çağırmayınız. Bir
kimse îmân ettikten sonra, fâsıklık ne çirkin bir addır. Kim ki bu menâhiden (yasak
edilen şeylerden) tövbe etmezse, işte onlar zalimlerdir.” insanlar ya
zâlim, veya tâib (tövbe edici) olur denildi. Tövbe etmiyen zâlimdir. Tövbe etmiyen
insanlar, kendilerini zulme ve fitneye attılar. Cenâb-ı Hak ile anlaşmaya sâdık
kalmadılar ve ahde vefa etmediler. Bu sebeple, insanların çoğu zâlim oldular.
Tevbe sûresi 111 ve 112. âyet-i kerîmelerinde meâlen buyuruluyor ki: “Muhakkak
ki Allahü teâlâ mü’minlerden nefslerini cihâda, mallarını sadaka ve infâka
sarfedenlere, karşılığında Cenneti vermekle, (bunları onlardan) satın
aldı ki, onlar Allah yolunda cihâd ederler, öldürürler, öldürülürler. Onlara
va’d olunan Cennet haktır ki, Tevrat, İncîl ve Kur’ân’da sâbitdir. Kim ki,
Allahü teâlâdan sevâb taleb ederek cihâdda ahdine vefa ederse, niyetinde ihlâs
üzere olup, riya ve şöhretten kaçınırsa, Allahü teâlânın va’d-i kerîmiyle olan
mübâyeaya (alış-verişe) mesrûr olur. Sevinin ki,
bu alış-veriş sizin için büyük bir saadettir.”
“Şirk,
nifak ve ma’siyetlerden (günâhlardan) tövbe edenler, Allahü teâlâya
itaat edip, ihlâs ile ibâdet edenler, genişlikte de darlıkta da Allahü teâlânın
ni’metlerine hamd edenler, oruç tutanlar, (ve Allah yolunda cihad edenler,
ilim öğrenenler), rükû’ ve secde edenler (beş vakit namazı şartlarına
uygun olarak kılanlar), iyiliği (Allahü teâlâya îmân, tâat ve
Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sünnetine tâbi olmayı) emredenler,
kötülükten (küfür ve masiyetlerden) nehyedenler, Allahü teâlânın
ahkâmının, emirlerinin hududunu koruyan ve riâyet edenler var ya, işte bu güzel
sıfatlarla vasıflanmış olan mü’minleri Cennet ile müjdele.”
Tövbenin,
belirli bir vakit ve şarta ihtiyâcı yoktur. Bütün insanların ise tövbeye
ihtiyâcı vardır. İnsanların en iyisi enbiyâdır (nebiler ve resûllerdir).
Onlardan biri de Yahyâ (aleyhisselâm) idi ki, onun hakkında âyet-i kerîmede
meâlen; “O, kavminin efendisi ve nefsini
şehvetten hapsedicidir.”buyuruldu (Âl-i İmrân-39). Bununla beraber yine,
onlara da istiğfar vâcib olmuştur. İnsanların en üstünü olan peygamberler
tövbeye ihtiyâç duyarsa, kimin haddîne düşer ki, tövbeye ihtiyâcı olmadığını
söylesin. İnsanların en iyisi olan Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu
ki: “Kalbimde (envâr-ı ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor.
Bunun için her gün, 70 kerre istiğfar ediyorum.” Ve yine buyurdu: “Allahü
teâlâya hergün yüz kerre istiğfar ediyorum.” A’râf sûresi 23. âyet-i kerîmede
Allahü teâlâ meâlen buyuruyor ki; “Âdem (aleyhisselâm) ile Havva dediler ki,
“Yâ Rabbî! Biz kendimize zulmettik. Eğer sen
bizi mağfiret ve bize merhamet etmezsen, biz ziyan edenlerden oluruz.” Allahü
teâlâ, Ahkâf sûresi 15. âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki; “İnsan kırk
yaşına girdiği zaman şöyle demiştir: Yâ Rabbî! Senin râzı olmadığın her şeyden
tövbe edip sana yöneldim. Dînimi senin için hâlis edenlerdenim ve senin emrine
mutî’lerdenim (itaat edenlerdenim).” Yûsuf sûresi 97. âyet-i kerîmede
meâlen bildirildiğine göre, oğulları Ya’kûb aleyhisselâma, “Ey bizim
babamız! Allahü teâlâdan bizim için günahlarımızın mağfiretini iste. Gerçekten
biz günahkârlardan olduk dediler” buyuruldu.
Allahü
teâlâ, Tahrîm sûresi 8. âyet-i kerîmede bütün mü’minlere hitaben meâlen
buyuruyor ki; “Ey îmân edenler! İşlediğiniz günahlara, ölünceye kadar bir
daha işlememek üzere nefsine nasihat eden tâibler (tövbe edenler) gibi-
Allahü teâlâya tövbe edin!...” Tâiblerin (tövbe edenlerin) makamı,
bütün makamların en faziletlisi ve üstünüdür. Hakîkî tâib, cenâb-ı Hak katında (indinde) bütün
halkın en azîzi, en kıymetlisi ve en sevgilisidir.”
