Mİ’RAC’I HAZIRLAYAN SEBEPLER (5)
Mi’racı hazırlayan
sebeplerden birincisi;
Efendimizin (s.a.v.), Çilesi; Hz. Muhammed(sav) in çile ve ızdırap boyutunun had safhada olmasıdır. Bu mucize
gerçekleşmeden önce Hz. Peygamberimiz Mekke-i Mükerreme’deki o müthiş
sıkıntılara,çilelere ve ızdırablara
maruz kaldı ki, Hz. Nuh dokuzyüzelli yıllık sürede o sıkıntıyı
çekmedi,Hz. Musa upuzun nübüvvet döneminde o kadar korkunç çileye maruz
kalmadı. Efendimizin(sav), çekmediği sıkıntı,hissetmediği acı kalmadı. Ağır
şartlar içinde büyük davasına layık olmaya çalışıyordu.
İns’e ve cinne peygamber olarak gönderildi.
Davasını duyurmak için yakın akrabasından başladı. Fakat akrabaları, amcaları
düşman ve çevresi de taraflı bakış açısına sahip bir kitle içerisinde idi.
Davasını Mekke’ye anlatacak, hicret bölgesine anlatacak, Asya’ya ve bütün
dünyaya duyuracaktı. Bi’set’ten onbir, oniki sene geçmesine rağmen arkasında
bir avuç cemaat ancak vardı. Bu durumun sürekli sıkıntısını ,derdini ve
ızdırabını çeken Peygamberimiz(sav) davasının duyurulması, anlatılması için
yanıp tutuşuyordu. Arkasında destekçiye ihtiyacı vardı.
Dava
zatından büyük olabilir, fakat çapına göre desteklenmezse o dava adamı
mahzundur. Eğer ki, bu, İslam davası
olursa, kendi zatından da çok büyük olacaktır. Fakat o büyük dava adamı
davasıyla geldi. Çapına göre destek bulamıyor, mahzun ve mükedder yaşıyordu.
Onun iki
tane destekçisi vardı ki, bunlar :Amcası Ebu Talip ve Hatice-i Kübra validemiz
idi. Bunlar da peygamberliğinin dokuzuncu senesinde birbirlerine yakın zaman
içinde vefat ettiler. Mahzun peygamber daha da mahzunlaştı. O kadar hüzünlendi
ki artık Mekke’de yaşayamaz hale geldi. Akraba-i taallukatının kendine cephe
alması, her gün başına işkembe torbası konmak istenmesi ve konması, eshabının
büyük sıkıntılara maruz kalması,başlarının kaynar kazanlara sokularak işkence
edilmeleri ve bir de arkasında en büyük maddî ve manevî iki destekçisini
kaybetmesiyle, Mekke’de şartlar aleyhine çok ağırlaşmış ve yaşanmaz hale gelmişti.
Taif’te Aradığını Bulamadı;
Âlemlerin
Fahrı Hz. Muhammed(sav), yaşanmaz hale gelen Mekke’den akrabalarının bulunduğu
Taife gidip, oradaki akrabalarıma, halka
belki, tebliğ ederek bir şeyler anlatırım düşüncesiyle gitti. Fakat düşündüğü
gibi olmadı. ‘Akrabalarım’ dediği kimseler O’nu dinleyerek alay ediyor ve
inanmıyorlardı. İnanmamakla kalmadılar. Peygamberimizi(sav)’i Taif’ ten
kovdular. Kovmakla da kalmadılar; taşlayın şu mecnunu, diyerek Taif’in
çocuklarına taşlattılar. Taif’in dışına kadar böyle bir şiddetle karşılaştı.
Vücudundan kan akıyor ve Mahzun Nebinin mahzuniyeti daha da artıyordu. O
mahzuniyeti dünyada yaşadığı için inşaallah öbür âlemde mahzun olanlardan
olmayacaktır ve hüzünlenmeyecektir. Şu Ayet-i Kerime de bunu belirtiyor: “O gün
Allah, peygamberlerini ve onun beraberindeki mü’minleri utandırmaz...” (Tahrim
Süresi 66/8)
Mahzun Nebi
artık Taif’te yerini bulamayınca beslediği ümitler bir-bir son buldu. O kadar
mahzundu ki ,mahzuniyeti, ızdırabı doruk noktaya çıkmıştı. Bir rivayette,
mi’raç gecesi Ümmihânî’nin evindeydi. Ümmihânî, Ebu Talib’in kızı, Hz. Ali’nin
ablasıdır. Diğer bir rivayette Hâtîm’de yatıyordu.
Kabe’de altın oluğun altında, duvarla çevrilmiş bir yer vardır. Efendimiz orada
mahzun, mahzun istirahat ediyordu, ama çok hüzünlüydü. Yerdekiler onu kabul
etmeyince, Allah (cc) O’nu semaya dâvet etti. Onun çektiği çile ,ızdırap ve
hüznün zirvede olması mi’raca götüren mühim sebeplerden,faktörlerden bir
tanesidir.
Göğsünün Yarılması;
Malik
b.Sa’sa’dan, Malik b.Enes, Efendimizin şunları söylediğini bildiriyor: “Bir
defa Ben, Beytin yanında uyur-uyanık bir halde iken, birden-bire bir ses
işittim. Bu ses “üçten birisi, iki kişinin arasında” diyordu. Derken bana
geldiler ve beni alıp götürdüler. Bana içinde zemzem suyu bulunan altın bir tas
getirdiler. Göğsümü şurdan şuraya kadar yardılar (katade demiş ki, karnın
altına kadar demek istiyor), kalbimi çıkardılar ve zemzem suyu ile yıkadılar,
sonra yerine iade ettiler. Sonra kalbime iman ve hikmet doldurdular.”(Sahih-i
Müslim Tercüme ve Şerhi c:2, sf:610,611, H.No: 264, Mütercim :Ahmet
Davutoğlu,Renk Ofset, İstanbul, 1978)
Haşa
Efendimiz kalbi pis değildi ki yıkansın. Maddî kalp değil, imanın mahalli olan
manevî
kalbi idi. Efendimizin üzerinde böyle
bir olay gerçekleşmesi,ümmetinin temsili yönü’nü anlatmasıyla önemlidir. Çünkü
Efendimiz (as), fiilleri ile bize imam olduğundan, Allah huzuruna
çıkmak için
cennete gitmek ve Allah nazarında makbul ve mahbub olunması için kirli, fitne
ve fesat içinde, dünya sevgisi ile dolu bir kalple Allah’ın huzuruna
çıkılamayacağının önemi vurgulanmıştır.
Bununla
ilgili bir ayeti kerime, misal olarak verilebilir: “O gün ki, ne mal, ne mülk,
ne evlat insana fayda eder.” (Şuara suresi 26/88) Hz.Muhammed
(sav) bu fiiliyle bize ders vermektedir.
Onun kalbi için altın leğen cennetten gelmiştir.
Kalbi niçin
zemzem’le yıkandı? Zemzem’in fazileti;
Hz.
Peygamberimiz’in kalbi niçin zemzemle yıkandı da cennetten gelen bir suyla,
zencebil ile ,şârâben tahûra denen cennet ırmaklarıyla yıkanmamıştır? Herhalde zemzem fazilet
noktasında cennet nehirlerinden ve sularından da üstte olduğunu göstermek
içindir. Veya semavî ve
arzî
olan iki şeyle bir nikah akdetmek , bunları cem’etmek için olmuştur. Arzî olan
bir su ile, cennetten gelen bir leğen su sayesinde semavileştirme mantığı da
olabilir.
Şerefli
kalbinin zemzem suyu ile
yıkanmasının sebebi , zemzem suyunun
kalbi takviye ve teskin edip ; melekutun görülmesine kuvvet hasıl etmesi içindi
dediler. (İmam-ı
Kastalani , Mevhib-i Ledünniye tercümesi,
Sadeleştiren: H.Raahmi Yananlı, C:2, Shf:21, Divan Yayınları 1983, İst)
Burak nedir?
Ve
Efendimiz(as),bu şekilde yıkandıktan sonra buraka bindirildi.Burak, kök
itibariyle berkten gelir. Berk; şimşek
çakmasıdır, çaktığı zaman ile bittiği nokta arasında zaman farkı çok, çok
azdır. Bunun gibi Burak’ta gözünün gördüğü yere kadar adım atıyordu.Burak
kelimesinin iştikakı (hangi kelime kökünden geldiği)husunda bazıları,”berik”
dandır dediler ki, ışık,parıltı,parıldamak demektir.Bazıları,berk(şimşek)dendir,seyrinin
sür’atli oluşundan ötürü böyle denildi,dediler.Bazıları da:”İki rengi
vardı.Onun için Burak denilmişti.Verka’dan alınmıştır.Verka’ diye ak yünü olup
yer yer siyahları bulunan koyuna derler,”dediler.
Bazı
rivayetlerde mezkür Burak,dağa çıktığı zaman arka ayakları uzar,aşağı inerken
ön ayakları uzardı,demişlerdir. (İmam-ı Kastalani, Mevhib-i Ledünniye tercümesi, Sadeleştiren: H.Raahmi Yananlı, C:2, Shf:21,
Divan Yayınları 1983, İst)
Mescid-i
Aksa’ya geldiğinde, peygamberimiz burada diğer peygamberlerin ervahına imam
oldu. Bu imam oluş, peygamberimizin dünyada diğer bütün insanlara da imam
olduğunu gösterir. Evet Hz. Muhammed (sav) bu olayla Hz. Adem’den kıyâmete kadar gelecek
olan bütün insanların ve Nebilerin imamı olduğunu, Mescid-i Aksa’daki
imamlığıyla kanıtlamış oldu. Nebilerin imamı peygamberimiz olduğuna göre,
ümmetlerin imamı da ümmet-i Muhammed olması lazımdır.
Bununla ilgili olarak Furkan
suresinde şu ayet-i kerime vardır : “Allah’ım ne olur ki bizi muttakilere imam eyle:” (Furkan suresi 25/74) Bu ayetteki mana ile dua ediyoruz.
Öbür âlemde ,haşir meydanında topyekün beşer sıkıştığı zaman, kendi durumunu
şöyle belirtiyor: “Ben kıyâmet günü insanların efendisiyim” Sahih-i Buhari, Ebü
Abdilleh,Muhammed B. İsmail; Enbiya 3, El-Mektebetü’l-İslamiye,
İstanbul-1979, Sahih-i
Buhari, Buhari İsra tefsiri; Sahih-u Müslim, İman, 327-28 Fezail
,Ebu’l-Huseyn el-Haccac en-Neysaburi; el-Mektebetü’l- İslami,İstanbul-1955. buyurarak
sadece kendi ümmeti için değil bütün insanları bu sözünde ele alıyor.
İsra
suresinin birinci ayeti, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gidişi anlatır. “İsra” ayetle sabit olduğu
için, bunun inkarı küfürdür. Fakat Mescid-i Aksa’dan semavat alemlerine seyr-ü
seyahatını daha çok sahih ve mütevatir hadisler içersinde görüyoruz. Mi’raçla ilgili Kur’an-ı Kerimde, Necm suresinde de bazı ayetler vardır ki , Mescid-i Aksa’dan
sonraki semavat aleminde seyr-ü seferine,seferdeki değişik noktalara ve
makamlarına dikkat çekmesi yönüyle çok önemlidir.
Mi’raç dönüşü Mekke’de başına gelenler;
Efendimiz(as), Mi’raçtan döndüğünde,
Mescid-i Haram’ın kenarında mahzun, mahzun otururken, yanına Ebu Cehil sinsice
yaklaştı. Ebu Cehil Efendimize; yine anlatacağın bir şey mi var? diye sordu.
Efendimiz(sav); “evet anlatacaklarım var” diye cevap verdi. Ne oldu? diye
merakla sorusuna, Efendimiz İsra ve Mi’raç hadisesini anlatarak cevap verdi. (Sahih-i Buhari, Ebü
Abdilleh,Muhammed B. İsmail; İman:
1,Shf:91-93,
El-Mektebetü’l-İslamiye, İstanbul-1979.Sahih-i Buhari, Buhari İsra tefsiri;)
Anlatırken
ve anlatacağı zamanda içinde bir telaşı vardı. Anlatmakla mükellef olduğu için
Mescid-i Aksa’ya kadar gittiğini
anlattı. Çünkü buna dahi inanmayacak kimseye ,semavât âlemine
çıktığını , peygamberlerle görüştüğünü ,Allah (cc) ile arasında az bir ara
kaldığını anlatmak, çabuk ve yersiz olacağını düşündü. Ebu Cehil İsra
hadisesini anlayamadı ve gülmeye başladı. Öyle güldü ki, kahkahaları ardı
ardına geliyordu. Sonra bağırdı ve kavmini dâvet etti. Kendine yakınlık bakımından
akrabalarını ve daha uzak akrabalarını da peygamberimiz (sav) yanına çağırdı.
“Geliniz Ey Ka’b b. Lüey oğulları topluluğu!”diye bağırdı. Ebu Cehil,
Efendimiz’e(sav) şöyle dedi: “Ya Muhammed! bana anlattığının aynısını bunlara
da anlat” dedi. Efendimiz İsra hadisesini anlattığında orada bulunanlar öyle
gülüyorlardı ki düşmemek için birbirlerine yaslanıyorlardı, kimisi de ellerini
başlarına koyuyorlardı. (M. Asım Köksal, Hz. Muhammed (sav) ve İslamiyet . Mekke Devri. Shf:315,
İrfan Yayınları, ist.1973)
Efendimizin,
bu anlattığına inanmayanlar, fırsattan istifade ederek; iman etmiş olanları da,
Efendimizin etrafından dağıtmak ve imanlarına halel getirmek istediler. Bu
düşünceyi gerçekleştirmek için, ilk olarak, Hz. Ebu Bekir’in yanına gittiler.
“Ya Ebabekir! Dostunun işinden haberin var mı? O, bu gece akşam Mescid-i
Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gittiğini orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünü
söylüyor. Bundan sonra O’na hala inanacak mısın?” (M. Asım Köksal, Hz. Muhammed (sav)
ve İslamiyet . Mekke Devri. Shf:317-318, İrfan Yayınları, ist.1973) şeklinde
söylediler. Hz. Ebu Bekir hiç telaşa vermeden şöyle sordu : “bunu O mu
anlatıyor? “Evet dediklerinde Hz. Ebu Bekir sıddıkıyetinin emaresi olarak “ O diyorsa doğrudur “demiştir. Onun Mescid-i
Aksa’ya gidip gelmesi ne olacak ki, O her gece Cebraille görüştüğünü ve O’ndan
vahiy aldığını anlatıyor, ben onlara inanıyorum. Bu olay da gayet mümkündür,
diyerek ebu Cehil ve arkasındakilerin beklentilerini boşa çıkartıyor. Hz.
Ebubekir hemen kalkıp peygamberimizin
yanına gitti. ”Ey Allahın peygamberi!
Sen,şu halka bu gece,Beyt’ül Makdis’e gittiğini söyledin mi?” diye
sordu.Peygamberimiz “evet” deyince, Hz. Ebubekir; ”Ey Allah’ın peygamberi! Onu,
bana tarif et! Çünkü,ben orayı gidip görmüşümdür!”dedi.Beyt-ül Makdis,yine
peygamberimizin gözünün önüne geldi.Peygamberimiz, bakarak, onu Hz.
Ebubekir’e birer birer tarif
ettikçe,”Doğru söylüyorsun! Senin
Resülullah olduğuna şehadet ederim!”diyerek peygamberimizi tasdik ediyordu.
Peygamberimiz,
Beyt-ül Makdis hakkındaki tarifini sona erdirince, Hz. Ebubekir,yine “Doğru
söyledin!Senin,Resülullah olduğuna şehadet ederim!” dedi.Peygamberimiz de “”Ey
Ebu Bekir!Sen zaten sıddiyksın!”dedi.
Hz. Ebubekir’e bu gibi vasıflarından dolayı
büyük tasdik eden manasında “Sıddîk” dediler. Sıddık-ı âzam olarak
kayda geçti ve bu özelliğiyle bize örnek bir şahsiyet ve imam oldu. (M. İbn-i İshak , Tabakat’ül
Kübra , C:1,Shf:213-216,Dar’u Sadir,Beyrut,1960)
Hz.Ebu Bekir
Efendimizin(sav) yaptığı ,yaşadığı ve her konuştuğu mevzuda neden ve niçin diye
sormadan, “ O demişse doğrudur , O yapmışsa doğrudur, O emretmişse doğrudur”
diyerek Sıddîk vasfını her an sürdürmüştür. Bizler de sıddîkıyet ve teslimiyet
noktasında, Hz. Ebubekir’i kendimize örnek bir şahsiyet kabul ederiz.
Ebu Cehil,
Hz. Muhammed (sav) ‘in bu ifadesine karşılık, Müslümanların dinine yönelik,
düşündüğünü gerçekleştirmeyince, bu sefer Hz. Peygamberimize gittiği yerle
ilgili olarak sorular sordu. Madem Mescid-i Aksa’ya gittin ve geldin, o halde
orayı bize anlat da o zaman sana inanalım.
Kaç kapısı vardır? Şekli-şemâli nasıldır? Kaç
penceresi vardır? gibi sorular yöneltti. Efendimizin bu sorular karşısındaki
halet-i ruhiyesini, Buhari ve Müslim’in rivayetinden öğrenebiliriz. “O zamana
kadar böyle sıkışmamış ve sıkılmamıştım. Ben Mescid-i Aksa’ya gittim orada
peygamberlerin ervahına imam oldum. Oradan semavat âlemlerine gittim seyr-ü
sefer yaptım ama, benim nazarım Allah’a idi. “Peygamberin gözü kaymadı,
şaşmadı, aşmadı da.”( Necm suresi 53/17),sırrınca nazarı sadece Allah’a
yönelikti.
Ebu Cehil’in bu sorusu karşısında Allah(cc) Mescid-i
Aksa’yı peygamberimizin görebileceği şekilde tecelli ettirdi. Ve peygamberimiz
ona bakarak, ne kadar penceresi ,ne kadar kapısı varsa bütününü aynen anlattı.
Ebu Cehil ve taraftarları bu olay karşısında hiçbir şey diyemeyip, “Yetimi Ebu Talib’in sihri, semaya da tesir
etti” dediler.” (Sahih-i Buhari, Ebü Abdilleh,Muhammed B. İsmail;Menâki’bul –Ensar ; tefsir İsra 41,3,
El-Mektebetü’l-İslamiye, İstanbul-1979; Sahih-u
Müslim, ,İman ,276,Ebu’l-Huseyn el-Haccac en-Neysaburi; el-Mektebetü’l
İslami,İstanbul-1955)
Mi’racı hazırlayan sebeplerden birisi; O (sav)nun
ibadeti
Mi’racı
hazırlayan faktörlerden ikincisi de; Efendimiz(as)’ın
çok derin kulluğu ve Allah(cc) ile münasebetinin çok derin olmasıdır. İbadetten
maksat, sadece namaz değildir. Zira
namaz ibadetlerin sultanıdır. Mi’raç da farz kılınmıştır ama, Efendimiz (as)
mi’raca kadar yani namazın farz olacağı zamana
kadar dahî,
Allah’a karşı müthiş bir ibadet
yapıyordu.
İbadet, Allah’ın
emrettiği şeylere itâat,nehyettiği
şeylere karşı da sakınmak demektir. O peygamberliğinden önce dahî,
ibâdet
yapardı. Cahiliye döneminde insanlar münkerâtın içinde yaşarken, Efendimizin
cahiliyyesi olmadı. Azığını alarak Hira mağarasına çekiliyor ve orada Hanîf
dini üzere Allah’a kulluk ediyordu. Hadîsin ifadesiyle;
taabbüd ve tahannüs yapıyordu. (El lü’lü Mercan, M. Fuad Abdülbaki, c:1, sf: 32, H.No:
99,El Mektebet’ül İslamiye ,Mekke,Tarihsiz) Ve
peygamberlik kendisine verilince
Cibril-i Emin önde imam, efendimiz arkada, Hatice-i Kübra validemizde
onun arkasında cemaat oluşturarak Allah’a ibadet ediyorlardı. (Muhammed Asım Köksal,İslam
Tarihi, Mekke Devri Shf:138-139,İrfan Yayınevi, İst) Derin mi
derin bir ibadeti vardı. İbadet çekirdeği neşv-ü nema buldu. Semavat âlemlerine
kadar dal budak saldı. Sonuçta mi’raca yükselmesine sebebiyet verdi. Ayet-i
Kerimede kulluk yönüyle ele alınmıştır ki; “…Esra biabdihi..” (İsra suresi 17/1)
denilmiştir. Abd kelimesi yerine
“binebiyyihî” veya “bi Muhammedihî” denilebilirdi. Fakat özellikle
kulluk, abd buudundan ele alarak Allah(cc)böyle bir mu’cizeyi Kulu ve resulü
üzerinde tahakkuk ettirmiştir.
Mütevatir
hadislerde mi’raçla ilgili bilgiler vardır. Necm suresinde de mi’raçla ilgili çok önemli malumât
vardır. Semâvat
âlemine, seyr-ü sefer esnasında yedi kat çıkmış ve her katta değişik
peygamberlerle görüşmüştür. Bu görüşmenin vuku’ bulması peygamberimizin her
makamı arkasında bırakıp, daha yukarılara çıkması ve hiçbir peygamberin
çıkamadığı o muallâ makama, sidre-i müntehaya çıkmış olmasıyla
önemlidir. Sırasıyla görüşmüş olduğu peygamberleri mütevatir bir hadiste
peygamberimiz beyan ediyor. Birinci kat semada Hz. Adem’le ,ikinci kat semada
Hz. İsa ve Zekeriyya (asm) ile görüştüğünü , üçüncü kat semada Yusuf(as) ile,
dördüncü katta Hz. İdris ile, beşinci katta Hz. Harun’la ,altıncı katta
Efendimizin makamına yakın olan “kelimullah” ünvanı ile namdar olan Hz. Musa
ile ve yedinci katta ise Cedd-i emced ve
eşrefi olan mübârek ve muazzez
dedesi, Hz. İbrahim ile görüştüğünü ifade eder. (M.Fuad Abdülbaki, El lü’lü-ü vel-
Mercan, C:1,Shf:36,,Kitab-ül İman, H.No:103,Mektebetül İslami, Mekke) Bütün makamları geçerek yükselmesi şu ayeti
kerimeyle bağlantılıdır : “ve refa’nâ leke zikrak....” (İnşirah suresi 94/ 04) ile
serfirazdır.
Hz. Muhammed
(sav) peygamberlik minaresinin
şerefesine namzet olan birisidir. Her peygamber adetâ o minarede bir
basamaktır. Hz. İsa’ya kadar basamak tamamlanmış Hz. Peygamberimiz(sav) ile
şerefe meydana gelmiştir. Mi’raçta, semâvat âleminde,
peygamberimiz adetâ basamaklara basa basa daha ileriye çıkıp, peygamberlik
minaresinin şerefesinde topyekün insanlığa karşı büyük hakikatleri
anlatmak ve Allah’a dâvet etmek
için, o muallâ makama,
Allah’ın inayeti ve Keremiyle yükselmiştir. Necm suresinde geçen Sidre-i
müntehaya yükselmiştir ki “Onun bir
başka inişini sidretul munteha’nın yanında görmüştü. (Necm suresi 53/14), âyeti
bu makamı belirtir. Sidre-i Münteha, Elmalılı Hamdi Yazır’a göre âlem-i şehâdetden âlem-i gayba geçildiği noktadır. Efendimiz(as), son noktaya kadar
yükselmiş ,daha ileriye gitmiş ve sonra da kab-ı kavseyne yükselmiştir. Kab-ı
kavseyn; iki kavsin birleştiği yer demek olup devrimizde büyük âlim
Bediüzzaman tarafından “imkan vücub
arası” olarak tefsir edilmiştir. (Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, sf: 525, Sözler Yayınevi,
İstanbul / 1989)
Mi’raç, imanda Hakk-al Yâkîn mertebesi ufkudur;
Mi’racı hazırlayan üçüncü sebep de yakînidir; Varlıklar
üç sınıf olarak değerlendirilir:
Birincisi: mümkün’ül
vücut,
İkincisi:
Vacibu’l- Vücut ve
Üçüncüsü:
de muhal vücut olan varlıklardır.
Mümkün’ül vücut: Allah’tan
başka bütün varlıklar; varlığı, yokluğu müsavi olanlardır. Bu mümkün’ül vücut
varlıkların olabilmesi için bir Vacibu’l Vücuda ihtiyacı vardır. Vacib’ül
vücut Allah’ın vücududur. Vücudu kat’i
demek. Daimî
vücut demektir. Ve Allah hakkında ilk olarak “Vacib’ül Vücut” tabirini İbn-i Sina kullanmıştır. Ve birde
muhal vücut vardır ki, olması mümkün değildir. Allah’ın şeriki gibi.
Evet Hz. Muhammed (sav) mi’raç da
imkândan
, mümkün’ül vücuttan çıktı ve iki vücut arasındaki noktayla (kâb-ı kavseyn) müşerref
oldu. “Sonra o yaklaştı ve iyice sarktı. Öyle ki araları yayın iki ucu arası kadar veya daha az
kaldı.” (Necm suresi 53/8-9), burada rü’yetullah ile müşerref oldu.
Allah’ın büyük ayetlerini seyr etti. “Vallahi gördü, hem de Rabbinin
ayetlerinden en büyüğünü gördü.”(Necm
suresi 53/18), ifadesiyle
bu gerçekleşti. İman-ı ilme’l-yakîn den ,ayne’l yakin’e, oradan da hakka’l yakin’e yükseldi. İmanın en
zirve noktası, Hz. Peygamberimizde meydana geldi. Kur’an-ı Kerimde bu makamı
zorlayan zatın, Hz. Musa olduğu belirtilir. (A’raf 7/143) Hz. Musa, “Kelimullah”, Hz. Adem “Safiyullah”, Hz.
Nuh “Neciyullah”, Hz. İbrahim “Halilullah” ve alemlerin fahri Hz. Peygamberimiz
(s.a.v.) ise, “Habibullahtır” ve “Ru’yetullah”a mazhardır. Hz. Musa,
“Kelimullahtır” zira; Allah ile Tur dağında konuştu. Konuşurken, o sesi duyunca
sesin sahibini görmeyi arzu etti.
....,
“Allah’ım ne olur göster ki seni göreyim” (Araf 7/ 142) dedi. Allah (cc) şöyle cevap verdi. “ “Sen beni göremezsin, ama şimdi şu
dağa bak, eğer yerinde durursa sende Beni görürsün.” (Araf 7/143)
Kıyamet kopuncaya kadar veya sen ölünceye
kadar manasında te’kidi nefyi istikbaldir. “Fakat şu dağa bak , şayet o dağ yerinde durursa sen beni
görürsün” (Araf
7/143) dedi. Hz. Musa Tur’a baktı ve Allah
Tur’a tecelli etti “Allah Tur’a tecelli etti ,Tur sarsıldı ve Musa bayıldı”
bunun üzerine Hz. Musa tevbe etti. “Hz. Musa kendine gelince ,Allah’ım ben
tevbe ettim. Bu makam benim makamım değil. Haddimin üstünde bir şey istemişim”(Araf 7/143) dedi. Bu
makam Hz. Musa ‘nın makamı değildi. Ru’yetullah’a mazhariyet makamının sahibi
vardı. Mi’rac-ı güzînle şerebyâb olan, Hz. Muhammed(as)’ a nasip olacaktı ve oldu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) ile Hz. Musa
(a.s.)’ın farkı;
Çok
ilginçtir, İsra suresinde Cenab-ı Hakk, birinci ayet de Hz. Muhammed (sav)in
israsından, gece yürüyüşünden bahseder. Ve ikinci ayet de Hz. Musa (as) ile ilgili hususa geçilir.
Bunun çok hikmetleri olsa gerektir. Mühim bir hikmeti, belki de her iki
peygamber arasındaki farkı göstermek, Hz. Muhammed (sav) ile Hz. Musa arasında
kıyas yapmak içindir. Zira Hz. Musa’nın Allah(cc) ‘ı görme isteği üzerine
,Allah(cc) Tur dağına tecelli etti ve Tur’a yöneldiğinde Hz. Musa dayanamayarak
bayıldı. Halbuki Hz. Muhammed (sas) Sidret’ül müntehâya, oradan kab-ı kavseyn
makamına çıkarıldı, Allah(c.c ) sidret’ül müntehâya daha fazla tecelli ettiği halde , Sidret’ül
müntehâ
sarsılmadı ve Hz. Muhammed (as) de bayılmadı. Bu iki ayetin ardı ardına ifadesi
bu yönleriyle ilgili olması , her iki
peygamberin, kıyas yoluyla değerlendirilmesi söz konusu olması içindir. Fakat
asıl mesele, Hz. Muhammed (as) ‘in o
muallâ
şahsiyetini anlatmasıdır. (Elmalılı Muhammed Hamdi YAZIR,
Hak Dini Kur’an Dili C:5 Shf:283)
Mi’raç’ın hediyeleri;
Bütün beşeriyet
ve bizler, O’nun yolundan gidersek inşaallah cennete gideriz. Cennetten Cenab-ı
Hakk’ın Cemaliyle müşerref oluruz.
Hz. Muhammed
(sas) Allah’a ulaştı, döndü ve gelirken, ümmetine birtakım hediyelerle geldi.
Ümmetin ve insanlığın namına mi’raca yükseltilmiş Efendimiz(as), oradan
dönerken de boş gelmesi hikmete muvafık olmayacaktı. Zira bir kimse uzak bir
yere gittiğinde , arkada kalan tanıdıkları bir hediye bekleyecektir ve onun da
gelirken eli boş dönmesi hoş olmayacaktır. İşte bunun gibi Efendimiz büyük
hediyelerle geldi. Bunlardan üç tanesi şunlardır :
1.Allah’a
ortak koşmadan vefat eden ümmetin affedileceği ve şefaat müjdesi,
2. Bakara suresinin son iki ayetindeki üstün peygamber
ve üstün ümmet müjdesi,
3.Elli vakte müsavi olabilecek beş vakit namaz müjdesi
ile geldi
4.Bir kişinin iyi amele niyetlendiği zaman hesabına
iyi amel yazıldığı, bu ameli işlediği zaman da hesabına on iyi amel
yazıldığı,fakat kötü ameline niyetlendiği zaman hesabına hiç bir şey yazılmadığı ve bunu fiilen işlediği zaman da
hesabına sadece bir kötü amel yazıldığı ifade olundu. (İbn-i Kesir
,Hadislerle K.Kerim tefsiri c:9,Shf: 4680,Çeviren:Dr.Bekir Karlığa,Dr.
Bedrettin Çetiner,Çağrı Yayınları ,İst. 1985)
Namaz, bir yönüyle Allah ile konuşmak ,huzurun
artması, mi’raç basamağı ve merdivenleriyle Allah’a yükselmesidir ki namaz
mü’minin mi’racıdır. Bu gelen üç
hediyeyi tam olarak koruyup, yaşarsak en büyük hediye olan öbür âlemde şefaat-i
uzmaya mazhar olacağız. Şefaat-i uzma, Efendimizin öbür âlemde, ümmetine şefaat
etmesi ile gerçekleşecek bir hediyedir. Ondört, onbeş asırdır elimizde bulunan
bu hediyeleri hakkıyla korumayı ve yaşamayı Rabbimiz bizlere nasip etsin.
Mİ’RAÇ’IN GECE OLUŞUNUN HİKMETLERİ:
1-Geceler
sevgililere mahsus olan zamanlardır. Dost,
dostun sohbetine geceleyin gider. Dost dosta gecelerde kavuşmayı arzu
eder. Aşık, maşukasına gecelerde kavuşmayı murad eder.
2-İbn-ül
Münir (rh) dedi ki: “Geceleyin vâki’ olmasının sebebi şu idi; gecenin hali
gizlidir. Mü’minlerin gayba iman cihetinden fazlalık bulup, imanı artıp,
kâfirlerin de, küfrünün ziyade olması için mi’raç geceleyin vaki olmuştur. Eğer
gündüz uruç etse idi, mü’minler gayba iman faziletini kaçırırlardı. Şakîlere ve
kâfirlere vaki olan fitne hasıl olmazdı.”
3-İbn-ül
Merzukî’nin(rh)
zikrettiği üzere; “...Biz gece ayetini mahvettik...”(İsra suresi:12) ayetinin
fehvasınca gecenin gündüze karşı eksikliği bu surette tamamlandı.” (İmam-ı Kastalani,
Mevahib-i Ledünniye tercümesi, C:2, Shf:11 Sadeleştiren:H.Rahmi Yananlı Divan
Yayınları, 1983 İst.)
ӿӿ
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder