SADREDDİN KONEVÎ
Ebü’l-Meâlî Sadrüddîn Muhammed b. İshâk b. Muhammed b. Yûsuf Konevî (ö. 673/1274)
Vahdet-i vücûd düşüncesinin Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den sonraki en önemli temsilcisi.
Malatya’da dünyaya geldi. Yaygın görüşe göre doğum tarihi 606 (1209) yılı civarıdır. Babası Mecdüddin İshak önemli bir mutasavvıf ve âlim, aynı zamanda Anadolu Selçuklu Devleti’nde üst düzey bir yöneticiydi. Kaynaklarda Mecdüddin’in Selçuklu sarayı ile Abbâsîler arasında elçilik görevlerinde bulunduğu kaydedilmektedir. Mecdüddin, Selçuklu sarayında şehzadelere hocalık yaptığından bazı rivayetlerde “sultanın şeyhi” lakabıyla anılmıştır. Sadreddin’in annesinin Selçuklu sarayına mensup olduğu nakledilir. Bu mensubiyetin mahiyeti hakkında farklı rivayetler vardır. Bazı menkıbelerde annesinin hükümdarın kız kardeşi olduğu vurgulanır. Konevî için söylenen “sultan oğlu” ifadesi böyle menkıbelere dayanır. Bazı menkıbelerde ise sultanın âzatlı câriyesi olduğu söylenir. Bu menkıbeler özellikle Mevlevî kaynaklarında zikredilen, Konevî’nin zâhidliği önemsemeyen “mülûkâne” yaşantısı hakkındaki rivayetlere kaynaklık etmiş olmalıdır.
Konevî, ailesinin imkânlarından yararlanarak dönemin önemli hocalarından ders aldı, dinî ve felsefî ilimler alanında iyi bir öğrenim gördü. Babasının ona bıraktığı en önemli miras âlim ve mutasavvıflarla olan dostluğuydu. Bunların arasında başta gelen isim Muhyiddin İbnü’l-Arabî idi. İbnü’l-Arabî, Mekke’de tanıştığı Mecdüddin İshak’ın daveti üzerine Dımaşk, Urfa ve Diyarbekir yoluyla Malatya’ya gelmiş, bir süre onunla beraber kalmıştı. Bu dönemden itibaren İbnü’l-Arabî ile Mecdüddin arasındaki arkadaşlık güçlenmiş ve sağlam bir dostluğa dönüşmüştü.
Mecdüddin, menkıbelerde sultanın çocuklarının eğitimi diye
zikredilen bir görevle Konya’ya gittiğinde İbnü’l-Arabî de onunla birlikte veya
bir müddet sonra Konya’ya gitmişti. Mecdüddin’in ilişkileri sayesinde
İbnü’l-Arabî’nin Selçuklu sarayı nezdinde yüksek itibar kazandığı ve önemli
dostluklar kurduğu anlaşılmaktadır. Nitekim onun Selçuklu sultanlarıyla yakın
ilişki içinde olduğu ve kendileriyle yazıştığı bilinmektedir. Bu münasebetlerin
Konevî’nin hayatı ve fikrî gelişimi üzerinde önemli etkileri olmuştur.
Konevî’nin daha sonra yerleşeceği Konya’da üst düzey yönetici ve bilim
adamlarıyla ilişkileri büyük ihtimalle babası ve İbnü’l-Arabî ile başlayan bu
ilişkilerin bir devamıydı.
Sadreddin Konevî dokuz on yaşlarında iken babasını kaybetti. Mecdüddin’in vefatı üzerine İbnü’l-Arabî’nin onun dul eşiyle evlendiği ve Konevî’nin üvey babası olduğu rivayet edilir (Lâmiî, s. 632). Bu evliliğin gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemek güçtür. Bununla birlikte İbnü’l-Arabî ile Konevî arasındaki ilişki İbnü’l-Arabî’nin ölümüne (638/1240) kadar devam etti. Konevî, bu ilişkinin bir şeyh-mürid ilişkisi gibi başlayıp daha sonra entelektüel bir arkadaşlığa dönüştüğünü, İbnü’l-Arabî’nin sürekli yanında bulunduğunu, özel tasavvufî tecrübelerine ve bilgilerine ortak ve onun vârisi olduğunu söyler. Konevî’nin çocukluğunda ve gençlik döneminde İbnü’l-Arabî’yle birlikte çeşitli bölgeleri dolaştığı anlaşılmaktadır. Menkıbelerde henüz küçük yaştayken tahammülü güç, ağır riyâzetlere girdiğinden söz edilmesi onun çocukluğundan itibaren tasavvufî hayatın içinde bulunduğunu göstermektedir. İbnü’l-Arabî’nin ölümünden bir süre sonra muhtemelen 1241 yılında Konya’ya giden Sadreddin hayatının sonuna kadar burada yaşadı.
Onun Konya’ya gelişi bir menkıbede Konya eşrafından birinin oğlunu
tedavi etmesiyle irtibatlandırılır. Konevî’nin Mısır, Şam, Hicaz gibi bölgelere
gittiği, oradaki âlim ve sûfîlerle ilişki kurduğu anlaşılmaktadır. Câmî
Nefeĥâtü’l-üns’te onun bir süre Mısır’da ve Kudüs’te bulunduğundan, hacca
gittiğinden ve bir müddet orada kaldığından söz eder. Kendisi de Moğollar’ın
Bağdat’ı istilâ ettiği tarihte Mekke’de olduğunu belirtir (Kırk Hadis
Şerhi, s. 56). Sadreddin Konya’da vefat etti ve burada defnedildi.
Konevî, İbnü’l-Arabî ve Mecdüddin İshak’ın da arkadaşı olan Evhadüddîn-i Kirmânî ve Sa‘deddîn-i Hammûye ile yakındı (Lâmiî, s. 633). Menkıbelerde İbnü’l-Arabî’nin Konevî’yi Kirmânî’ye emanet ettiği ve birlikte hacca gittikleri aktarılır. Konevî’nin, Kirmânî’den aldığı bir seccadenin “teberrüken” mezarına konulmasını vasiyet etmesi ona olan bağlılığını göstermektedir.
Bir
menkıbede Konevî’nin, “İki âlimden yararlandım, biri Evhadüddin, diğeri
İbnü’l-Arabî’dir” dediği aktarılır. Her şeye rağmen Konevî’nin hayatındaki en
önemli isim İbnü’l-Arabî’dir. Konevî kitaplarında en çok İbnü’l-Arabî’den söz
etmiş ve genellikle “şeyh” veya “imam” diyerek bağlılığını dile getirmiştir.
Konevî ölümünün ardından İbnü’l-Arabî ile “vâkıa”larda görüştüğünden söz eder.
Bu güçlü ilişkilere rağmen aralarında bazı
üslûp ve yaklaşım farkları bulunduğu söylenebilir. İbnü’l-Arabî, Konevî kadar sistemli
ve düzenli bir müellif sayılmaz. Onun muhatapları Konevî’ye göre daha geniş bir
kitledir ve temsil ettiği ilim adamı tipi de Konevî’ye göre geleneksel
anlamıyla âlim tipidir. Tasavvufun çok özel bir alanında eser veren Konevî’nin
üslûbu olabildiğince felsefîdir. İbnü’l-Arabî ile Konevî arasındaki üslûp ve
yaklaşım farkı tasavvuf geleneğinde her iki düşünürü tanımlamak için
kullanılan, “İbnü’l-Arabî sûfî hakîm, Konevî ise hakîm sûfîdir” sözünde
ifadesini bulur. Konevî’nin Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile olan yakın dostluğu
da bilinir.
Mevlevî kaynaklarında yer alan ve Mevlevî bakış
açısının etkilerini taşıyan menkıbelerin önemli bir kısmı, tasavvuf
muhitlerinde anlatılan bazı hadiselerin Mevlânâ ve Konevî ile
ilişkilendirilmesiyle kurgulanmış görünür. Anadolu’da gelişen iki büyük
tasavvufî düşünce ekolünü temsil edecek olan Ekberî-Konevî geleneğiyle
Mevlevîlik arasındaki bazı farkları vurgulayan bu menkıbelerde Mevlânâ
geleneksel anlamıyla bir mutasavvıf, Konevî tasavvuf kitaplarında tanımlanan
ehl-i zâhir olarak tasvir edilmektedir.
Aynı zamanda Konevî üst düzey kesimlerle
irtibatı olan bir kişidir ve bunun bir tür böbürlenme anlamına geldiği ima
edilir. Mevlânâ ise sıradan insanlarla seçkin insanları etrafında toplamış bir
sûfîdir. Bunun kanıtlarından biri, Mevlânâ’nın çevresindeki insanların toplumun
bütün kesimlerinden gelen kimselerden oluşmasıdır. Öte yandan Mevlânâ’nın
cenaze namazını Konevî’nin kıldırmasını vasiyet etmesi iki düşünürün
arkadaşlığının başka bir kanıtı olarak zikredilir.
Düşünceleri:
Sadreddin Konevî, İbnü’l-Arabî ile birlikte
tasavvufu yeni bir döneme ve aşamaya taşıyan bir sûfîdir. Bu yeni döneme kelâm
tarihiyle ilişkilendirilerek müteahhirîn sûfîler devri veya tasavvufun iç
gelişim süreci dikkate alınarak olgunluk dönemi denilebilir. İbnü’l-Arabî ve
Konevî daha çok olgunluk dönemi nitelemesini kabul eder görünmektedir.
Ebû Nasr
es-Serrâc, Abdülkerîm el-Kuşeyrî, Muhammed b. İbrâhim el-Kelâbâzî gibi
sûfîlerin eserlerinde görülen tasavvuf “bâtınî fıkıh”tı. Bu sûfîler tasavvufu
Sünnîliğin itikadî ve amelî ilkeleriyle uyumlu biçimde yorumlamıştır.
Serrâc hadis, tefsir, kelâm ve fıkıh gibi ilim
dallarının karşısında tasavvufun mânevî ve kalp alanıyla ilgili bir ilim
olduğunu söylemiş, Kuşeyrî aynı yoldan giderek sûfîlerin kavram üretme
haklarından söz etmiş ve tasavvufu bir ilim şeklinde görmek gerektiğini
belirtmiş, Kelâbâzî de Ehl-i sünnet inancıyla sûfîlerin inançları arasında uyum
bulunduğunu kanıtlamaya çalışmıştır.
İbnü’l-Arabî ve Konevî döneminde tasavvuf,
hadis ve fıkıh gibi dinî ilimlere göre değil başta felsefe olmak üzere İslâm
düşüncesinin teorik ilimlerine göre ele alınmıştır. Konevî tasavvufu “ilm-i
ilâhî” (metafizik) olarak tanımlar (Tasavvuf Metafiziği,
s. 9). Ona göre felsefî ilimlerde metafizik diğer
tikel ilimlerle nasıl bir ilişki içindeyse sûfîlerin bilgi alanlarına adını
veren ilm-i ilâhî de aynı işleve sahiptir.
Böylece yeni bir tasavvuf anlayışı geliştiren
Konevî bu yönüyle İslâm düşüncesinde Kindî, Fârâbî ve İbn Sînâ ile oluşan,
ancak Gazzâlî ile belli bir ölçüde zayıflayan metafizik tasavvurunu tasavvufî
tecrübe ekseninde yeni bir şekilde yorumlayan, diğer bir ifadeyle İbn Sînâ’nın
metafizik bilginin imkânı iddiasını Gazzâlî ve diğer yazarların eleştirel
yaklaşımına rağmen yeniden ele alan bir düşünürdür.
İlimlerin Sınıflandırılması:
Sadreddin Konevî, temel eseri Miftâhu’l-gayb’da
ilimlerin sınıflandırılmasına dair kitaplarda dile getirilen hususları olduğu
gibi benimser. Bunların başında ilmin ne anlama geldiği, bir ilimde konu,
mesele ve ilkelerin niteliği ve ilimler arası ilişkiler gelir. Buradan
hareketle önce metafiziğin bir ilim olması üzerinde durur. Metafizik bir ilim
ise onun öncelikle herkes tarafından kabul edilmiş, tartışmaya açık olmayan bir
konusu olmalıdır. Konevî’ye göre metafiziğin konusu Tanrı’nın varlığıdır. Bu
mesele onun İbn Sînâ’nın metafizik anlayışından ayrıldığı hususlardan biridir.
Metafiziğin konusunun varlık olmak bakımından varlık olduğunu söyleyen İbn Sînâ
(Kitâbü’ş-Şifâ: Metafizik, s. 10)
bu görüşünü zihnin hiçbir şekilde inkâr edemeyeceği en nihaî gerçekliğin varlık
olmasına dayandırmıştı.
Ona göre Tanrı’nın varlığı herkes tarafından
kabul edilmiş değildir, bu sebeple de metafiziğin konusu sayılamaz. Tanrı’nın
varlığı metafiziğin kanıtlamak istediği bir mesele sayılabilir. Konevî ise
Tanrı’nın varlığının metafiziğin konusu olması gerektiğini belirtir. Bunun
sebepleri üzerinde fazla bir açıklama yapmasa bile, “Varlık olmak bakımından
varlık haktır” şeklindeki cümlesiyle meseleyi başka bir boyuta taşır. Tanrı’nın
varlığının metafiziğin konusu sayılması Konevî’ye bu ilmi farklı isimlerle
adlandırma imkânı verir. Bu sayede o metafizik için “ilm-i ilâhî, mârifetullah,
ilm-i tahkīk” gibi tabirler kullanır.
İlm-i
tahkīk özellikle kesin bilgiye ulaştıran yönteme gönderme yapan bir
nitelemedir. Aynı kökten gelen muhakkik ise onun İbnü’l-Arabî ve kendisi gibi
sûfîlerin yanı sıra gerçek kelâm ve felsefe bilginleri için kullandığı bir
isimdir. Bu yaklaşım Konevî’nin ilimler arası ilişkiler konusundaki olumlu
tavrının bir sonucudur. Konevî metafiziğin konusunu Tanrı’nın varlığı olarak
belirledikten sonra onun mesele ve ilkelerini ele alır. Ona göre metafiziğin
meselesi Tanrı-âlem irtibatını açıklamaktır.
Tanrı-âlem irtibatı, başta Miftâhu’l-gayb olmak
üzere Konevî’nin kitaplarında bütün düşüncelerin ilişkili olduğu en önemli
meseledir. İlâhî isimler metafizik yapmayı mümkün kılan araçlar ve ilkelerdir.
Bu sebeple ilâhî isimler yeni dönem tasavvufunun en önemli araştırma alanı
olmuştur. Konevî metafiziğin konu, mesele ve ilkelerini belirlemesinin ardından
onun ilimlerle ilişkisini ve görevini ele alır.
Bütün
ilimlerin en şereflisi ve en üstünü olan metafizik öncelikle sahih ilhamla
bâtıl ilham, ilham ve keşif türleri gibi hususları doğru değerlendirmeye imkân
verir. Bu metafiziğin üst ve düzenleyici bir ilim olmasıyla ilgilidir.
Konevî’nin metafiziğe yüklediği bu görev ve anlam İbn Sînâ’nın metafiziğin
görevleriyle ilgili görüşünün bir yansımasından ibarettir. Ona göre metafizik
bütün tasavvufî bilgileri, keşifleri, ilhamları ve müşahedeleri değerlendiren,
onları tashih eden ilim olduğu gibi metafizik yapan muhakkik de bütün sûfîleri ve onların
bilgilerini değerlendirebilecek konumdadır.
Bilgi Görüşü:
Kuşeyrî, Serrâc ve Kelâbâzî gibi sûfîler tasavvufî yöntemin ve bu
yöntem sayesinde ortaya çıkan bilgilerin meşruiyet sorununu fıkıh-kelâm ilim
geleneğinin kavramları ve anlayışıyla ele almışlardı. Konevî ise daha kapsamlı
biçimde tasavvufî yöntem diye isimlendirdiği şeyi akılcı yönteme karşı hakikate
ulaştıran bir yol olarak savunur (Fâtiha Suresi Tefsiri, s. 52). Onun bu yaklaşımı
tasavvuf tarihinin gelişim sürecindeki en önemli aşamalardan biridir. Konevî’ye
göre insanı gerçeğe ulaştıran iki yöntem vardır. Birincisi delilden hareketle
gerçeğe ulaşmayı amaçlayan yöntemdir. Konevî’nin istidlâl yöntemi dediği bu
yöntem, öncelikle filozof ve kelâmcılar tarafından kullanılmakla birlikte
sûfîler de belirli konularda onu kullanabilirler. Nitekim bizzat kendisi birçok
vesileyle bu yönteme başvurur. İkinci yöntem kalbin arındırılması, ahlâkın
yetkinleştirilmesi, iyi huylar kazanılması, riyâzet ve mücâhedelerle gerçeğe
ulaşmayı hedefleyen tasavvufî yöntemdir.
Konevî bu yöntemin insanı hakikate nasıl ulaştırdığı hususunda
ayrıntılı açıklamalar yapar. Tasavvufî yöntemin savunulması ve imkânlarının
açıklanması onun en önemli meselelerinden biridir. Konevî bu husustaki
düşüncelerini iki bakımdan ele alır. Birincisi ilk yöntemin eleştirilmesidir.
Bu eleştiriler, ağırlıklı olarak metafizik bahislerde aklın kullanımı ve aklın
sonuçta tenzih esaslı bir Tanrı tasavvurunu ortaya koymasıyla ilgilidir.
Konevî’nin bu eleştirileri Gazzâlî’nin eleştirilerini hatırlatır (Keklik, s. 6-7). Ancak vardığı
sonuçlar ve özellikle metafizik bilginin imkânı konusundaki teorisiyle
Gazzâlî’den ayrılır. Konevî’ye göre aklın bilgiye ulaştıran gücü kıyas yönteminden
gelir. Ancak bu yöntem özellikle metafizik bahislerde ve Tanrı hakkındaki bilgi
konusunda zorunlu olarak başarısız kalır.
Aklın başarısız kaldığı bu meselede tasavvufî yöntem devreye girer
ve insanı salt hakikate ulaştırma işlevini üstlenir. Tasavvufî yöntemi vahyin
bir parçası şeklinde gören Konevî bunu savunurken aynı zamanda vahyi, nübüvveti
ve Tanrı’nın kendini insanlara tanıtmasını savunur. Metafizik alanda tasavvufî
yöntem bir peygamberin ve vahyin rehberliğinde başarı kaydedebilir.
Tanrı Anlayışı:
Tanrı Anlayışı:
Konevî’nin Tanrı anlayışı onun düşüncesinin en önemli kısmını
teşkil eder. Metafiziği ilm-i ilâhî veya mârifetullah karşılığı olarak
kullanması bunu gösterir. Tanrı’nın mutlak varlık olduğunu belirtmesi (Tasavvuf
Metafiziği, s. 21)
Konevî’nin Tanrı tasavvurunun en önemli yönüdür. Tanrı’nın mutlak
varlık olması O’nun aynı zamanda zorunlu varlık olması demektir. Buradan
hareketle Konevî, varlığın ikinci yönünü temsil eden mümkün ve imkân alanına
geçerek Tanrı-âlem ilişkisini ele alır. Tanrı mümkünlerin varlık sebebidir.
Konevî bu görüşlerini açıklarken İslâm filozoflarının ve
kelâmcıların kullandığı terminolojiyi kullanır ve onların terimlerini bazı
alanlarda yeniden yorumlar. Bu yönüyle vücûb, imkân, sudûr, yaratma, illiyet,
sebep, şart, vesilecilik gibi Tanrı-âlem ilişkisini açıklamada kullanılan
kavramlar yaklaşık olarak diğer ilimlerde tanımlandığı şekliyle Konevî’nin
metinlerinde yer alır.
Ona göre Tanrı’nın âlemi yaratması belirli bir sebebe dayanır. Bu
sebep, daha önce İbnü’l-Arabî tarafından ayrıntılı biçimde açıklanmış olan
Tanrı’nın bilinme arzusudur. Bu arzu gerçekte
ilâhî isimlerin ve niteliklerin kemallerini görme talebidir. Çünkü Tanrı’da iki
tür kemal vardır. Birincisi zâtından kaynaklanan kemaldir. Bu kemal Tanrı’nın aşkın
ve müteal yönüdür ve bu yönüyle Tanrı herhangi bir şekilde âlemle ilgili
değildir (Vahdet-i Vücûd ve Esasları, s. 9). İkinci tür kemal ilâhî isim ve niteliklerin kemalidir. Bu
kemalin gereği âlemin yaratılmasıdır.
Konevî, Tanrı’nın âlemi yaratmasını bir sudûr şeklinde düşünür ve bu durumda İbn Sînâ’nın yaratılış görüşüne yaklaşır.
Konevî, Tanrı’nın âlemi yaratmasını bir sudûr şeklinde düşünür ve bu durumda İbn Sînâ’nın yaratılış görüşüne yaklaşır.
Konevî’ye göre hangi kavramlar kullanılırsa
kullanılsın bir yaratılış teorisinin en önemli yanı onun yaratanla yaratılan
arasındaki ilişkiyi tesis edebilmesidir. Ona göre yaratma sonuçta bir benzerlik
meydana getirir. Bir şeyden kendine tamamen zıt bir şey meydana gelemeyeceği
gibi yaratılış sürecinde bir şeyin kendini yinelemesi de söz konusu değildir.
Şu halde yaratılan şey bir açıdan kaynağından farklılaşırken bir açıdan ona
benzer (Tasavvuf Metafiziği, s. 14).
Bu farklılık Konevî’ye göre itibarîdir ve
yaratma ancak böyle bir itibarî durumla açıklanabilir. Bu durumda Konevî için
en önemli mesele yaratılan şeyle yaratan arasındaki benzerliğin
sürdürülmesidir. Bu nokta onun varlık ve bilgi arasında kurduğu ilişkiyi
anlamak için merkezî öneme sahiptir. Konevî’ye göre bir şeyin varlığı ve var
olma tarzı ile onun bilgi imkânları aynıdır. Diğer bir ifadeyle varlık ve bilgi
bir şeyin iki farklı yönüdür.
Sadreddin Konevî sudûr düşüncesinin özünü teşkil eden nedenselliğe eleştiriler yöneltir ve bu hususta başka konularda eleştirdiği kelâmcılara yaklaşır (Sadreddin Konevî ve Nasreddin Tûsî Arasında Yazışmalar, s. 71). Ona göre sudûr sisteminin bir tür nedensellik taşıdığı kesindir. Ancak bu nedenselliği zorunlu ve Tanrı ile âlem arasındaki tek ilişki biçimi ve yönü saymak yanlıştır. Tanrı bu nedenselliği aşarak bir şey yaratabileceği gibi bunun sonucunda yaratılan şey hakkında nedensellik zincirini aşıp bilgi edinmek mümkündür.
Sadreddin Konevî sudûr düşüncesinin özünü teşkil eden nedenselliğe eleştiriler yöneltir ve bu hususta başka konularda eleştirdiği kelâmcılara yaklaşır (Sadreddin Konevî ve Nasreddin Tûsî Arasında Yazışmalar, s. 71). Ona göre sudûr sisteminin bir tür nedensellik taşıdığı kesindir. Ancak bu nedenselliği zorunlu ve Tanrı ile âlem arasındaki tek ilişki biçimi ve yönü saymak yanlıştır. Tanrı bu nedenselliği aşarak bir şey yaratabileceği gibi bunun sonucunda yaratılan şey hakkında nedensellik zincirini aşıp bilgi edinmek mümkündür.
Bu yaklaşım sudûr teorisinin en önemli
yönünün kırılması ve aşılması demektir. Böylece Konevî’nin varlık görüşü iki
ana ekolün etkilerini taşımıştır. Birincisi teorinin sistematik ve formel
kısmında ortaya çıkan felsefe etkisidir. Konevî burada filozofların sudûr
teorilerini geniş biçimde kullanır.
Bu bağlamda sudûr, akıllar, ilk akıl, arş,
kürsü, felekler, nefis gibi terimler Konevî’nin kitaplarında sıkça geçer. Bu
genel benzerliklere rağmen sudûr düşüncesinin özünü teşkil eden nedensellik
bağını zorunlu bir ilişki saymayı reddederek vesileciliğe geçer. Konevî bu defa
filozoflardan ayrılır ve kelâmcılarla benzer görüşleri dile getirir. Onun
varlık görüşü, sistematik ve formel yapısı bakımından sudûr teorisi iken sistemin
içi kelâmcıların cevher-araz teorisiyle işlenmiştir.
Varlıklar belirli bir silsile sonucu “bir”den çıkarlar (Tasavvuf Metafiziği, s. 23). Varlıkların birden çıkarak var oldukları mertebeye kadar ulaştıkları yol “nüzûl” diye isimlendirilir. Nüzûl gerçekte kelâmcıların yaratma dedikleri şeydir. Konevî bu anlamda yaratma, icat, ibdâ gibi terimleri kullandığı gibi sudûr, ismâr, intâc gibi felsefî yönü öne çıkan terimler ya da zuhûr, tecellî gibi tasavvufî yönü öne çıkan terimleri kullanır. Konevî’nin sudûr teorisinin nedenselliğini vesileciliğe çevirdiği yer onun dinamik Tanrı tasavvurunun dile getirildiği yerdir. Bu nedenselliğin aşılması Tanrı ile âlem arasındaki ilişkinin sürekliliği demektir. Diğer bir ifadeyle böyle zorunlu bir nedensellik olmadığı için Tanrı âlemi her an ve doğrudan yaratır. Burada ortaya çıkan kavram, İbnü’l-Arabî tarafından daha ayrıntılı biçimde işlenmiş olan “tecdîd-i halk” tabiridir. Tecdîd-i halk Tanrı’nın âlemi bir defada değil sürekli ve her an yeniden yaratmasıdır.
Varlıklar belirli bir silsile sonucu “bir”den çıkarlar (Tasavvuf Metafiziği, s. 23). Varlıkların birden çıkarak var oldukları mertebeye kadar ulaştıkları yol “nüzûl” diye isimlendirilir. Nüzûl gerçekte kelâmcıların yaratma dedikleri şeydir. Konevî bu anlamda yaratma, icat, ibdâ gibi terimleri kullandığı gibi sudûr, ismâr, intâc gibi felsefî yönü öne çıkan terimler ya da zuhûr, tecellî gibi tasavvufî yönü öne çıkan terimleri kullanır. Konevî’nin sudûr teorisinin nedenselliğini vesileciliğe çevirdiği yer onun dinamik Tanrı tasavvurunun dile getirildiği yerdir. Bu nedenselliğin aşılması Tanrı ile âlem arasındaki ilişkinin sürekliliği demektir. Diğer bir ifadeyle böyle zorunlu bir nedensellik olmadığı için Tanrı âlemi her an ve doğrudan yaratır. Burada ortaya çıkan kavram, İbnü’l-Arabî tarafından daha ayrıntılı biçimde işlenmiş olan “tecdîd-i halk” tabiridir. Tecdîd-i halk Tanrı’nın âlemi bir defada değil sürekli ve her an yeniden yaratmasıdır.
Bu durumda âlem Tanrı’nın karşısında iki anda
bâki kalmayan arazların toplamı olarak kalır. Bu yaklaşım Konevî’ye iki şeyi
açıklama imkânı verir. Birincisi Tanrı’nın her an eşyayı yaratması, ikincisi,
birinci yaklaşımın zorunlu bir sonucu olarak Tanrı’nın her an eşya ile birlikte
olmasıdır.
Bu düşünce, Konevî’den önce kelâmcıların
filozoflara yönelttiği önemli eleştirilerden olan Tanrı’nın tikellerle ilişkisi
sorununun yeniden yorumlanmasıdır. Tanrı, âlem ve içindekilerle tümel bir
şekilde ilişki kurduğu gibi (sudûr silsilesi) her bir şeyle tikel ve özel bir
ilişki içindedir. Konevî bunu varlığın daireselliği olarak açıklar. Ona göre
dinî hayat böyle bir Tanrı tasavvuruna dayanır. Konevî’nin Tanrı-âlem
ilişkisinde ulaştığı ikinci sonuç, onun genel varlık teorisini betimleyebilecek
en önemli kavram olarak Tanrı’nın eşya ile beraberliğini vurgular. Âlemle olan
bu beraberlik âleme varlık vermektir.
İnsan ve Nefis Görüşü:
Konevî’nin
varlık görüşündeki en önemli unsurlardan biri sudûr teorisinden hareketle
geliştirdiği nefis teorisidir. Konevî nefsin bilinmesinin Tanrı’nın
bilinmesinin aracı ve yolu olduğunu düşünmüştür. Ancak buradaki esas mesele
nefsin mahiyetini tesbittir. Konevî bu konudaki görüşlerini İbn Sînâ yorumcusu
Nasîrüddîn-i Tûsî ile mektuplaşmalarında dile getirmiş, İbn Sînâ’nın nefis
teorisi üzerinde birtakım değerlendirmeler yapmıştır (Sadreddin Konevî ve Nasreddin Tûsî Arasında Yazışmalar, s. 78).
Tasavvufun bütün dönemlerde felsefeye en
yakın olduğu konu nefis ve buna dayanan ahlâk teorisidir. Bu husus Konevî’nin
nefis tasavvurunda daha açık biçimde görülür. Ona göre nefis insanın hakikatine
gönderme yapan bir isimdir. Bu bakımdan onu insanın hakikati veya ruhu yahut
başka şekilde adlandırmak mümkündür. İnsanın hakikati Tanrı’nın bilgisinde
ezelî bir hakikat ve sûret olarak bulunduğu halidir. Bu bulunma dışta var olma
biçimlerinden kendini ayırt etmek için sübût terimiyle anlatılır.
İlâhî ilimde mevcut olan şeye ise ayn ya da
hakikat denilir. Konevî’ye göre bu ayn mahiyet ya da mâlûm-mâdûm diye
isimlendirilen şeyle benzerlik taşır (Tasavvuf
Metafiziği, s. 23).
Bu
durumda ilâhî ilimde sabit hakikat ya da sabit ayn nefsin hakikati olmaktadır.
Aynı şey insanın dışındaki varlıklar için de geçerlidir. Bir şeyin hakikatinden
söz etmek o şeyin Tanrı’nın bilgisinde bulunuşundan söz etmek iken bir şeyin
hakikatini bilmek Tanrı’nın bilgisindeki haliyle onu bilmek demektir. Konevî,
buradan hareketle eşyanın hakikatlerini öğrenme görevi yüklediği metafiziği
ilm-i hakāik diye adlandırır. İnsan önce Tanrı’nın bilgisinde bir ayn olarak
bulunmuştur.
Bunu Konevî sübût şeyliği olarak isimlendirir
(İlâhî Nefhalar, s. 24). Bu yönüyle insanın hakikati gayr-i mec‘ûldür, yani
yaratılmış değildir. Ardından sudûr sistemindeki akıllar ve felekler üzerinden
bir yolculukla şehâdet âleminde ortaya çıkar. Bu süreçte mücerret bir haldeki
nefis, uğradığı âlemlerden ve feleklerden kazandığı özelliklerle kesâfet
kazanarak şehâdet mertebesine kadar iner. İnsanın hakikate ulaşması da
kazandığı özelliklerden soyutlanarak nefsin indiği bu yolun çıkılmasıyla
gerçekleşir.
Bu süreç urûc diye adlandırılır. İbnü’l-Arabî
bu süreci tahlil mi‘racı şeklinde isimlendirir ki bu Konevî’nin düşüncesini de
anlatan bir terimleştirmedir. Konevî tasavvufun kullandığı nefsi arındırma ile
ilgili bütün yöntemleri, bu yoğunlaşma ve kirlenmeyi ortadan kaldırarak nefsi arındırmayı
ve soyutlamayı hedefler. Böylece Konevî nefis teorisiyle gerçekte bilgi
görüşünü temellendirir.
Sadreddin Konevî’nin düşüncesindeki merkezî kavram varlık, dolayısıyla Tanrı’dır. Buradan zorunlu olarak ulaştığı ikinci kavram insandır. Bunlardan hangisi öncelenirse öncelensin zorunlu biçimde diğerine ulaşılır. Çünkü insan olmadan varlığın anlamı olmayacağı gibi varlıktan ve Tanrı’dan söz etmek zorunlu olarak insandan söz etmek demektir. Konevî’nin düşünce dünyası tam anlamıyla bir insan ve Tanrı-varlık tasavvuruna dayanır. İnsan bu âlemde her şeyin esasıdır. Bu durum insanın, özellikle de bütün dönemlerde insân-ı kâmilin yegâne örneği sayılan Hz. Muhammed’e duyulan saygı ve onun dindarlığın temelini oluşturmasında kendini gösterir. Konevî’de Hz. Peygamber, salt bir ahlâk modeli veya bir Tanrı elçisi değil bunun yanı sıra ontolojik bir ilke ve prensibe dönüşmüş, onun zaman üstü kişiliği ve hakikati, varlığın gayesi oluşu Konevî sonrasında sûfîlerin temel konusu haline gelmiştir. Konevî’ye göre Hz. Peygamber âlemin hem varlık hem bekā sebebidir.
Konevî varlık ve rahmet arasındaki bir ayniyeti esas alarak âlemde kötülüğü reddeder. Bu mesele daha önce İbn Sînâ tarafından dile getirilmişti. Bunun doğal bir yansıması âlemde var olan her şeyin Tanrı’nın bir inâyeti ve lutfuyla var olmasıdır. Böylece âleme ve var oluşa karşı iyimser bakış, Konevî’nin geleneksel tasavvufun önemli konularından zühde bakışından doğaya, âleme ve en geniş anlamıyla maddeye yönelik iyimser bakışında kendini gösterir. Bu iyimserlik, sûfîlerin dünyadan kaçma ve maddenin kötülüğü üzerinde odaklaşan çeşitli gnostik akımlardan ayrıştığı en önemli noktalardan biridir ve bu düşüncenin kuramcılarının başında Konevî gelir.
Etkileri:
Konevî, İslâm düşüncesinde önemli etkileri
olan bir sûfî düşünürdür. Bu etkinin en önemli göstergesi yeni dönemde
tasavvufun İbnü’l-Arabî’yle birlikte Konevî’nin eser ve düşüncelerinin
etrafında şekillenmiş olmasıdır. İbnü’l-Arabî sonrası tasavvufu ağırlıklı
olarak bir şerh dönemidir ve bu dönemin bir şerh dönemi olması Konevî
tarafından öngörülmüştür. Bu öngörü onun tarih analiziyle ortaya çıkar.
Konevî’nin bu husustaki görüşleri İbnü’l-Arabî tarafından daha ayrıntılı
biçimde dile getirilmişti. İbnü’l-Arabî’ye göre bu dönem mârifetin tekâmül
aşamasına karşılık gelir. Tekâmül devrinden sonra belli bir gerilemenin olması
beklenir.
Nitekim Konevî de böyle düşünür ve gelecek
hakkında bir karamsarlık taşır. Bu görüşlerinin bir kısmı Vaśıyyetnâme’sinde
geçer, bir kısmı Fâtiha Suresi Tefsiri’nde ve el-Fükûk’te zikredilir. Bu
karamsarlığın sebepleri arasında Konevî’nin tanık olduğu Moğol istilâsı
sayılabilir. Buna İslâm dünyasında yaşanan başka sorunlar da eklenebilir. Ancak
bütün bunlar meselenin bir yönünü açıklayabilir.
Esas sorun İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin
dönemlerini yerleştirdikleri tarihsel bağlamdır. Gerek İbnü’l-Arabî gerekse
Konevî kendi devirlerini mârifetlerin zirveye ulaştığı bir dönem olarak görmüş
ve bunu kıyamet vaktinin yaklaşmasıyla ilişkilendirmiştir. İbnü’l-Arabî’nin
hatm-i velâyet görüşü hatm-i nübüvvet görüşüyle ilişkilendirilerek bu
yaklaşımın tarihsel bir anlam taşıdığı da söylenebilir. Şu halde
İbnü’l-Arabî’nin ve Konevî’nin teorisinde kemale ulaşma fikri zorunlu olarak
sona yaklaşma düşüncesiyle alâkalıdır.
Nazarî tasavvufun tarihinde hiçbir mutasavvıf Konevî kadar etkili olmamıştır. Bunun tek istisnasının İbnü’l-Arabî olduğu söylenebilir. Ancak İbnü’l-Arabî’nin anlaşılmasında Konevî’nin yorumlarının rolü dikkate alındığında onun etkisinin Konevî vasıtasıyla gerçekleştiği ortaya çıkar.
Konevî’nin İbnü’l-Arabî’nin görüşlerinin
anlaşılmasındaki etkisi Abdurrahman-ı Câmî tarafından şöyle dile getirilir:
“Şeyh Sadreddin, Hz. Şeyh’in sohbet ve hizmetinde terbiye gördü. Şeyhin
vahdet-i vücûda dair görüş ve sözlerini iyice anladı, akla ve şeriata uygun
gelecek tarzda yorumladı. Onun bu konudaki araştırma ve yorumlarını görmeksizin
vahdet-i vücûd meselesini gereği gibi anlamak mümkün değildir” (Lâmiî, s. 633).
Konevî’nin etkisi, öncellikle nazarî
tasavvufa özgü bir yazı dilinin ve üslûbunun gelişiminde kendini gösterir.
Başta ilk Fuśûśü’l-ĥikem şârihi Müeyyidüddin Cendî; İbnü’l-Fârız şârihi
Saîdüddin el-Fergānî; İbnü’l-Arabî ve İbnü’l-Fârız şârihi Dâvûd-i Kayserî,
Abdürrezzâk el-Kâşânî; Sadreddin Konevî şârihi Molla Fenârî, Kutbüddin İznikî,
Kutbüddinzâde İznikî, Ahmed-i İlâhî, Abdullah-ı İlâhî, Bedreddin Simâvî,
Atpazarî Osman Fazlı, Abdullah Bosnevî, İsmâil Hakkı Bursevî gibi birçok
sûfînin eserlerindeki üslûp ve yaklaşım tarzı büyük ölçüde Konevî’ye dayanır.
Bu dönemde varlık ve buna bağlı sorunlar
tasavvuf kitaplarında önemli ölçüde yer tutmuş, klasik tasavvuf kitaplarında
ele alınmayan pek çok mesele tasavvufla ilgili sayılmış, eski kitaplardaki pek
çok konu ya önemini kaybetmiş veya bütünüyle göz ardı edilmiştir. Böylece
felsefî bir üslûp taşıyan ve nazarî tasavvuf diye isimlendirilen bir tasavvuf
anlayışı ortaya çıkmıştır. Konevî’nin bu alandaki tesiri, geniş talebe
halkasının oluşturduğu gelenek ve eserleri üzerinde yazılan şerhler vasıtasıyla
gerçekleşmiştir. Konevî, bazı talebelerini başta İbnü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-hikem’i
ve İbnü’l-Fârız’ın şiirleri olmak üzere çeşitli tasavvuf kitaplarını
yorumlamaya yönlendirmiştir. Fergānî’nin İbnü’l-Fârız’ın bir kasidesi üzerinde
yazdığı şerhin İbnü’l-Fârız’ı anlamada önemli etkisi olmuştur. Ancak bundan
daha önemlisi İbnü’l-Arabî yorumlarında Sadreddin Konevî’nin dolaylı veya
doğrudan tesiridir. Konevî’nin el-Fükûk’ü ve bizzat Konevî’nin yönlendirmesiyle
yazılan ilk büyük Fuśûś şerhi olan Cendî şerhi İbnü’l-Arabî’nin anlaşılmasında
büyük etki sahibi olmuştur.
Konevî’nin tasavvuf anlayışı çelişkilerden arınmış homojen bir yapının ortaya çıkması üzerinde odaklaşmıştır. Onun tasavvuf tarihine en önemli etkilerinden biri bu nokta sayılabilir. Bu yaklaşım aynı zamanda metafizik tasavvurun sonucudur. Böyle bir tasavvura dayanan bir ilmin zorunlu olarak bireysel farklılıklardan uzak, çelişkisiz bir yapı arzetmesi gerekir.
Konevî bunu savunmuş ve kendisinden önceki
tasavvuf düşüncesini bu doğrultuda yorumlamıştır. Bu bakımdan Konevî’nin tasavvufî
eserlerden aktardığı cümleleri yorumladığı bağlam, onun bu çelişkisiz ve
homojen tasavvuf anlayışını ortaya koyması bakımından son derece önemlidir. Bu
anlayışın temel sonucu ise güçlü bir doktrinin ortaya çıkmasıydı. Çünkü dönem,
mekân ve kabiliyet farklarını göz ardı ederek bütün sûfîlerin ortak olduğu bir
tasavvuf anlayışı tasavvufî yöntemin doğruluğunun en güçlü kanıtıydı. Bunu
sağladıktan sonra Konevî, felsefe ve kelâmdan tevarüs ettiği birtakım düşünce
ve kavramlarla kendi düşüncesini daha tutarlı hale getirmeye çalışmış, böylece
yeni dönem tasavvufu sistematik ve nazarî bir boyut kazanmıştır. Bu yaklaşım
aynı zamanda tasavvufa “tedrîs edilebilir” bir hüviyet kazandırmıştır ve şerh
dönemi de bu kapsamda anlamlı hale gelmiştir.
Eserleri:
1. Miftâhu’l-gayb ve’l-cem ve tafsîlühû. Konevî’nin temel kitabı olup Fusûsü’l-hikem ile
birlikte yeni dönem tasavvufunun etrafında şekillendiği ana metindir. Üzerine
birçok şerh yazılmış, Muhammed Hâcevî tarafından Molla Fenârî’nin şerhiyle
birlikte tahkikli olarak yayımlanmış (Tahran 1374 hş.), Ekrem Demirli
tarafından Tasavvuf Metafiziği adıyla tercüme edilmiştir (İstanbul 2002).
2. İ‘câzü’l-beyân
fî tefsîri Ümmi’l-Kur‘ân. Fâtiha sûresinin
geniş bir tefsiri olan eser, diğer kitaplarında ortaya koyduğu bütün görüşleri
içermesi bakımından Sadreddin Konevî’nin eserleri için bir “mısdak”
sayılabilir. Kitabın hacimli girişinde Konevî, başka kitaplarında kısmen
görülen felsefe eleştirisine ve bu eleştiriden hareketle dile getirdiği bilgi
teorisinin en önemli unsurlarına yer verir. Bu vesileyle sûfîlerin hakikate
ulaşma yöntemini ve bilgi görüşlerini ayrıntılı biçimde ele alır. Ardından
Fâtiha sûresini çeşitli derecelerde yorumlar. Her âyetin zâhiri, bâtını, haddi
ve matlaı olduğunu ifade eden hadisten yola çıkan Konevî’ye göre bunların her
biri bir varlık derecesine tekabül etmektedir. Bir âyetin zâhirinden söz etmek
duyular âleminden söz etmek demektir; bâtını misal âlemine, haddi ruhlar
mertebesine tekabül eder. Matlaı ise onun a‘yân-ı sâbite mertebesinden söz
etmektir. Konevî eserde harfler üzerinde önemle durur. Ona göre harfler,
a‘yân-ı sâbiteye (eşyanın ilâhî ilimdeki hakikatleri) tekabül eder. Sûrede
geçen Allah’ın isimleri ve bu isimlerin insan ve âlemle ilişkilerini ayrıntılı
biçimde ele alan Konevî ilâhî isimler teorisini geniş şekilde bu kitapta
işlemiş, çeşitli vesilelerle kıyamet alâmetleri, mehdînin gelişi gibi konulara
atıflar yapmıştır. Geleneksel anlamıyla bir tasavvufî tefsirin sınırlarını
aşacak şekilde Tanrı-âlem ilişkilerinin yorumlandığı eseri Abdülkādir Ahmed Atâ
tahkikli olarak yayımlamış (Kahire 1970), Ekrem Demirli Fâtiha Suresi Tefsiri
adıyla Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 2002).
3. Şerhu
esmâillâhi’l-hüsnâ. Konevî, “Allah’ın
doksan dokuz ismi vardır, bunları öğrenen cennete girer” diye bilinen bir
hadisten hareketle böyle bir kitap yazmaya niyetlendiğini söyler. İlâhî isimler
konusu Konevî’nin tasavvuf anlayışının odağındaki konudur. Konevî’ye göre
Allah’ın âlemle ilişkisinden söz etmek O’nun isimlerinden söz etmek demektir. İlâhî
isimler âlemin varlık ilkesidir. İnsanın ahlâken yetkinleşmesi ve hakikate
ulaşması Allah’ın isimleriyle ahlâklanmasıyla mümkündür. Bu sebeple esmâ-i
hüsnâ şârihliği tasavvufun en önemli ilgi alanlarından biri olmuştur.
Konevî’nin eserinin bu literatürde önemli bir yeri vardır. Kitap Ekrem Demirli
tarafından Esma-i Hüsna Şerhi adıyla tercüme edilmiştir (İstanbul 2002).
4. el-Fükûk fî esrâri müstenidâti hikemi’l-Fusûs. Teknik anlamıyla bir şerhten ziyade belirli
konulardaki açıklamalardan oluşan eserin Fusûsü’l-ĥikem şerhi geleneğinde
önemli bir etkisi olmuştur. Müeyyidüddin Cendî, Dâvûd-i Kayserî, Abdürrezzâk
el-Kâşânî, Abdurrahman-ı Câmî gibi birçok
Fuśûś şârihi Konevî’nin kitabına atıf yapmış ve onun görüşlerinden delil
getirmiştir. Muhammed Hâcevî tarafından Farsça tercümesiyle birlikte tahkikli
olarak neşredilen eseri (Tahran 1413 hş.) Ekrem Demirli Fusûsu’l-Hikem’in
Sırları adıyla Türkçe’ye çevirmiştir (İstanbul 2002).
5. Şerhu erbaîne hadîs. Konevî’nin hadis şerhi yöntemini gösteren eser yirmi dokuz hadisin şerhini
içerir. Konevî’nin hadis anlayışı Hz. Peygamber’e “cevâmiu’l-kelim” özelliği
verildiği ilkesinden hareket eder ve hakîkat-i Muhammediyye düşüncesinin bir
yorumu şeklinde ortaya çıkar. Ona göre Hz. Muhammed hakikat itibariyle ilk var
olan hakikat, buna karşılık tarihî zuhur bakımından son var olan peygamberdir.
Hakîkat-i Muhammediyye, tıpkı bir çekirdeğin bütün unsurlarıyla ağacı kendinde
içermesi gibi kendisinden sonra gelen bütün peygamberlerin bilgilerini içerir.
Peygamberin sözlerinin vecizliği bu özelliğinden kaynaklanır. Eser Hasan Kâmil
Yılmaz tarafından tahkikli olarak yayımlanmış (Tasavvufî Hadis Şerhleri ve
Konevî’nin Kırk Hadis Şerhi, İstanbul 1990) ve Ekrem Demirli tarafından Kırk
Hadis Şerhi adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 2002).
6. en-Nefehâtü’l-ilâhiyye. Konevî, tasavvuf edebiyatında
“vâridât” diye bilinen tarzın en önemli örneklerinden biri olan bu kitabında
belirli konulardaki tecrübelerini, düşüncelerini akıcı bir üslûpla dile
getirir. Ayrıca eser onun İbnü’l-Arabî ile ilişkileri başta olmak üzere kendi
hayatı hakkında en fazla bilgi verdiği kitabıdır. Eserin bir bölümü Konevî’nin
mektuplarından oluşur. Farklı dönemlerde yazılan bu mektuplar Konevî’nin
biyografisiyle ilgili birtakım ipuçları taşır. Kitabı Muhammed Hâcevî Farsça
çevirisiyle birlikte tahkikli olarak yayımlamış (Tahran 1996), Ekrem Demirli
İlâhî Nefhalar adıyla tercüme etmiştir (İstanbul 2002).
7.
en-Nusûs fî tahkīki’t-tavri’l-mahsûs. Sadreddin Konevî, yirmi
iki kısa bölümden oluşan bu eserinde diğer kitaplarında ayrıntılı biçimde
açıkladığı görüşleri veciz bir üslûpla anlatmıştır. Eser üzerine yazılan
şerhlerin en önemlileri Pîr Muhammed b. Kutbüddin Hûyî ve Nûreddinzâde
Muslihuddin’in şerhleridir. en-Nuśûś Seyyid Celâleddîn-i Âştiyânî tarafından
tahkik ve açıklamalarla yayımlanmış (Tahran 1342 hş.), Ekrem Demirli tarafından
Vahdet-i Vücûd ve Esasları adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul 2002).
8.
el-Mürâselât beyne sadriddîn konevî ve Nasîriddîn et-Tûsî. Eserde Konevî özellikle İbn Sînâ felsefesi başta olmak üzere filozofların
çeşitli meselelerdeki görüşlerine eleştiriler yöneltir ve buradan hareketle
felsefenin ve aklın imkânlarını tartışır. G. Shubert tarafından müellifin
Risâletü’l-mufaśśıĥa ve Risâletü’l-hâdiye adlı risâleleriyle birlikte
neşredilen eseri (Beyrut 1995) Ekrem Demirli Sadreddin Konevî ve Nasreddin Tûsî
Arasında Yazışmalar: el-Mürâselât adıyla tercüme etmiştir (İstanbul 2002).
9. Tebsıratü’l-mübtedî ve tezkiretü’l-müntehî. Mârifet ve velâyet konusunda
sâliklere rehber olarak kaleme alınan bu risâle Farsça’dır. Ahmed Remzi Akyürek
eseri tercüme etmiş, Ekrem Demirli bu tercümeyi Marifet Yolcusuna Kılavuz
adıyla yayımlamıştır (İstanbul 2002). Kitabın sonunda Sadreddin Konevî’nin Mûsâ
Sadrî veya Muhammed Emin Dede tarafından derlenen Regāyibü’l-menâkıb adlı
menâkıbnâmesi yer almaktadır. Mikâil Bayram, Tebsıratü’l-mübtedî’nin Ahî
Evran’a ait olduğunu belirterek Ahi Evren: Tasavvufî Düşünce’nin Esasları adlı
kitabında (Ankara 1995) yayımlamıştır (Sadreddin Konevî’nin diğer eserleri ve
yazma nüshaları için bk. Ergin, II [1957], s. 63-90).
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder