Ana içeriğe atla

                              MUHYiDDiN İBN-İ ARABİ’NİN 
               "RUHUN MAHLȖKIYYETİ İNKİŞAFINDAN İBARETTİR”
                                         İFADESİNİ NASIL ANLAYAMALIYIZ? 
İbn-i Arabi nin Vahdet-i Vücud anlayışı ruhun mahlûkiyeti meselesine de yansımıştır. Allah’ın vücudundan başka vücudları hayal perdesine göre,güneşin akislerindeki varlıkların çekilmiş fotoğrafları mesabesinde ele alan anlayışı ruhun mahlukiyeti anlayışında da devam etmiştir.
Bu hususu daha farklı boyutlarıyla şöyle değerlendirebiliriz:
İbn-i Arabi Hazretleri, kainat aynasında tecelli eden isim ve sıfatların nakışları olan mevcudata varlık unvanı vermiyor. Bu varlıkları, yani fotoğrafa yansımış olan şeyleri yok sayıyor. Aynadaki misali olan tecellileri de  Allah’ın isim ve sıfatları ile aynı görüyor.
Yani üç boyut ve üç varlık var; birisi Allah’ın isim ve sıfatları ki, bunlar ezeli ve ebedidir. Diğeri bu sıfatların eşya üstünde misali tecellileridir ki, sıfatlar burada çok parlak tecelli ettiği için sıfatların aynı zannedilmiş. Üçüncüsü ise Üstad'ın, fotoğrafa geçmiş dediği varlığın en somut ve maddi olan boyutudur ki, İbn-i Arabi bu boyutu inkar ediyor.
Elma var, elmanın aynada görüntüsü var, bir de aynadaki elma  görüntüsünün kağıda basılmış, yani somutlaşmış fotoğraf şekli var. Elma asıldır, aynadaki elmanın yansıması ise elmanın aynısı olmasa da onun bir çok vasfına kuvvetli işaret etmesinden dolayı İbn-i Arabi bu yansımayı elma ile aynı zannetmiş. Aynadaki misali olan bu elmanın kağıda fotoğraf şeklinde basılmış şeklini  ise İbn-i Arabi inkar etmiş.
Halbuki hem elmanın, hem elmanın aynadaki bu misali görüntüsünün hem de bu görüntünün fotoğrafa basılmış halinin varlıkları ve vücutları vardır. Yalnız bu varlıkların kuvvet ve sağlamlık dereceleri farklıdır. En sağlam ve kuvvetli olanı elmadır. İkinci derecede sağlam ve kuvvetli olan ise elmanın aynadaki yansımasıdır. Üçüncü derecede olan ise, bu aynadaki yansımanın kağıda fotoğraf şeklinde basılmış şeklinindir. 
Güneşin ayna içinde olması demek, güneşin küçük bir model olarak aynada tecelli şeklinde görünmesi demektir. Yoksa gelip hakiki zatı ile aynaya yerleşmiş değildir. Evet Allah tecelli suretinde bütün eşya aynasında isim ve sıfatları ile yansımış o eşya aynasının içine sıfatlar itibari ile girmiştir. Bu sebeple O her yerde hazır ve nazır diyoruz.
Güneşin aynaya sıfat olması; aynayı ayna yapıp o aynaya renk katan aynadaki güneşin tecelli ve yansımasıdır. Şayet güneş aynaya tecelli etmese, aynanın içindeki bütün kemal ve hususiyetler kaybolur. Ayna işe yaramaz bir nesne durumuna düşer. Demek aynayı renkli ve güzel yapan şey, aynadaki güneşin sıfatları imiş.
Evet, kainat aynasındaki bütün cemal ve kemaller, Şemsi Ezeli olan Allah’ın sıfatlarının bir yansıması, bir tecellisidir. Bu sıfatlar kainat aynasından elini çekse, her şey mahv ve heba olur. Bu cihetle Allah kainat aynasına bir sıfat oluyor, onlara hakiki kemal katıyor.
Ne sıfatlar, ne sıfatların kainat üstündeki nakışları, ne de o nakışların platformları hükmünde olan maddi alem Allah’ın Zatı değildir.
“Eşyanın varlığı sabittir.” Hükmü, bütün Ehl-i sünnet alimlerince kabul edilmiş bir hakikattır. İbn-i Arabi ise bu hükme ve kurala zıt olarak, eşyanın varlık mertebesini inkar etmiştir. “Allah’tan başka, varlığı olan hiçbir şey yoktur.” demiş. Var gibi duranlar için de, Allah’ın varlığının bir devamı, ya da tezahürü nazarıyla bakmıştır. İbn-i Arabi, nazarını vahdet ve Vacibü'l-Vücut'ta hapsettiği, ya da tamamen o sıfatların içinde eridiği için, başka arızi ve hâdis vücutları görememiştir. Yani, eşyanın varlığını fark edememiştir. Bu yüzden, Allah’tan başka varlık yoktur, demiş.
Nasıl ki, kuvvetli bir ışık içinde, zayıf ışığın varlığı belirsiz hal alır, görünmez.  İbn-i Arabi de, Allah’ın vacip olan vücut mertebesinin ışığında,  gözleri kamaştığı için, zaif ve hâdis olan eşyanın varlık ışığını fark edememiş ve inkar etmiştir. Ehl-i sünnet alimleri de O’nu, Allah’ın varlığında hapsinden dolayı mazur saymışlar ve ilişmemişler.
Allah’ın bütün isim ve sıfatları, kainat ve mevcudat aynasında tecelli ile görünürler. Bu görünmek ise, hayali ve vehmi olmayı kabul etmez. Zira, hakiki olan isim ve sıfatlar, hakiki bir aynada, hakiki olarak görünmek isterler.
Kainat ve mevcudat aynasında tecelli ile görünen isim ve sıfatların, kendileri ile tecellileri farklıdır. Ayna, bir zarf,  içindeki güneşin görüntüsü ise, güneşten gelen bir tecellidir. Yani, Güneşin bir yansımasıdır. Ama güneşin kendisi değildir. Zira aynada yansıyan güneşin görüntüsü, ayna içinde bir varlık kazanıyor, zarfın içine giriyor.  Güneşten farklı olarak, bir varlık oluyor.  Ayna içindeki görüntüyü de resme aktarsak, ayrı ikinci bir varlık oluyor.
Yani, ortada üç ayrı varlık vardır. Biri, Güneşin kendi zatı ve sıfatları, diğeri o sıfatların mahalli ve aynası olan mevcudat, üçüncüsü ise, sıfatların aynada ve mevcudatta kendine has görüntüleri ve yansımalarıdır.
İşte, hüküm bakımından, Güneşin kendi zatı ve sıfatlarını, aynadaki görüntüsü ile aynıdır, aynı şeylerdir demek, hata olur, yanlış olur.
Akis ile, aks edeni karıştırmak ve ikisi de aynıdır demek, buna benzer. Ama aynadaki görüntünün varlığı ve devamı güneşe bağlıdır. Güneş olmasa, o ayna ve görüntü de yok olur. Allah’ın isim ve sıfatları, kainat ve mevcudat aynasında parlak bir şekilde tecelli ile görünürler. Aynada görünen tecelli ile isim ve sıfatları ayrıdırlar. İkisini aynı kabul etmek olmaz. Mevcudat aynası ve içindeki isim ve sıfatların tecellisi, arızi, hâdis ve çok gölgelerden geçmiş zaif birer görüntüdürler. İsim ve sıfatlar ise ezeli ve ebedi, hakiki sıfatlardır. Mevcudatın devamı ve manası, isim ve sıfatların kayyumiyeti iledir.
İşte İbn-i Arabi'nin inkar ettiği, aynadaki görünen  varlık mertebeleridir. İnkarını da ayna içindeki görüntüyü, görünen ile aynı sayması şeklinde olmuştur. Yani, mevcudat aynasında görünen, Allah’tan başkası değildir, demiş ve arızi ve hâdis olan eşyanın hakikatini inkar etmiştir. "Her şey O‘dur." demiş.
Ama bu zanna Allah’ın isim ve sıfatlarının, mevcudatta şiddetli tecelli ve görünmesinden kinaye,  işaretteki kuvvetten dolayı mevcudata “Hu” nazarı ile bakmış demek gerekir.
Mesela, nasıl ki bir aynada güneş şiddetli görünse, bu şiddetli görünmeye işaret olmak için ayna, güneş olmuş denilir. Bunun gibi, Kainat aynasında Allah’ın isim ve sıfatları çok şiddetli tecelli ettiği için, İbn-i Arabi gibi zatlar, bu kuvvetli işarete binaen, mahlukatı, O diye tarif etmişler. Yani, “Heme ost”, her şey odur demişler. Zaif ve hâdis olan mevcudatın varlık mertebesini yok saymışlar, hata etmişler.
"Ruh mahluk değildir." derken, bu şiddetli tecelli ve yansımaya işaret ediyor. Yani aksi aynı mün’akis kabul ediyor ve ruha “O” diyor. Tabi bunlar sekir halinin yansımaları olup, ilmi bir değer taşımıyor. Ruhun mahluk olduğunu, aslında inkişaf ibaresi ile kabul etmiş oluyor. Zira inkişaf mahlukata ait bir sıfattır. Mutlak kemalde olan Allah’ın inkişafı caiz olmayacağına göre, ruhun inkişafa kabil olması onun mahluk olmasını kabul etmek manasını taşıyor.
Ruh aynadır, ceset fotoğraftır; aynada yansıyan tezahür ve tecelliler ise sıfatlardır. Sıfatların memba ve kaynağı ise Allah’ın Zat-ı Akdesidir. 
                                                           Necdet İÇEL


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

                                  HURÛF-EBCED-CİFİR Harflerle rakamlarda tabiat ve hadiseleri etkileme gücünün bulunduğu veya bunların gaybdan haber vermede yararlı olduğu iddiasına dayanan sözde bir ilim. Literatürde daha çok ilmü’l-hurûf olarak geçmektedir. Gizli anlamlar içerdiği kabul edilen harflerin insana ve tabiata tesir ettiği inancına eski Mısır, Yakındoğu ve Hint uygarlıklarında, daha sonraları yahudi, hıristiyan ve İslâm kültürlerinde rastlamak mümkündür. Grek filozofları arasında da bu telakki zaman zaman kabul görmüştür. Nitekim Pisagor , âlemin ilk prensibinin aralarında bir düzen ve uyum bulunan sayılar olabileceğini ileri sürmüştür. Kaynaklarda Aristo’nun bile sayı ve harflerin esrarıyla ilgili bir eser yazdığı kaydediliyorsa da Arapça’da Kitâbü’s-Siyâse fî tedbîri’r-riyâse denilen bu kitabın uydurma...
HELÂK OLMA SEBEPLERİ Hz. Nuh aleyhisselam devrinden günümüze kadar pek çok kavimler helâk olmuşlardır. Allah onların yerine başkalarını getirmiş ve bu kanun sünnetullah olarak, cebri determinizm içerisinde devrimize kadar devam etmiş gelmiştir. Aynı sebepler aynı sonuçları doğurur prensibiyle diyebiliriz ki, daha önceki kavimleri helâk eden sebepler ne ise, bugün de aynı sebepleri yaşayanların da sonuçları benzeri gibi olacaktır. Allah’ın gücü, kavimleri helâk ettiği gibi aynı sebepleri yaşayan bugünkü toplumları helâk etmeye de gücü yeter: “De ki: Allah’ın gökten ve yerden size azap göndermeye gücü yeter…” (En’am:65) Allah kavimlerin başına felâketler gönderirken -hâşâ- Onlar’a zulmetmez: “Şüphesiz ki, Allah insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler…” (Yunus:44) Helâk olanlar şu sebeplerle helâk olmuşlardır: Helâk olmanın en önemli ve birinci sebebi bütün çeşitleriyle zulümdür. Özellikle idareciler halkına zulmediyorlarsa felâketleri...
                         BEŞİNCİ LEM’A   “…HASBÜNALLÂHU VE Nİ’MEL VEK Ȋ L” (Âl-İ İmran:173)        “Onlar (o mü’minler) öyle kimselerdir ki, halk kendilerine; ‘Düşmanınız olan insanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!’ dediklerinde, 
 bu söz onların imanlarını arttırdı ve Allah bize yeter, O ne güzel vekildir! dediler.” 
 (Âl-i İmrân:173) Üstad hazretleri Risale-i Nur’u te’lif ederken bazı yerleri isim verdği halde telif etmemiştir.Bunlardan birtanesi de 5.Lem’adır.Keşke 5.Lem’ayı te’lif etseydi ve İbrahim aleyhisselâmın “ hasbî ve halîl olma” kahramanlığını bütün yönleriyle öğrenme şansına sahip olabilseydik. Çünkü bizim mesleğimiz (21.Lem’ada da anlatıldığı gibi) haliliyedir.Halil olan da ‘Halilullah’ makamının sahibi Hz.İbrahim aleyhisselâmdır. Halîlullah olan (Allah’ın dostu) İbrahim aleyhisselâm, hasbî’ni...