Allahü
teâlâ onlar hakkında, Bekâra sûresinin 222. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle
buyuruyor: “Allahü teâlâ, (günahlarına) tövbe edenleri ve
fevahişden (pisliklerinden) temizlenenleri sever.” Tövbe, bütün
mü’minlere farzdır. Nûr sûresi 31. âyet-i kerîmede meâlen; “Ey mü’minler!
Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz! Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz” buyuruluyor.
Yûnus sûresi 63. âyet-i kerîmede meâlen; “(Evliyâ) onlardır ki,
Allahü teâlâya îmân edip, O’na muhalefet etmekten sakınırlar” buyuruldu.
Felah ve kurtuluşların hepsi tövbededir. Her farzın belli bir vakti vardır.
Namaz, oruç, abdest, gusül, zekât, hac ve benzeri ibâdetlerin hepsinin
vakitleri ve şartları vardır. O vakit gelmezse, o farz ilgili kimseye farz
olmaz. Halbuki, zâhiren ve bâtınen her verdiğin nefes için tövbe ve istiğfar
sana vâcib olur. İnsanların en büyüğü (iyisi, kıymetlisi) olan Peygamber
efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Ey insanlar! Allahü teâlâya tövbe
ve istiğfar ediniz. Zîrâ ben, günde yüz kerre Allahü teâlâya tövbe ediyorum.” Ekseriya
insanın her verdiği nefeste bir günah bulunur. Bilhassa dünyâya rağbet edenler
için bu böyledir. Bunlar dünyâyı severler. Dünyâyı sevenler, her günahın
başındadırlar. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Dünyâya
düşkün olmak, günahların başıdır.” Gerçekten bil ki, bir gündüz ve gece 24
saattir, insan, her saatte ortalama bin nefes verir. 24 saatte insandan 24000
nefes çıkar. Bu nefesleri dünyâya rağbet ve dünyâ sevgisi için verince, hepsi
ma’siyet (günah) olur. Hergün onun hesabına 24000 günah yazılır. O, bunu
bilmez, farketmez. Hâl böyle olunca bak ki, istiğfar (tövbe) yapmak lâzım mı,
değil mi? insan tövbe edince ve tövbenin şartını yerine getirince, onun bütün
nefesleri tâat (ibâdet ve sevâb) olur. Şimdi bu sermâye, eğer bu zahmete
değerse, tövbenin şartını yerine getirirsin. Dinle ki, tövbenin şartı nedir?
Tövbenin şartı üç şeydir. Pişmanlık, dil ile özür dilemek (istiğfar) ve beden
ile günahtan kaçınmak (terk). Tövbenin aslı (kökü) bu üç şeyin hakîkatindedir.
İhlâs ve doğrulukla bunları yerine getiren kimse cenâb-ı Hakkın evliyâsından
bir velî olur. Sıddîklardan bir sıddîk ve ebdâllerden bir ebdâl olur. Çünkü
herşeyin anahtarı tövbedir. Bütün dostlukların başı tövbedir. Nitekim hadîs-i
şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakka, tâib (tövbe sahibi) gençten
daha sevgilisi yoktur.” O genç, kendi nefsî arzusunu kontrol altına alır,
cenâb-ı Hakkın rızâsını kendi hevesine tercih eder. İşte onun kavuştuğu iyi
saadet ve iyi talih budur. Hem cenâb-ı Hak indinde ve hem bütün mahlûkat
nazarında onun sahip olduğu üstün (izzetli) huy budur. Gökte melekler, havada
kuşlar, denizde balıklar, çöllerde, sahralarda ve denizlerde vahşî hayvanlar,
aşağıda ve yukarıda bulunan bütün yaratıklar hepsi onu sever ve ona yakın olmak
isterler. Onun dileğini cenâb-ı Hak yaratır, ihsân eder.
Hikâye: Fudayl
bin Iyâd ( radıyallahü anh ), yol kesici iken tövbe etti. Malları sahiplerine
geri verdi. Bir yahudi geriye kaldı, fakat Fudayl’ın ona verecek birşeyi yoktu.
Yahudiye dedi ki, “Hiç malım kalmadı ki seni hoşnut edeyim, bana hakkını helâl
et.” Yahudi dedi ki, “Ben, bana mal vermediğin müddetçe helâl etmemeğe yemîn
ettim.” Fudayl, “Eğer benim verecek birşeyim olsaydı, seninle böyle
konuşmazdım” dedi. Yahudi “Elini şu elbisenin altına sok, orada bir kese altın
vardır. Onu çıkar bana ver ki, yemînim yerine gelsin de, hakkımı sana helâl
edeyim” deyince, Fudayl ( radıyallahü anh ) elini o elbisenin altına soktu ve
bir avuç altın çıkardı ve ona verdi. Yahudi dedi ki, “Bana İslâmı arzet (bildir)”.
Ben Tevrat’ta okudum ki, ümmet-i Muhammed’den doğru ve ihlâs ile tövbe edenin
elinde toprak altın olur. Ben senin bu söylediğinde doğru olup olmadığını
bilmek istedim. Bu elbisenin altında hiç altın yoktu. Bildim ki Muhammed’in
(aleyhisselâm) dîni hakdır ve senin tövben haktır (gerçektir).” Bunu söyledi ve
onun elinde müslüman oldu. Bunun gibi vak’a (olay) çoktur. Tövbe, öyle herkesin
değerini bileceği bir sermâye değildir. Tövbe, insanların kurtuluşudur. Gönlün
hayatı ve canın besinidir (gıdasıdır). Âhıretin meyvasıdır. Mü’minin sürûrudur.
Günahlar demetinin şifâsıdır. Hastaların yarasının merhemidir. Düşenlerin
yapışacağı iptir. Yolunu kaybetmişlerin rehberidir. Söz dinleyicilerin işitme
anahtarıdır. Konuşanların sözünün sıdkıdır. Müstekim olanların istikametinin
(doğruluğunun) adımıdır. Sâlihlerin basiret nûrudur. Allahü teâlânın azâbından
korkanların korkusunun istirahatıdır. Reca’ sahiplerinin ümidinin müjdecisidir.
Nitekim cenâb-ı Hak, Yûnus sûresi 63. âyet-i kerîmede meâlen; “(Evliyâ) onlardır ki, Allahü teâlâya îmân
edip, O’na muhalefet etmekten sakınırlar” buyurdu. Yine Yûnus
sûresi 64. âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurulmaktadır: “Onlar için dünyâ hayâtında (Kur’ân-ı kerîm ile), âhırette (ihsân
ile) müjdeler vardır. Allahü teâlânın kelimelerinde (sözlerinde,
va’dlerinde) hiçbir değişme yoktur, İşte bu müjde, en büyük kurtuluştur.”Şimdi
sözün başına dönelim: Tövbenin şartı nedir? Tâib (tövbe edici) nasıl
yaşamalıdır ki, tövbe makamı doğru olsun? Ve, bu sözü geçen makamlara ulaşsın.
Bunları anlatalım: Tâibin önce cenâb-ı Hakkın emrini gözetip, Tövbeyi cenâb-ı
Hakkın kitabında bildirdiği gibi yapması gerekir. Allahü teâlâ, Tahrîm sûresi
sekizinci âyet-i kerîmede meâlen; “Ey îmân edenler! Günahlarınızdan, Allahü
teâlâya tövbe-i nasûh ile (ölünceye kadar bir daha günah işlememek üzere,
nefsine nasihat veren tövbe ediciler gibi) tövbe edin!...” buyurmaktadır.
Rivâyet edildi ki, âyet-i kerîmede bildirilen tövbe-i nasûh, kulun geçmişte
işlediği günaha pişman olması ve bundan sonra da o günaha dönmemeye kat’î
olarak karar vermesidir. Yine bildirildi ki, tövbe-i nasûh dört şeyi kendinde
toplar. 1. Lisan (dil) ile istiğfar, 2. Günahı işleyen a’zâ ile günahı
terketmek (pişman olmak), 3. Bu günahı bir daha hiç işlemeyeceğine kat’î olarak
karar vermek, 4. İnsanı günah işlemeye sevkeden kötü arkadaşlardan
uzaklaşmaktır. Kalb pişman olmalı, dil duâ etmeli, yalvarmalı, a’zâ da günahdan
çekilmelidir. Nasûh’un yaptığı tövbe gibi tövbe etmelidir. Üstâd İmâm Ebû Bekr
Surbânî’nin ( radıyallahü anh ) tefsîrinde yazıyor ki, “Bu Nasûh, yol
kesicilikten tövbe etmiş bir kimse idi. Tövbe edip herkesin hakkını geri verdi.
Herbirini hoşnut etti. Hiç malı kalmadı. Biri gelip hakkını istedi üzerindeki
peştemalı çıkardı. Orada bir akarsu vardı. O akarsuyun içine oturdu. Peştemalı
o kimseye verdi. Allahü teâlâ bize bildirdi ki; Tövbeyi, Nasûh’un yaptığı gibi
yapınız. Ve her alacaklınızı mümkün olduğu kadar hoşnut ediniz. Geriye kalanı,
ben kendi hazinelerimden hoşnut ederim.” Her makama göre ayrı ayrı tövbe etmek
lüzumunu çok iyi bilmelidir. Âsî olanın işlediği
günaha tövbe etmesi lâzımdır. İtaat edenin, bu hâlini üstün (iyi) görmekten
tövbe etmesi gerekir. Ayrıca, Kur’ân-ı kerîm okuyanların ucubdan (kendini
beğenmekten), âlimin hasedden, doğru yolda olanın, bu hâlini kendinden bilmekten
ve bütün insanların her husûsta benlik his ve düşüncelerinden tövbe etmesi
lüzumu hiç unutulmamalıdır. A’zâları ile günah işleyip, sonra tövbe etmek,
gözü, kulağı, dili muhafaza etmek zor değildir. Fakat böyle olmakla beraber,
tâiblerin derecesine kavuşmak da kolay olmamaktadır. Zira tövbe edenin, hiçbir
nefesini zayi etmemesi gerekir. Kendi gönül kıblesini, kötü işlerine bakmaya
yöneltip “Ne yaptım? Söylediğim ne oldu?” gibi düşüncelerle ve insaf gözüyle
hareket etmelidir. “Efendisine hizmette kusurlu olana mükâfat verilir mi? Azâbı
ve cezası nasıl olur?” diye düşünüp, Cehennem azâbına düşmekten korkması
gerekir. Bunları düşündükçe, nedamet ateşi gönlünde yükselip, gönlü yana ve
gözleri yaşlar döke ve dili feryâd ede... Vücûdu eriye, gözünü gerekmeyeni görmekten,
kulağını gerekmeyeni işitmekten, dilini söylememesi gerekeni söylemekten
muhafaza ede. Kötü arkadaşı terk ede. Gidilmemesi gereken yerlere gitmekten,
alınmaması gerekeni almaktan sakına. Bütün a’zâlarını, kulluk bağı ile bağlı
kıla. Hoşnut edebileceği her hasmını hoşnud ede. Tam hasret ve nedametle ve
kalbinde tam bir korku ile devamlı, acaba benim bu hatâ ve zulümlerim affolur
mu, yoksa affolmaz mı? Bana ne muâmele yaparlar? Af mı ederler, yoksa azâb mı
ederler? diye düşüne. Bir nefesini korkuyla, diğer nefesini ümidle geçire.
Gece-gündüz Allahü teâlânın işiyle meşgûl ola. Her vakitte dilini Allahü
teâlânın zikri ile ıslata. Bilhassa ba’zı zamanlarda yapılacak ibâdetlerin
husûsiyeti vardır. Nitekim Allahü teâlâ Tâhâ sûresi yüzotuzuncu âyet-i kerîmede
meâlen; “... Rabbinin (celle şânüh) tevfîk ve hidâyetine hamd
edici olduğun hâlde, güneşin doğmasından önce (sabah namazını), güneş
batmazdan önce (ikindi namazını), gecenin bir kısım saatlerinde (akşam
ve yatsı) namazlarını ve gündüzün etrâfında da (öğle) namazını
kıl ki, Allahü teâlâ senden râzı ola”buyurmaktadır. Yine Nûr sûresi otuzaltıncı
âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki; “...(O mescidlerde), sabah ve akşam
Allahü teâlâyı tesbih ve farz namazlar eda olunur.”Yine Bekâra sûresinin 238.
âyet-i kerîmesinde meâlen buyuruluyor ki; “Farz namazları, vakitlerine,
şartlarına ve erkânına riâyetle eda etmeye devam ve muhafaza edin. Hâsseten
salât-ı vüstâya dikkat edin.” Salât-ı vüstâ, beş vakit namazdan birisidir
ki, hangisi olduğu hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Ba’zı âlimler dediler
ki, salât-ı vustâ, beş vakit namazın içinden, hangisi olduğu bildirilmeyen
birisidir ki, kadir gecesinin, Ramazân-ı şerîf ayında ve duâların red
olunmadığı icabet saatinin, Cum’a gününde gizlendiği gibi, namazın hangisi olduğu
da bildirilmemiştir.
İblîs
aleyhillâne, nafileler vasıtasıyla tâibin farzlarını kusurlu hâle getirir. Ey
insanlar kendi ahvâlinizi gözetiniz. İblîs aleyhillâne, birçok kimseleri yoldan
çıkarmağa çalışmaktadır. Tâib, her vakit için yeni abdest almalıdır ki, şeytan
ondan kaçsın ve onun ibâdete meyli artsın. Böylece Peygamber efendimizin (
aleyhisselâm ) sözü ile amel etmiş olur. Nitekim “Abdestini tazeleyen
kimse için, Allahü teâlâ mağfiretini yeniler” buyuruldu. İnsan öyle
olmalıdır ki, Cemâatle namazı hiç terketmesin. Cum’a’da hiç kusur etmesin. 12
kilometre bile gitmek gerekse gitmeli, ekseri hâlde evi mescid olmalı, oturunca
yüzü kıbleye karşı oturmalıdır. Bakmak mecbûriyeti olan anne-baba, çocuk, hanım
gibi kimseleri yoksa, sabaha kadar mescidde olmalıdır. Güneş doğup işrak vakti
gelince, kalkıp 12 rek’at namaz kılmalı ki, bu Duhâ namazıdır. Eğer fevt olmuş,
ya’nî kazaya kalmış bir farz namazı varsa, bu namazı kaza niyeti ile kılmalı,
ondan sonra helâl rızık kesbi (kazancı) ile meşgûl olmalıdır. Başkasının nasîbi
(beslenmesi) için çalışırsa, bu kesb daha iyi olur. Dünyâ niyeti varsa
kazandığını dünyalığa harceder. Dünyâ niyeti yoksa, kesbi helâldir. Hesabını
vereceğini ve cenâb-ı Hakkın, “Niçin yaptın? Ne yaptın?” gibi sorularına cevap
vereceğini bilmelidir. Topladığı malı cenâb-ı Hakkın râzı olduğu işlere
harcamalıdır. Gönlünü (kalbini) dağıtmayıp, toplamalıdır. Cömert olmalıdır.
Cimriliği terk etmelidir. Namaz vakti gelince, vaktin evvelinde kalkıp namaza
hazırlanmalıdır. Vaktin evvelinde mescide gelmelidir. Geçmiş namazını kaza
etmelidir. Cemâat toplanınca, cemâatle namazı kılmalıdır. Mühim bir işi
olmazsa, mescidde kalıp cenâb-ı Hakkı zikretmelidir, ilim sahibi değilse, bir
âlimin yakınında oturup, ilim dinleyip, öğrenmelidir. Âlimlerle çok oturup kalkmalı,
çok lüzumlu olmadıkça onlardan ayrılmamalıdır.
Üzerine
farz olan ilimden bir mes’eleyi öğrenmesi, ona, bütün dünyâdaki kesblerin
hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve
üstündür. Tâib ve tâib olmıyan herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey
yoktur, işlerin hepsi, ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz.
Nitekim Resûl aleyhisselâmdan, “İşlerin hangisi üstündür” diye üç kerre suâl
olundu. Her seferinde “İlimdir” diye buyurdu. Dediler ki; “Yâ
Resûlallah! ( aleyhisselâm ) Biz size işten soruyoruz, siz bize ilimdir,
buyuruyorsunuz. Hikmeti nedir?” Buyurdu ki: “Çünkü hiçbir iş, ilimsiz
doğru olmaz ve onsuz hiç kıymeti olmaz.” öyle ise, tâib eziyet çekip
çalışmalıdır ki, yaptığı ziyan olmasın. İlim ile meşgûl olmak gerekir, ilmin ve
ibâdetin aslı iki şeyle olur. Gönül diğer şeylerden tamamen kurtulmalı ve mi’de
de boş (aç) olmalıdır. İhlâs ile ibâdet de, bu ikisi ile olur. Kimin dünyâya
arzu ve isteği olursa, ondan hiçbir şekilde ihlâslı bir iş zuhur etmez. Kimin mi’desi
dolu (tok) olursa ve dünyâ işi yaparsa, asla nefsânî arzuları yok olmaz. Onun
cenâb-ı Hakkın dergâhında haysiyeti olmaz. Nefsin arzuları, ancak, dünyâdaki
mübahların fazlasından diğer insanların haramdan sakındığı gibi sakınmakla ve
nefse rahatlık veren her şeyden uzak olmakla ve kötü iş, kötü yer ve kötü yârı
terk etmekle ve kötü düşünce, fesatlık, buğz, hased, kin, ucub, buhl (cimrilik)
gibi husûsları kalbden çıkarmakla yok olur. Her işin bir aslı vardır. Bir
insanın itaatli kul olmasının aslı dört şeyledir. Birincisi, uzun emelli
olmamak, ikincisi, cenâb-ı Hakkın va’dinden emîn olmak, Üçüncüsü, cenâb-ı
Hakkın taksimine, verdiğine (rızıklara) râzı olmak. Dördüncüsü, mi’deyi
haramdan korumaktır. Kim bu dört şeyi muhafaza ederse ve yerine getirirse, bütün
mücâhedeleri yerine getirmiş olur. Nefsini itaat altına almış olur. Nefsin
hassaları işe yarar hâle gelir. Tâib bir vücut, yeni eğerlenmiş at gibidir.
Eğer atın eğeri ve gemi, gerektiği gibi doğru yapılmışsa, harb yerinde her
bakımdan işe yarar. Hem keşf işinde, hem ganîmette, koşmak için ve hem
hezimette kaçmak için işe yarar. Eğer at, riyâzet (terbiye) ve gem görmemişse,
işe yarayacağı yerde serkeşlik (huysuzluk) eder. Hem kendi kanının dökülmesine,
hem de bütün süvarilerin kanının dökülmesine sebep olur. Nitekim Fir’avn’ın atı
böyle yapıp, Fir’avn ile beraber suda boğularak helak oldu. İnsan, riyâzetle
adam olur ve riyâzet, nefsin arzularının kahrolmasıdır. Allahü teâlâ bize
nefsin arzularını kahretmeyi emretti. Nâziât sûresinin 40 ve 41. âyet-i kerîmelerinde
meâlen buyuruldu ki; “Nefsini hevâ ve şehevâttan nehyeden kimsenin, menzil
ve karargâhı Cennettir.” Nefsinin istekleri peşinde olan kişinin vücûdu
köpek misâli gibidir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki; “İnsanlar, ya âlim
veya müteallimdir (talebedir). Bu ikisinden olmayanda hayır yoktur.” ilmi
olduğu hâlde onunla amel etmiyen, nefsinin arzuları ile iş gören kimse
hakkında, A’râf sûresi 176. âyet-i kerîmede meâlen buyuruldu ki: “... Bu
kimsenin hâli; koğsan da, kendi hâline bıraksan da, dilini çıkartıp soluyan
köpek gibidir...” öyleyse akıllı şu kimsedir ki, bu ikisinden biri ya’nî
âlim veya talebe olur. İlim bilmeyen, ilim öğrensin ve bunun sıkıntısını
çeksin. Böylece, Resûlullahın buyurduğu hayırsız olmasın. Nefsin hâkim olduğu
vücut, köpekten daha fenâdır. Mücâhedeler ve riyâzetler, nefsi terbiye etmekte
çok te’sîrlidir. Köpek terbiyecileri, azgın köpeği terbiye ederler. Köpek de,
birkaç gün içinde onun emrine uyar. Av ve gösteri zamanında sahibinden ayrılmaz
ve sahibine tam itaat eder. Köpek itaat eder hâle gelince, koştuğu zaman onun
öldürdüğünü canlı olarak kabûl ederler. Onun yanlışını doğru olarak kabûl
ederler. Avı bulamazsa, özrünü kabûl ederler. Avı bulur ve tutarsa, iltifâta
mazhar olur. Yaşadığı müddetçe, bakıcıları ona hizmet eder. Birkaç gün eziyet
çeken ve biraz hüner sahibi olan köpeğin hâli böyle olursa, ilim sahibi olan
müslümanların hâlini düşünmelidir. İnsan, tövbe ederek nefsin arzularını yok
edip, ilim ve ibâdet mücâhedesi yapınca, Allahü teâlâ da onu kendi lütuf ve
kerem deryasından nasîbsiz bırakmaz. Affedilen tâib (tövbe edici), Allahü
teâlânın seçtiği ve beğendiği kimsedir. Onun gönlü, cenâb-ı Hakkın
nazargâhıdır. İlim öğrenip, riyâzet çekip, kendi nefsinin hevâsını terk edip,
Allahü teâlânın rızâsını istemiştir, iki cihanın sahibi cenâb-ı Hakkın rahmet
ve ihsânı, yarattığı bir kulundan az olmaz. Cenâb-ı Hak söz veriyor ve Şûra
sûresinin 25. âyet-i kerîmesinde meâlen şöyle buyuruyor: “Allahü teâlâ
kullarını, işledikleri günahlara pişmanlıkla yaptıkları tövbelerini kabûl eder
ve dilediği kimsenin (büyük ve küçük) seyyiâtını (kötülüklerini,
günahlarını) affeder.” Yine Allahü teâlâ, Furkân sûresi 70. âyet-i
kerîmede meâlen; “(Günahına) tövbe eden, Allahü teâlâya ve Resûlüne
îmân eden, (İslâmın erkânı üzerine) sâlih amel işliyen kimselerin
günahlarını, Allahü teâlâ sevâba tebdil eder (çevirir)” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak, tâiblere (hakîkî tövbe edenlere) bu müjdeyi vermiştir. Biz de,
tövbe işinde ve cenâb-ı Hakkın râzı olduğu işlerde tembel olmayalım. Tövbe
etmek se’âdet alâmetidir. Tövbe eden, tövbenin şartlarını yerine getiren,
yukarıda anlattığımız vasıfları ele geçiren kimsenin geçtiği topraklar, diğer
topraklara karşı övünür. O kimsenin oturduğu yer, diğer yerlere karşı övünür.
Tâib, bir dereden, nehirden veya denizden geçerse, ihlâs, tövbe, safavet ve
gönül sıdkı ile Besmele çekse, o sular, kıyâmete kadar onun için sevâbı ona âit
olmak üzere tesbîh ve tehlîl ederler ve cenâb-ı Haktan onun için af talep
ederler. Onu aydınlatan güneş, ay ve yıldızlar da, onun için istiğfar ederler.
Cenâb-ı Hak, onu halkın gönlünde tatlı (sevimli) kılar. Göklerdeki melekler,
onun için istiğfar ederler. Onu, seçilmiş kimselerin gönlüne sevgili kılarlar,
ölürken beşaret bulur (müjdelenir). Kabir ona Cennet bahçelerinden bir bahçe
olur. Kıyâmette yüzü ak olarak haşr olur. Sırat’tan kolay geçer. Hesabı ihsân
ile kolay geçer. Cennette yüksek derece bulur. Tövbe cevheri, herkesin ele
geçireceği birşey değildir. O öyle bulunmaz bir incidir ki, herkes onun
değerini bilemez. Tövbesi sebebiyle yüzbinlerce günahkârı affederler.
Bir
kimse tövbekârların makamına ulaşamazsa, tövbeden ümidini kesmemelidir.
Tâibleri kendine dost edinmelidir. Onlarla oturup kalkmalıdır ki, cenâb-ı
Hakkın rızâsına muvafık (uygun) hâle gelsin. Nitekim cenâb-ı Hak, Bekâra sûresi
222. âyet-i kerîmede meâlen; “Allahü teâlâ (günahlarına) tövbe
edenleri sever ve fevâhişden(pisliklerden) temizlenenleri de sever” buyuruyor.
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “İbâdetlerin başı hubb-i fillah (sevdiğini
Allah için sevmek) ve Allahü teâlânın bütün dostlarını sevmektir.” Tâiblere
ve bütün mü’minlere iyilik dilemelidir. Onlara duâ etmelidir. Şundan dolayı ki,
Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyuruyor ki: “Bir kimse erkek ve kadın
mü’minler için günde 25 kerre istiğfarda bulunursa, Allahü teâlâ, onun
kalbinden gıll (kin) ve hasedi giderir. Bu günde onu, ebdâllerden
yazar. Kıyâmet günü, o kimse için, bütün mü’min ve mü’minelerin hepsi, “Yâ
Rabbi! O bizim için istiğfarda bulunurdu. Sen de onu mağfiret et” derler ve
böyle söylemiyen bir kimse kalmaz.” Yine Resûlullah ( aleyhisselâm )
buyuruyor ki: “Abdestli olarak uyu! Eğer ölürsen, şehîd olarak ölürsün,
küçük büyük herkese hürmet göster!” Sen saadet hangisinde olduğunu
bilmezsin. Tövbe ile kabre giren, annesinden yeni doğmuş gibidir. Nitekim
Resûlullah efendimiz buyuruyor ki: “Tövbe eden, günah işlememiş gibi
olur.” Muslihlerin (ıslâh-ı nefs etmişlerin) ve tâiblerin arasında olursan
ve başka hiçbir iyilik olmasa bile, sonunda sende bir nedamet peyda olur.
Kendini tekdir edersin. Emîr-ül-mü’minîn Ali ( radıyallahü anh ) buyurur:
“Pişmanlık tövbedir.”
İnsanlar,
yaptıkları hatalı işlere pişman olurlar ve âhıret işlerine rağbet ederlerse,
dünyâ işlerinden kalbleri soğur. Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Bir
kimse dünyâdan kaçırdığı birşeye esef ederse (üzülürse), Cehenneme
bin yıllık yol yaklaşmış olur. Âhıretten kaçırdığı birşey için esef ederse,
Cennete bin yıllık yol yaklaşmış olur.” Bunun ma’nâsını iyi anlamalı. Aklı
başa toplamalı, insaf etmeli, cenâb-ı Hakka kimse hile yapamaz. Binlerce ilim
meclisini kaçırdık. Binlerce hayırlı işi kaçırdık. Biliniz, boş ve gıybet dolu
sözleri kulağımız dinliyor. Hiçbirine pişmanlık duymuyoruz. Eğer bir parça
ekmek bizden bir dervişe geçse veya birkaç kuruş paramız ziyan olsa, rüzgâr
ağaçlarımızdan birkaç meyva düşürse veya su götürse, o kadar hasret ve nedamet
çekiyoruz ki, onun üzüntüsü günlerce sürüyor. Hâlimiz ve yolumuz böyle iken,
bir de kalkmış, biz salah ehliyiz diyoruz. Dünyâ (hâşâ) ma’bûdumuz olmuş. Şu
hadîs-i şerîfi hiç unatma ki, böylece kalbini dünyâya yöneltmekten vazgeçip,
cenâb-ı Hakka çeviresin. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Yâ Rabbî, bana
rızık ver!” diye duâ eden bir köylüye rastladı. Buyurdu ki: “Ey köylü!
Allahü teâlânın ezelde senin için takdîr etmiş olduğu rızkı mı istiyorsun?” (o
kimse) “Evet” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Kim Allahü
teâlânın kendisi için takdîr etmiş olduğu rızkı (endişe ederek) isterse,
Allahü teâlâyı itham etmiş olur. Kim de Allahü teâlâyı itham ederse, kâfir
olur. Sen Allahü teâlânın ihsânından iste!” buyurdu. Ama biz işi kolaya
aldık ve ne söyliyeceğimizi düşünmüyoruz. Gaflet ve sefâhet atına dizgin
takmışız. Bizi hep kötü arkadaşa götürmektedir. Birisi kalkıp diğer birine
yardım ve hizmet etse, ona teşekkür ederler ve o kimse, ona ve evlâtlarına
yardım eder. Eğer bir kimse insanların kapısından cenâb-ı Hakkın dergâhına
dönerse ve tövbe ederse, binlerce insan ve cin şeytanları ortaya çıkıp onu
aldatmağa çalışır. Ey temiz kalbli kimse! Ne oldu da kendini sıkıntıya
atıyorsun? Bizim kayyûm olan Rabbimiz vardır ve bütün halkın rızkını vericidir.
Bu dünyânın ötesinde, âhıret vardır. Bütün dost ve düşman orada hazır
olacaklardır. Orada mahcûb olma. Asıl mahcubluk kıyâmet gününde olacaktır. Esas
ihsân oradaki, mahrûm kalma da oradakidir. Allah ve hesâb zorluğu korkusundan
dolayı gözden çıkan bir damla yaş, dünyâ ve içindeki herşeyden daha iyidir.
Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Gözleri Allah korkusundan
ağlıyan kimseye, Allahü teâlâ Cehennemi haram kılar ve onu Cennete sokar.
Cennette onun için iki bostan vardır”buyurdu ve “Kıyâmet gününde hesap
için Allahü teâlânın huzûrunda duracağından korkarak, O’na muhalefeti terkeden
ve O’na itaate yönelen kimse için, iki Cennet vardır.” (Rahmân-46)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Onu Cennetin kısımlarından olan Âdn Cennetine
indirirler, onun Cennette iki bahçesi olur, biri dünyâdan daha iyidir. Şu
âyet-i kerîmede meâlen; “Kıyâmet gününde hesap için Allahü teâlânın
huzûrunda duracağından korkarak, O’na muhalefeti terkeden ve O’na itaate
yönelen kimse için iki Cennet vardır” buyuruldu (Rahmân-46). Nebi
(aleyhisselâm) buyurdu ki: “Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâma yüzbinkırk
kelime (söz) söyledi. (Bu sözlerin üstünlüğü, kıymeti yanında) insanların
sözlerini işitince onlara hiddetlendi. Mûsâ aleyhisselâmın Allahü teâlâ ile
mükâlemesinde (konuşmasında) Allahü teâlâ ona buyurdu ki, “Yâ Mûsâ!
Dünyâda iş yapanlar (amel işleyenler) içinde en çok sevdiğim kimse,
zâhid olanlardır. Bana en çok yaklaşan kimse, haram kıldıklarımdan kaçınan
kimsedir. Bana en çok sevgili olan âbid, bana ibâdet ederken benim korkumdan
ağlıyan kimsedir.” Mûsâ aleyhisselâm dedi ki; “Yâ Rabbî! Sen onlar için ne
hazırladın? Onlara karşılık, mükâfat olarak ne vereceksin?” Allahü teâlâ
buyurdu ki, “Zâhidlere Cenneti mübah kılarım. Orada nereyi isterlerse oraya
inerler (Diledikleri yerlere girerler, otururlar). Haramlardan sakınanlara (vera’
sahiplerine) gelince, onları hesaba çekmekten haya ederim ve onları
hesapsız olarak Cennete sokarım, ibâdetlerinde benim korkumdan ağlıyanlara
gelince; onlar için, hiç kimsenin kendileriyle beraber olamıyacağı (başkalarına
nasîb olmayan) Refîk-ül-a’lâ (en iyi dostluk, en üstünlük) mertebesi
vardır. Zîrâ, Resûl aleyhisselâm diğer bir hadîs-i şerîflerinde buyuruyor
ki; “Ey insanlar! Allahü teâlâya tövbe ve istiğfar ediniz! Zira ben, günde
yüz kerre Allahü teâlâya tövbe ediyorum.”
Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri, Miftâh-ün-necât isimli
kıymetli kitabının son faslında buyuruyor ki; “İyi bir arkadaş, iki cihan için
de büyük saadettir. Maksada çabuk ulaşmayı sağlar, insanlar birlikte yaşarlar
ve arkadaşsız olamazlar. Babamız olan Âdem aleyhisselâm, en güzel yer olan
Cennette bulunduğu hâlde, kendisine insan olarak bir arkadaş gerektiğini
hissetti ve bunu istedi. Onun sol kaburga kemiğinden Hazreti Havva vâlidemiz
yaratıldı.
İyi arkadaşa sahip olunca, çok hamd etmeli ve hep iyi
kimselerle beraber bulunmalıdır ki, kıyâmette pişmanlık çekilmesin. Kur’ân-ı
kerîmde bu hâl bildirilmektedir. İnsana ulaşan her felâket, kötü arkadaş
sebebiyle gelir. Ondan çok uzak durmalıdır. Arkadaşın iyiliği veya kötülüğü,
mutlaka, asıl, neseb, akrabalık gibi sebeblere bağlı değildir. Eshâb-ı Kehf’e
yakın olup, onlardan ayrılmayan Kıtmir isimli köpek, Kur’ân-ı kerîmde onlarla
beraber zikrolundu.
İyi arkadaş, insanı derekelerden (aşağılıklardan)
derecelere (yüksekliklere) ulaştırır. Kötü arkadaş ise, bunun tersini yapar.
Herkes ile arkadaş olma! Konuştuğun kimselerin akıl ve
anlayışlarına uygun konuş. Tekebbür etme! Sırrını kimseye söyleme! Herkesin
sözüne aldanma! insanların sözlerine değil, işlerine bak! Kendi kendisine
faydası olmayan kimseden çok sakınmalıdır. Nerede kaldı ki, onun başkasına
fâidesi olsun. Kötü bir kimse ile arkadaş olan iyi bir kimse, eğer onu
kendisine çevirip iyi yapabilirse ne a’lâ, eğer bunu yapamaz, kendisi de ona
benzer ve onun gibi olursa, o zaman çok fenâdır.
Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr,
serseri, hırsız, bid’at sahibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine
benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve
renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer.
Kendi zan ve kafasına göre davranarak, başkalarını
düzeltmeye çalışmak, çoğu zaman fayda yerine zarar hâsıl edebilir. Bunun için
çok dikkatli ve uyanık olmalı, bir kimsenin saadetine vesile olayım derken, o
kimsenin -hattâ kendinin bile- felâketine sebep olmamalıdır.
Tanıştığınız, görüştüğünüz, beraber olduğunuz kimsenin
iyi arkadaş mı, kötü arkadaş mı olduğunu anlamakta dikkat edilecek husûs ve
ölçü şöyledir: Gördüğünüz, görüştüğünüz, beraber olduğunuz, birlikte oturup
kalktığınız kimse, sizin Allahü teâlâyı hatırlamanızı ve unutmamanızı, O’nu dil
ve gönül ile anmanızı sağlıyor, bunu tazeliyor ve kalbinizi uyanık tutuyorsa,
işte o iyi arkadaştır. Ama beraber olduğunuz kimse, Allah korusun cenâb-ı Hakkı
ve O’nun zikrini size unutturuyorsa, gerçekten bil ki, o kimse kötü arkadaştır.
Ondan sakınmak elbette çok lâzımdır. (Ondan, yırtıcı arslandan kaçar gibi hattâ
daha çok kaçmalıdır. Çünkü arslanın yapacağı, olsa olsa canını almaktır. Arslan
insanın canını alabilir, onu öldürebilir. Fakat îmânına zarar veremez. Kötü
arkadaş ise, insanın hem îmânının ve hem de canının gitmesine, onun ebedî
felâketine sebeb olur.”
ӿӿӿ
1)
Câmi’u kerâmât-il-evliyâ cild-1, sh. 321
2)
Kâmûs-ül-a’lâm cild-1, sh. 797
3)
Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 189
4)
Nefehât-ül-üns trc. sh. 392
5)
Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 980
6)
Rehber Ansiklopedisi cild-1, sh. 122
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder