MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABİ ÜSLÛBU (2)
İbnü’l-Arabî eserlerini herhangi bir müellif gibi
düşünüp taşınarak yazmadığını, bu eserlerde yer alan bilgilerin zihinsel
ürünler olmaktan ziyade birer “ilâhî imlâ” olduğunu özellikle vurgular (el-Fütûĥât, I, 59). Bu tür bir
biliş tarzıyla sahip olunan bilgileri yazıya geçirirken ya-şadıklarını bir
doğum sancısına benzetir ve bütün eserlerinin, ya Allah’tan gelen mevâridin
kalbini yaracak ve ciğerlerini parçalayacak hale geldiğinde daha fazla
dayanamayıp bunlardan zaptedebildiklerini kaydetmek suretiyle veya hakikatin
doğrudan doğruya mükâşefesiyle yahut da bizzat Allah’ın emriyle imkân dairesine
geldiğini söyler (a.g.e., III, 477).
Rûhulemîn (Cebrâil, bk. eş-Şuarâ 26/193) kalbinin
üzerine indiğinde beşerî terkibinin dağıldığını, kendisine zan, tahmin ve
şüpheden arınmış bilgiler verdiğini belirtir (et-Tenezzülâtü’l-Mevśıliyye,
s. 7). Hatta bu sebeple kitaplarında yer yer düzensizliklerin göze
çarpabileceğini, ancak bunların kendi iradesiyle olmadığını da vurgular.
Nitekim el-Fütûhât’ın
usulden bahseden 88. bölümünün mantıkî olarak şimdi bulunduğu yerden daha önce
gelmesi gerektiğini, ancak tıpkı Bakara sûresinden talâk, iddet ve nikâhla
ilgili âyetlerin orta yerinde, “Namazlarınızı ve orta namazı muhafaza ediniz” (el-Bakara 2/
238) âyetinin gelmesi gibi bunun da kendi iradesi dışında bu şekilde
yerleştirildiğini belirtir (el-Fütûĥât, I, 59-60; II, 163).
Henry Corbin, bu yönüyle İbnü’l-Arabî’nin eserlerindeki
üslûbun filozofların tuttuğu Aristocu mantıkî teselsül yolunu değil
Stoacılar’ın üslûbunu andırdığını söyler. Ciltler tutan eserleri bulunan
müellifin müsvedde yapma âdeti olmadığını ve bütün yazılarını kendisine geldiği
gibi kaleme aldığını söylemesi de ilginçtir (a.g.e., IV, 611).
Eserlerinin şeklî özelliklerinin yanı sıra muhtevaları konusuna da temas eden İbnü’l-Arabî, verdiği bilgileri bazı kişilerin söz ve görüşlerinden veya kitaplardan aktarmadığını söylemiştir. Kendisinin başkasına ait sözleri tekrarlayanlardan, bir başka eseri veya herhangi bir müellifin yolunu izleyenlerden, filozofların veya benzeri düşünürlerin sözlerini ve görüşlerini nakledip duranlardan olmadığını, kitaplarının sadece Hakk’ın kendisine keşif yoluyla verdiği ve imlâ ettirdiği şeyleri içerdiğini (a.g.e., I, 64; II, 432, 479), sahip olduğu ilmin vecd sultanının veya vücutta fâni olma halinin kendisinde galebe ettiğinde kalbinde tecelli eden şeylerden ibaret olduğunu ileri sürer (Kitâbü’l-Mesâǿil, s. 6).
Elde ettiği mârifete dair fenleri velî kullarına da
öğretmesini Allah’ın kendisinden istediğini belirten İbnü’l-Arabî bu iş için
lisanına akıttığı bilgilerden dolayı Allah’a hamdeder. Önceleri bunları yazmak
gibi bir niyeti olmadığını, insanlara nasihat etme emrini almasıyla beraber
içinde bu yönde bir gayret ve şevk uyandığını, bunu da sadece Allah’ın izniyle
yapabildiğini söyler; ancak sahip olduğu bütün bilgileri açıklamadığını,
kendisine verilen izin kadar konuştuğunu belirtir (el-Fütûĥât [nşr.],
I, 72, 264-265).
Onun kendisine gelen vâridâtı ya çok süratli bir şekilde
bizzat kaleme aldığı veya yanındakilere yazdırdığı bildirilir. Nitekim kendisi Mevâkıu’n-nücûm adlı
oldukça hacimli (300 sayfa) eserini on bir günde, et-Tedbîrâtü’l-ilâhiyye’yi
dört günden daha az bir sürede, et-Tenezzülâtü’l-Mevsıliyye’yi birkaç gün içerisinde, el-Celâl ve’l-cemâl’i bir
günde, Kitâbü’l-Hüve’yi
bir sabah vaktinde, el-Kasemü’l-ilâhî’yi
bir saatte yazdığını söyler. İbnü’l-Arabî, bütün eserlerinde
mârifetullahı ilimler dairesinin merkezine almış ve bu noktadan hareketle
hakikate dair ilimlerin (ilm-i hakāik) çeşitli konularına
açıklamalar getirmiştir. Tasavvuf, tefsir, hadis, fıkıh, tarih, ilm-i havâs
gibi çok geniş bir alanda yazmış olduğu yüzlerce eserinin hareket noktası hep
“mârifetullah”tır.
İbnü’l-Arabî şiire de bu açıdan bakmıştır. Ona göre şiir şaire Zühre feleğinin ve Yûsuf peygamberin bir hediyesidir. Âlem-i hayâl ile şiirsel tahayyül arasında irtibat vardır. Bir gün uyanıklık (yakaza) halinde iken bir meleğin kendisine bir parça beyaz nur getirdiğini, bunun ne olduğunu sorduğunda meleğin Şuarâ sûresi olduğunu söylediğini anlatan İbnü’l-Arabî divanını bu olaydan sonra oluşturmuştur. Onun bazı remzî ve mecâzî (sembolik) konularda şiiri tercih ettiği, söz bu konulara gelince ifadesini derhal nesirden nazma çevirdiği göze çarpmaktadır.
el-Fütûhât bölümlerinin
başında yer alan şiir parçalarına dikkat edilmesi gerektiğini, zira bunların o
bölümde anlatmak istediği ilimlere işaret ettiğini, hatta bu şiirlerin o
bölümde yer alan açıklamalarda bulunmayan bazı şeyleri ihtiva ettiğini söyler (el-Fütûĥât,
IV, 31-32). el-Fütûĥât’ta İbnü’l-Arabî’ye ait 1428 parça şiir bulunmaktadır. Bunların
beyit sayısı 7102 olup bu sayı divandaki beyit sayısının birkaç katıdır. Ona
göre şiir bir icmal, remiz, lugaz ve tevriye sanatıdır. Fakat kendisi, “Biz bir
şeyi remzederiz, lugazlaştırırız ... ama bizim bundan kastımız bir başka
şeydir” (a.g.e., I, 61); “Bizim şiirlerimiz ister sevgiliyle hasbihal ile
başlasın, ister bir methiye olsun ve isterse de kadın isimleri ve sıfatlarıyla,
ırmak, yer, yıldız isimleriyle dolu olsun, hepsi de bütün bu sûretler altındaki
maârif-i ilâhiyyeden ibarettir” diyerek (a.g.e., III, 622) bu
sanatların birer araç olduğuna işaret eder. Tercümânü’l-eşvâk adlı manzum eserinde rabbânî
mârifetleri, ilâhî nurları, kalbî ilimleri ve şeriatın hükümlerini cismanî aşk
temaları kullanarak anlatma yoluna gittiğini, zira bu tür izahların bazı
nefislerin daha çok dikkatini çektiğini söyler (Zehâir ve’l-alak, s.
5).
Mekke’de iken
İsfahanlı âlim Mekînüddin’in Nizâm ismindeki kızının
adını kullanarak yazdığı Tercümânü’l-eşvâk’taki
şiirler, zâhir ehli tarafından ikisi arasında bir gönül ilişkisi olduğu
şeklinde yorumlanınca bu şiirlere bir şerh yazarak meselenin iç yüzünün onların
zannettiği gibi olmadığını ve maksadının sadece ilâhî aşkı anlatmak için
Nizâm’ı bir sembol olarak kullanmaktan ibaret olduğunu, bunu onun da babasının
da bildiğini söylemiştir (a.g.e., s. 2).
İbnü’l-Arabî’nin ifadeleri özlü ve yoğundur.
Bununla birlikte otuz yedi ciltlik el-Fütûĥât için, “Bu kitaptan maksat elden
geldiği kadar veciz ifade ve hulâsadır” demesi hayli anlamlıdır. Öte yandan
dile getirdiği konulara dair cümleler arasında mertebelerin değişmesine bağlı
olarak yer yer tezatlı durumlar da ortaya çıkar. Bu paradoksal ifadeler bu tür
literatürün yapısal özelliklerindendir. Meselâ, “İlim aynı zamanda cehâlet
demektir” (el-Fütûĥât, I, 728); “Vücûd adem olarak idrak edilebilir” (a.g.e., III,
362); “Hürriyet köleliktir” (el-İǾlâm, s. 8); “Doğru irşad hem
yakınlaştırmak hem de uzaklaştırmak demektir” (el-Fütûĥât [nşr.],
IV, 262); “Sen O değilsin; belki sen O’sun” (Fuśûś, s. 91) gibi ifadeler ancak
onun düşünce sistemi bağlamında anlaşılabilir.
GENEL DÜŞÜNCE TARIHINE YÖNELIK GÖRÜŞLERI
GENEL DÜŞÜNCE TARIHINE YÖNELIK GÖRÜŞLERI
İbnü’l-Arabî kendi görüşlerini anlatırken zaman
zaman bu konulara dair diğer görüşlere eleştiri ve yorumlar getirmiştir. Ona
göre her din, mezhep veya düşünür hakikatten bazı parçalara sahip olabilir;
ancak bunlar aslî anlamlarından kaymış, ilk konulduğu yerlerden başka yerlere
gitmiş durumda bulunabilir. Bu parçaları yeniden ait oldukları yerlere oturtmak
için orijinal bir metafizik şablona sahip olmak gerekir. Bu da ancak keşif
ilimleriyle olabilir. İbnü’l-Arabî ulûhiyyet konusunda
keşif ehlinin bütün din, mezhep, mektep ve kültürler, hatta bu konuda söylenmiş
bütün sözler hakkında umumi görüşleri olduğunu, bu hususta onlara bir şeyin
saklı kalamayacağını söyler (el-Fütûĥât, III, 398).
Bütün insanlığın ortak mirası olan bazı görüşlere de yer
vermekle birlikte İbnü’l-Arabî bunları ya keşfî bilgi açısından tefsirini
yapmak, yanlış bularak eleştirmek veya esas vazedilmiş olduğu yerden
kaydırıldığı için yanlış yerde kullanılan bir sözün doğru mânasının ne olduğunu
açıklığa kavuşturmak için nakleder. Meselâ âlemin yapı taşlarını izah ederken
dört rüknün (erkân-ı erbaa) aslı olan bir beşinci mevcuddan
(mevcûd-ı hâmis) bahseder ve bunun Hakîm’in Ustukussât adlı eserinde
de geçtiğini belirtir. Ancak İbnü’l-Arabî bunu, söz konusu
kitabı bizzat okuyarak değil onu okumuş olan bir arkadaşının, “Bu beşinci
mevcud hakkında keşfiniz açısından ne dersiniz?” şeklindeki bir sorusuna
muhatap kalması üzerine söyler (el-Fütûĥât [nşr.], I, 250).
Bazı felsefî
terimlerin tarihî süreç içerisindeki anlam kaymalarına örnek olarak ademin (yokluk) sırf şer
olması konusunu gösterir. Ona göre kapalılığından dolayı bazı kimseler bu
kelimenin hakikatini anlayamamışlardır. Bunun böyle olduğunu mütekaddimîn ve
müteahhirîn ulemâsından muhakkik kimseler de söylemişler, fakat sadece lafzını
esas alıp mânasını ifade edememişlerdir (a.g.e., I, 212). Bu konudaki bir
diğer örnek de onun eski filozofların, bütün cisimlerin ilk maddesi olarak var
saydıkları şey karşılığında kullandıkları Grekçe kökenli “heyûlâ” (hyle) kelimesine
dair yazdıklarıdır.
Her sûret kabul eden şeyde o şeyin hakikati vardır ki
buna “ma‘kūl-i hebâî”
de denir; hükemâ ise buna “heyûlâ” adını verir. Bu konuda eski filozoflarla
hükemâ arasında ihtilâf vardır (el-Fütûĥât, II, 432). İbnü’l-Arabî ise heyûlânî
cevherin aslında nefes-i ilâhî olduğunu söyleyerek felsefî terminolojinin
tasavvufî anlamını vermiş olur (Fuśûś, s. 144). “Mutlak iyi” (hayr-ı mahz) ve
“ilim-mâlum” irtibatı konusunda Aristo’nun Metafizika’sı ile
Yeni Eflâtuncu bir eser olan Liber de Causis’in doğrudan İbnü’l-Arabî’ye
rehberlik ettiği düşünülemez, ancak onun bu kavramlardan habersiz olmadığı da
bir gerçektir.
Bunlar, dönemin ilim ve fikir çevrelerinde yaygınlık
kazanmış kavramlar olması dolayısıyla İbnü’l-Arabî tarafından da
kullanılmıştır. Meselâ ademden “mutlak kötülük” (şerr-i mahz), hakikatten
“mutlak nûr” (nûr-ı mahz) ve “muhal”den de “mutlak karanlık” (zulmet-i mahzâ) olarak
bahsetmesi, onun filozofların kullandığı hikmete dair bazı terimlere kendine
has anlamlar yükleme teşebbüsüdür. Bu konuda belki de en dikkate değer
örneklerden biri, onun bir anahtar terim olan felsefe (hikmet) kavramıyla “feylesûf” karşılığı kullanılan hakîm
kavramının tarihî süreçte kazanmış olduğu mânaları önce semantik açıdan tenkit
edip ardından bunların sahih ve aslî yerlerini belirleme konusundaki hassas
yaklaşımıdır. İbnü’l-Arabî, hükemâdan olduğu iddiasında bulunanların hikmet öğrettiklerini
zannettiklerini, fakat aslında böyle bir şeyin onlarda bulunmadığını ve onların
hakîm değil belki sadece birer düşünür olduklarını söyler (el-Fütûĥât,
III, 508; Zeħâǿirü’l-Ǿalaķ, s. 169; Kitâbü’l-Fenâǿ, s. 8).
Öte yandan bazı müslümanların felsefe
kelimesinin anla-mını bilmeden mutlak olarak ona karşı bir tavır almalarını da
tenkit eder. Meselâ bazı müslümanların Eflâtun’u sırf felsefe kelimesiyle
ilişkilendirilmiş olmasından dolayı sevmediklerini belirterek bu durumun
onların bu kelimenin asıl anlamını bilmemelerinden kaynaklandığını söyler. Ona
göre hükemâ aslında “ulemâ-yi billâh” (Allah’ı bilenler) demektir.
Şeyleri ve onların ait olduğu yeri ancak
ulemâ-yi billâh bilebilir. Hikmet de ilm-i nübüvvettir. Zira Allah Dâvûd’a hükümdarlık ve hikmet vermiş ve ona
dilediği bazı şeyleri öğretmişti (el-Bakara 2/251). Filozof kelimesinin asıl anlamı ise “hikmeti seven” demektir. İbnü’l-Arabî, bu anlamından dolayı esas itibariyle felsefe kelimesini kötülemenin bir
faydasının olmayacağını belirtir. Filozoflar, insanın nihaî gayesinin Allah’a
benzemek (teşebbüh-billâh) olduğunu söylerler. Sûfîlerin anlayışında bu gaye “Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak” (tahalluk
bi’l-esmâ) diye ifade edilir. Böylece tabirlerde ihtilâf olsa da mâna aynıdır (el-Fütûĥât, II, 139).
İbnü’l-Arabî filozofların
da isabetli görüşleri olabileceğini söyleyerek, “Hikmet müminin malıdır, onu
gördüğü yerde alır” hükmünce bunları kabul etmenin gerekli olduğuna inanır.
Özellikle filozofların hikmetli ve nefsi dizginlemeye dair beyanları faydalı
sözlerdir. Hatta İbnü’l-Arabî,
bazı filozofların dinsiz olduğu yolundaki iddialara karşı, “Bir kimsenin
dininin olmaması onun her söylediğinin yanlış olmasını gerektirmez” cevabını
verir (el-Fütûĥât [nşr.], I, 145-146).
Bununla beraber sırf fikir yolundan gidenlerin -bunlar ister filozof ister
kelâmcı isterse diğer ehl-i nazar gruplarından olsun- ilâhiyyât meselelerinde
yanlışlarının doğrularından fazla olduğunu da söyler. Bu durumda esas olarak
onların ilâhiyyât ilmindeki yanlışlarını, peygamberlere gelen bilgilere aykırı
fikirlerini ve bunların sebeplerini tenkit etmek gerektiğini belirtir. İbnü’l-Arabî’ye göre
onlar, hikmetin fikir yolundan değil Allah’tan geldiğini anlayıp buna rızâ
gösterselerdi o zaman hataya düşmezlerdi. Çünkü ona göre Allah hakîmdir ve
hikmet O’nun bir sıfatıdır.
Bu durumda kul da Allah ile bâki
olduktan sonra “abdü’l-hakîm”
sıfatını kazanmış olur. Hakîm, kendisine hikmet sıfatının hükmettiği ve
tasarrufu altına aldığı kimsedir. Buna karşılık hikmete hükmetmeye ve onu
yönlendirmeye çalışan kimse hakîm değildir (el-Fütûĥât,
IV, 257-259). İbnü’l-Arabî’nin bu son ayırımı,
hikmet kavramının felsefeciler ve sûfîler gözündeki iki farklı muhtevasını
ortaya koymaktadır. Bu durumda gerçek hikmet tasavvuftur (a.g.e.,
II, 164).
Gerçek hükemâ da işleri ve hükümleri
hakiki yerlerine, sebepleri gerçek konumlarına yerleştiren, yanlış yerlerde
bulunan şeyleri de oradan çıkaran Melâmetîler’dir. Bunlar Allah yolunun yolcularının seyyidleri ve
imamlarıdır, âlemin efendisi de onlardandır ve onlarladır. İbnü’l-Arabî’ye göre
hikmet ancak budur, “ehlullah” yani resuller ve velîler de gerçek hakîmlerdir (a.g.e., II, 16). Öte yandan duyular âleminin hayalî
olduğu konusunda filozofların, zâhir ulemâsının ve akılcıların kendisiyle
uyuşmadığını, sadece sofistlerin bu gerçeğe çok yaklaştıklarını, fakat onların
da neticede eşyanın hakikatleri olmadığını söyleyerek kendisinden
ayrıldıklarını söyler (a.g.e., III, 525). Ayrıca onun “nefs-i
nâtıka” tarifi de terminolojik olarak filozofla-rınkine benzerse de aralarında
bazı farklar vardır.
İbnü’l-Arabî, felsefe tarihindeki bazı kavramlara yönelik bu tarz düzeltici tenkitlerinin yanı sıra filozofların bazı kanaatlerine de şiddetle karşı çıkar. Meselâ, “Birden ancak bir çıkar” şeklindeki Aristocu yaklaşımı (el-Fütûĥât [nşr.], IV, 155), Tanrı’dan “sebep” olarak bahsetmelerini, Allah’ın cüz’îleri bilemeyeceği şeklindeki kanaatlerini, ilâhî sıfatlar hakkındaki görüşleriyle rü’yetullahı, ilâhî fiilleri ve nübüvveti inkâr etmelerini tenkit etmiştir (el-Fütûĥât, II, 595; III, 212, 401, 465, 495, 536; el-Fütûĥât [nşr.], I, 195; II, 223, 389; IV, 171; Fuśûś, s. 220).
Öte yandan filozofların doğru olduğuna
inandığı görüşlerine katılmakta tereddüt göstermez. Meselâ her ne kadar
Allah’ın kendisini kıyas ve re’yden menettiğini söylerse de (et-Tenezzülâtü’l-Mevśıliyye, s. 66) bunu metafizik
için söylediği, fizik alanlar için kimi zaman Aristo mantığının kategorilerini dahi kullandığı görülür (el-Fütûĥât,
II, 211, 304, 319, 338; III, 313). Hatta metafizik konularda
nazar, burhan ve fikrin çok zor olmakla beraber doğru kullanılması halinde
doğru araçları bulmaya yardımcı olabileceğini söylemesi son derece ilginçtir.
Ona göre nazarında isabetli olanlar
keşif ehline muvâfakat, isabetli olmayanlar ise muhalefet ederler (a.g.e., II, 754). İbnü’l-Arabî eski bilgelerin özlü sözlerini nakletmekte de bir sakınca
görmemiş, eserlerinde Hipokrat, Aristo, Büyük
İskender, Pisagor, Sokrat ve Eflâtun’a
atfedilen hikemiyata isim belirtmeden yer vermiştir. Bu tür sözlere özellikle Muhâdaratü’l-ebrâr ve el-Fütûhât’ta rastlanılır.
Yine “evliyâullah ilimlerinden biri” dediği bazı harf ve sayıları vücûd ve
mertebelerinin sembolleri olarak ele alır. Bu yaklaşımın Pisagorcu mektebe
benzeyen yanları bulunmakla birlikte onun kendine has bir metodu ve yorum
farklılıkları vardır. Meselâ ilâhî nefesin görülen şeylerin sûretlerine inmesi
gibi görüşleri Plotin’in “sudûr” (emanation) kavramından bazı
farklılıklar taşır. Bu görüşler, Plotin’in sisteminin aksine daha ziyade Hegel’inki gibi bir idealizme benzetilebilir;
salt diyalektikle inşa edilmesi sadece mantıkîdir, fiilî yahut gerçek değildir.
Yeni Eflâtuncular’ın sudûru ise ancak İbnü’l-Arabî’nin sıfatlar veya cihetleri hakkındaki açıklamalarını
karşılayabilir. Ayrıca Yeni
Eflâtuncular’ın “ilk
akıl”, “küllî nefis” ve “küllî cism”ine karşılık İbnü’l-Arabî “kalem”, “levh-i mahfûz”
ve “arş”
tabirlerini kullanır. Bazan da bütün düşünce okullarının (filozoflar,
kelâmcılar ve sûfîler) aralarındaki ayrılıklara rağmen Tanrı’nın varlığı, ne,
nasıl, niçin sorularının Tanrı için sorulamayacağı, ruhların muvakkaten girmiş
oldukları bedenlerinden etkilendikleri gibi konularda görüş birliği olduğuna da
işaret eder (el-Fütûĥât [nşr.], III, 218;
el-Fütûĥât, III, 12).
İlginç bir husus da İbnü’l-Arabî’nin metafiziğe
yer verdiği kadar zaman zaman fizik üzerine de yorumlar getirmesi ve ilimler
hiyerarşisi içerisinde fiziğin yerini göstermesidir. Bu husus bazı
araştırmacıların dikkatini çekmiş ve onu bir sûfî olduğu kadar gerçek bir
Meşşâî saymalarına da yol açmıştır (ERE, VII, 553).
Sonuç olarak kendinden önceki düşünürlerin İbnü’l-Arabî üzerinde doğrudan ve doktriner mahiyette bir tesiri olduğu söylenemez. Hatta bütüncül bir açıdan bakıldığında İbnü’l-Arabî’nin birçok durumda kendinden önceki düşünürlerle aynı görüşte olmadığı açıktır. Nitekim onun kendisini tam olarak anlamak isteyenlere filozofların kitaplarındaki hükümlerle kendisine yaklaşmamaları tavsiyesinde bulunması önemli bir husustur (el-Fütûĥât, II, 595).
Bu durumda İbnü’l-Arabî’nin görüşleri üzerinde fikir yürütmeye çalışan bir kimse,
onun Aristocu mânada bir filozof veya bir kelâmcı olmadığını bilmelidir. Bazı
şarkiyatçıların ve müslüman araştırmacıların, onun İbn Meserre kanalıyla
Empedokles’in fikirlerini öğrendiğini belirterek bunlardan etkilendiğini
veya Patristik dönemin kilise babalarından, İskenderiyeli
Philon’dan ve Stoacılar’dan faydalandığını
söylemelerinin yahut bu tür imalarda bulunmalarının ilmî bir dayanağı yoktur.
Meselâ Ebü’l-Alâ el-Afîfî’nin onun Yunan felsefesine, özellikle onların
teoloji anlayışlarına, yahudi Philon’un ve Stoalılar’ın felsefesine
âşina olduğu iddiasını ortaya atmasının hemen ardından, “Böyle bir felsefeye
nasıl âşina olduğunu söylemek ise kolay değildir” demesi de (The Mystical
Philosophy, s. 163) bu iddiaların tutarsızlığını açıkça göstermektedir. İbnü’l-Arabî, kendisiyle
aynı yol üzerinde bulunan velîlerin sahip olduğu ilmin birtakım klişeleşmiş
sözlerden, bu konuda ileri sürülmüş düşüncelerden veya kitapların satır
aralarından kopyalanmış olmadığını sık sık vurgulamıştır.
İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİNE DAİR GÖRÜŞLERİ
İSLÂM DÜŞÜNCE TARİHİNE DAİR GÖRÜŞLERİ
İbnü’l-Arabî diğer dinlere
mensup bazı filozof ve düşünürler karşısında izlediği tutumu müslüman
düşünürlerin fikirlerine karşı da sergileyerek benzer eleştirilerde
bulunmuştur. İbnü’l-Arabî, kendisine Kur’an verilen kimseye ilm-i kâmil
verilmiş olduğunu ve mahlûkat içerisinde Muhammed ümmetinden daha mükemmel bir
ümmet olmadığı görüşünü ortaya koyarak (el-Fütûĥât, II, 107) bu ümmeti
tahlile başlamış, müslümanları kendi içinde havas ve havassın havassı şeklinde
bir derecelendirmeye tâbi tutmuştur. Ona göre ümmetin genelini (avam) halk,
özelini (havas) fakihler, kelâmcılar ve filozoflar, seçkinlerini (havassü’l-havas)
ise muhakkik sûfîler oluşturur.
Muhakkik sûfîler nebevî yolu takip eder, filozoflar ise sadece kendi nazarlarına dayanırlar. Muhakkik sûfîlerle felsefecilerin fikirlerinin birtakım farklılıklar göstermesi onların metotlarına da yansımıştır. Meselâ muhakkik sûfîler görüşlerini ifade ederken münakaşa ve cedel yolunu hiç kullanmamışlardır, felsefe ve kelâm ise neredeyse münakaşa ve cedelden ibarettir (Kitâbü’l-Fenâǿ, s. 8).
İbnü’l-Arabî’nin “akıl sahibi”
kavramını açıklarken getirdiği yorum, bir yönüyle tarihî süreçte belki de en
fazla tahrife uğramış olan bu kavramın gerçeğine ışık tutarken diğer yönüyle
felsefenin onun nazarında geldiği noktayı göstermektedir. İbnü’l-Arabî, ilâhî
maarifin münzel kitaplarla “inme”,
resuller ve nebîler dilinden “nutk
olunma” ve akıl sahiplerince “akledilme” sürecine tâbi olduğunu söyler ve “akıllı kişiler”
ifadesiyle birtakım filozofları ve kelâmcıları kastetmediğini özellikle
vurgular.
Ona göre akıllı
kişiler nebîler ve resullerin yolundan giderek çeşitli riyâzet, mücâhede ve
halvet şekilleriyle nefislerini terbiye edip kalplerini saflaştırarak ulvî
âlemden gelen vâridâtla ilham sahibi kılınmış kimselerdir. Benzerlerinin kendi
zamanında da bulunduğunu bildirdiği söz ve cedel sahibi kimselerin ise bütün
fikirlerini tamamen öncekilerden aldıkları kavramlar üzerine bina ettiklerini,
bunu yaparken o kişilerin kullandığı mânayı da çarpıttıklarını, ancak akıl
sahibi olanların onlara pek iltifat etmediğini, çünkü bunların dini hafife
aldıklarını, Allah’a ibadet eden kulları küçümseyerek onlarla alay ettiklerini
söyler.
Onların kalplerini dünya sevgisi, makam ve mevki hırsı
kaplamış olduğundan ilmin hakikatinden sapmışlar, Allah da onları zelil ederek
emirlerin kapısına ve cahillerin idaresine muhtaç etmiştir (el-Fütûĥât
[nşr.], V, 103-105).
İbnü’l-Arabî hakikat ilmi yolunda olan müslüman
düşünürleri de iki gruba ayırır. Birinci grup filozoflar ve onlara tâbi
olanlardır; bunlar sadece akılları ve fikirleriyle hareket ettikleri için
yollarını şa-şırmışlardır. İkinci grup ise resuller, nebîler ve evliyanın
seçkinleri, yani Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Bâyezîd-i
Bistâmî, Ferkad es-Sebahî, Cüneyd-i Bağdâdî, Hasan-ı Basrî gibi muhakkik
sûfîlerdir (Kitâbü’l-İsfâr, s. 9).
Müslüman filozoflara yönelik bu değerlendirmelerden sonra İbnü’l-Arabî kelâmcıları tahlil eder. Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî, İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Ebû Hâmid el-Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi kelâmcıların oluşturduğu bu grubun kendisinin de benimsediği bazı görüşleri bulunduğunu, ancak fikirlerinin çoğuna katılmadığını söyler. Meselâ eserlerinde adını en fazla zikrettiği düşünür olan Gazzâlî’nin, “İmkân âleminde şu var olan âlemden daha mükemmeli yoktur” şeklindeki görüşünü ve Bâtınîler’i tenkit etmesini desteklerken Allah-âlem irtibatı konusundaki görüşünü eleştirir. Başka bir yerde “nübüvvet-i mutlaka” konusunda birçokları gibi Gazzâlî’nin de bilgisi olmadığını, onun sıddıkıyyet ile nübüvvet arasındaki bu makamı inkâr ettiğini söyler.
Öte yandan Kimyâ-yı
Saâdet adlı kitabında nübüvvetin kesbî olduğunu ileri sürdüğünü iddia ederek Gazzâlî’yi
eleştirenlere karşı “kastı bu değildi” diyerek onu savunur
Kendisinde istidat
sezdiği Fahreddin er-Râzî’ye bir mektup yazarak
takip ettiği metodun yanlış olduğunu ve tasavvufla daha ciddi olarak
ilgilenmesi gerektiğini bildirmiştir.
İbnü’l-Arabî’nin vahdet ve kesret görüşünün Eş‘arîler’in cevher ve arazlar hakkındaki görüşlerine, kader görüşünün yine onların kader görüşüne, ilâhî sıfatlar konusundaki görüşlerinin de Mu‘tezilîler’e benzediği söylenebilir. Mu‘tezile’nin, Allah’ın sıfatları ile zâtının bir olduğu görüşünü ifade etmek için kullandıkları “O kendinden işitir, görür, bilir” sözünü aynen tekrarlamakta bir beis görmediği hissedilir (el-Fütûĥât [nşr.], III, 267). Onun “a‘yân-ı sâbite” görüşü Mu‘tezilîler’in “ma‘dûmât”ı ile benzerlikler gösterir. Aynı şekilde küllîler görüşü İbn Sînâ’nın bu konudaki görüşüne benzer.
İbnü’l-Arabî’nin vahdet ve kesret görüşünün Eş‘arîler’in cevher ve arazlar hakkındaki görüşlerine, kader görüşünün yine onların kader görüşüne, ilâhî sıfatlar konusundaki görüşlerinin de Mu‘tezilîler’e benzediği söylenebilir. Mu‘tezile’nin, Allah’ın sıfatları ile zâtının bir olduğu görüşünü ifade etmek için kullandıkları “O kendinden işitir, görür, bilir” sözünü aynen tekrarlamakta bir beis görmediği hissedilir (el-Fütûĥât [nşr.], III, 267). Onun “a‘yân-ı sâbite” görüşü Mu‘tezilîler’in “ma‘dûmât”ı ile benzerlikler gösterir. Aynı şekilde küllîler görüşü İbn Sînâ’nın bu konudaki görüşüne benzer.
Bazan kendi görüşüyle kelâmcıların görüşlerinin
örtüşebileceğini söyleyerek telifçi bir tutum izlediği de görülür. Meselâ
âhirette Allah’ın gözle görülemeyeceğini söyleyen Mu‘tezile için, “Doğru söylüyorlar, ... biz ancak
bizi görürüz” dedikten sonra gözle görmenin mümkün olacağını söyleyen Eş‘arîler için de, “Onlar
da doğru söylüyorlar” diyerek bu yaklaşımın gerekçelerini izah eder (el-Fütûĥât,
IV, 245).
Bütün bunlara rağmen onun ilke olarak kelâm ilminin
öncüllerini ve metodunu pek benimsemediği anlaşılmaktadır. Ona göre kelâmcılar
cevher ve arazdan başka bir şeyden bahsetmezler. İnsanların çoğunun ise bu tür
bir ilme zaten ihtiyaçları olmadığını, kelâmcıların insanlara verebilecekleri
bir şeyleri bulunmadığını belirterek onlardan halkı halleri üzere
bırakmalarını, onları tekfir etmemelerini ister. Kelâmcıların, “Ancak kelâm kitaplarını okumak
suretiyle doğru itikada sahip olunabilir, yoksa imandan çıkma tehlikesi vardır”
şeklindeki sözlerine de, “Ben
böyle bir görüşten Allah’a sığınırım” cümlesiyle karşılık verir. Ona
göre bir şehirde bir kelâmcının bulunması yeterlidir (el-Fütûĥât [nşr.], I,
156-157, 161). Fakat her ne olursa olsun İslâm, Eş‘ariyye ve Mu‘tezile gibi kelâm mezheplerinin üzerine
damgasını vurmuş olduğundan İbnü’l-Arabî, bunların da
müslüman olduğuna hükmetmiş, kendilerini kesinlikte tekfir tmemiş, ancak bazı
konularda hata ettiklerini söylemiştir (el-Fütûĥât, II, 523).
İbnü’l-Arabî’nin felsefe, kelâm ve fıkha yönelik görüşleri açık iken onu bu disiplinlerin çatısı altında incelemek bilimsel olarak hatalı bir davranıştır. İbnü’l-Arabî’yi bu gibi kendisine yabancı yapıların çerçevesine yerleştirmeye çalışmak, bu bakış açılarına ne ölçüde uyup uymadığı konusunda onu yargılamaktan başka bir değer ifade etmez. İbnü’l-Arabî’yi tekfir ve tenkit edenlerin çoğunun kelâmcı veya fıkıhçıların arasından çıkmış olması da aslında bir bakıma kendisinin onlardan farklı bir metodoloji izlediği konusundaki ikazlarını haklı çıkarmaktadır. Yer yer felsefeciler onun görüşlerini anlama ve yorumlama konusunda daha farklı sonuçlara varmışlardır. Özellikle İşrâkī eğilimler taşıyan felsefî okulların takipçileri üzerinde İbnü’l-Arabî’nin tesiri inkâr edilemez. Bu yönüyle İbnü’l-Arabî, İslâm felsefesini peripatetizmin indirgemeci tekelciliğinden kurtararak ona ezoterik ve irfanî açılımların da katılmasını sağlayan bir düşünürdür.
Ehlullahın yani resuller ve velîlerin gerçek hakîmler olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî (a.g.e., II, 16, 523), metafizik ilimlerde keşif ehli muhakkik sûfîlerin otoritesinin ve üstünlüğünün güneş gibi apaçık bulunduğunu, ancak bunu herkesin anlamasının mümkün olamayacağını söyler. Zira ona göre kalbin biri zâhir, diğeri bâtın iki yüzü vardır. Kalbin bâtın vechesi değişiklik (mahv) kabul etmez; çünkü o mücerret ve muhakkak bir ispattır, sübûttur. Zâhir vechesi ise değişiklik kabul eder. Bu durumda kalp hem değişme hem de sebat levhasıdır. Ondaki ispat (sabitlik) bir zaman sürer, sonra, “Allah dilediğini siler (mahv), dilediğini de sabitleştirir (ispat) ve kitapların anası (ümmü’l-kitâb) O’nun indindedir” (er-Ra‘d 13/39).
Eğer kitap sahibi kitabın tamamına iman ederse asla
dalâlete düşmez. Fakat bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr ederse kâfir
olur. Ona göre, “Onlar kitabın bir kısmına inanıyoruz, bir kısmına ise
inanmıyoruz derler de bu ikisi arasında kendilerine bir yer ararlar. İşte
bunlar kâfirlerin ta kendileridir”(en-Nisâ 4/150-151) âyetinin, ehl-i
rüsûm ile ve salt fikrî görüşle yetinen filozofların ve kelâmcıların büyük bir
kısmıyla münasebeti vardır. Zira onlar Allah’ın velîlerinin bizzat müşâhede
ettikleri mânevî sırlardan akıl ve bilgi seviyelerine uygun düşenlerini alır,
düşmeyenlerini reddeder, kendi delillerine ters olduğu için “bunlar yanlıştır”
derler.
İbnü’l-Arabî, Allah’ın
velîlerine muhalefet edip onlara karşı çıkanların âkıbetlerinden korktuğunu
belirterek sûfî Ruaym’ın, “Kim hakikat ehli sûfîlerle oturur da onların bizzat
tahakkuk ettirdikleri bir şeyde onlara muhalefet ederse Allah o kişinin kalbinden
iman nurunu çekip alır” sözünü nakleder ve bu söze kendisinin de aynen
katıldığını ifade eder.(Kitâbü’l-Fenâ, s. 7).
Bununla beraber İbnü’l-Arabî sûfîleri de bir tasnife tâbi tutmuş, bunların içerisinde “bizim ashabımız” dediği muhakkikleri diğerlerinden farklı değerlendirmiştir. Muhakkiklerden kastının “ashâb-ı kulûb” yani hakikat, tahkik, müşâhede ve mükâşefe ehli olduğunu, her âbid, zâhid ve sûfîyi bu kapsam içerisine almadığını özellikle belirtir (el-Fütûĥât, I, 261).
Onun eserlerinde 300’den fazla sûfî şahsiyetin adı
geçmektedir. Ancak özel olarak önem verdiği muhakkik sûfîler taifesinin kimler
olduğunu öğrenmek amacıyla eserleri tarandığında başlıca şu isimlerle
karşılaşılmaktadır: Hasan-ı Basrî, Ferkad es-Sebahî, Hâris el-Muhâsibî,
Zünnûn el-Mısrî, Bâyezîd-i Bistâmî, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Hakîm
et-Tirmizî, Ebû Saîd el-Harrâz, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansûr, Ebû Bekir
eş-Şiblî, Muhammed b. Abdülcebbâr en-Nifferî, Ebû Abdurrahman es-Sülemî,
Abdülkerîm b. Hevâzin el-Kuşeyrî, İbn Berrecân, İbnü’l-Arîf, Abdülkādir-i
Geylânî ve Evhadüddîn-i Kirmânî. Bunlar arasında ünlü kimyacı ve tabiat
felsefecisi Câbir b. Hayyân ile felsefenin, İslâm dünyasının
doğusundan Endülüs’e
geçmesini sağlayanların başında gösterilen İbn Meserre’nin de bulunması
ilgi çekicidir.
TDV den alınmıştır ӿ
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder