MUHYİDDİN
İBNÜ’L-ARABİ’NİN KISA HAYATI (1)
Muhyiddîn
Muhammed b. Alî b. Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî (ö. 638/1240)
Tasavvuf ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkileri bulunan sûfî müellif.
17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Endülüs’ün güneydoğusundaki Tüdmîr (Teodomiro) bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de (Murcia) doğdu.
Eserlerinde yeri geldikçe ailesi, yakınları,
hocaları, yaşadığı yerler ve tanımış olduğu şahsiyetler hakkında bilgiler
vermekte olup hakkında bilinenler geniş ölçüde bunlara dayanmaktadır. Babası Ali b. Muhammed, Abbâsî Halifesi
Müstencid-Billâh’ın kumandanı
ve yöre valisi Muhammed b. Sa‘d İbn Merdenîş’in hürmet ettiği bir kişiydi, aynı
zamanda filozof İbn Rüşd’ün yakın arkadaşıydı. İbnü’l-Arabî babasının çok
Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan takvâ sahibi bir zat olduğunu, Nûr isimli annesinin ise ensar soyundan geldiğini, Fâtıma bintü’l-Müsennâ adlı bir
kadın velînin sohbetlerine katıldığını söyler. Amcası Ebû Muhammed Abdullah b.
Muhammed el-Arabî ve dayıları Ebû Müslim el-Havlânî ile Yahyâ b. Yâgān da
devrin önemli sûfî ve siyasî şahsiyetleri içerisinde adları geçen kimselerdir.
İbnü’l-Arabî’nin yetişmesinde bu kişilerin tesirleri
olduğu yine kendi ifadelerinden anlaşılmaktadır (el-Fütûhât, I, 185). İbnü’l-Arabî soylu bir Arap sülâlesinden geldiğini (Dîvân, s. 47), ceddinin Benî Tay kabilesine mensup
bulunduğunu ve meşhur sûfî
Hâtim et-Tâî’nin de büyük dedelerinden biri olduğunu
belirtmektedir.
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini takdir edenler onun
tasavvufta otorite oluşunu kendisine “Şeyhü’l-Ekber”, dinî ilimlerde müceddid
oluşunu da “Muhyiddin” lakaplarını vererek ifade etmek istemişlerdir. Mâlikî kadısı ve
kelâm âlimi Ebû Bekir İbnü’l-Arabî’den (ö. 543/1148)
ayırt edilebilmesi için bazı kaynaklarda adı İbn Arabî şeklinde de yazılmıştır.
Ancak kendi adını birçok yerde (el-Fütûĥât,
I, 267; III, 339, 431; IV, 457, 553; Dîvân, s. 57) Muhammed İbnü’l-Arabî olarak
kaydettiğinden bu şeklin tercih edilmesi daha doğrudur.
İbnü’l-Arabî’nin doğduğu dönemde Mürsiye, Muvahhidler’in idaresi altında bulunmakta ve kumandan İbn Merdenîş tarafından yönetilmekteydi. İbnü’l-Arabî sekiz yaşına gelinceye kadar bu şehirde ikamet eden ailesi, bir süre sonra Endülüs’ün o sıradaki başşehri olan İşbîliye’ye (Sevilla) göç etti.
Bölgenin yeni
emîri Ebû Ya‘kūb el-Muvahhidî kültüre önem veren bir devlet adamıydı; felsefe,
tıp, astroloji ve edebiyata da özel bir ilgisi vardı. Etrafına İbn Tufeyl, İbn
Rüşd ve İbn Zühr gibi meşhur ilim ve fikir erbabını toplamış; pek çok şair,
mûsikişinas, âlim ve filozofu da bir araya getirmişti. İbnü’l-Arabî, İşbîliye’de böyle bir kültür ortamında bulûğ
çağlarında bir mânevî işaretle inzivâya çekilip kendi iç âlemindeki hazineleri
ortaya çıkarmaya karar verdiğini, bazan on dört ay kadar süren bu halvet ve
riyâzetlerin neticesinde mârifet kapılarının kendisine yavaş yavaş açılmaya
başladığını söyler (el-Fütûĥât,
I, 616).
Bu sıralarda henüz on beş-on altı yaşlarında bulunan İbnü’l-Arabî, İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiş, İbn Rüşd bu gençle tanışmak için babasından görüşme talebinde bulunmuştu. İbnü’l-Arabî, felsefî bakış açısıyla tasavvufî bakış açısının mukayesesi bakımından önemli semboller içeren bu görüşmede filozofun kendisine, “Senin keşif ve feyz-i ilâhîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?” diye sorduğunu, ona hem “evet” hem “hayır” diye cevap verdiğini, “Bu ‘evet’ ve ‘hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar” deyince İbn Rüşd’ün benzinin sarardığını, titremeye başladığını, birden sanki elli yaş yaşlandığını söyler ve bu görüşmenin sonunda İbn Rüşd’ün, herhangi bir eğitim ve öğrenim görmeden bilgisiz olarak halvete girip de böyle bir bilgiyle oradan çıkan birini kendisine tanıttığı için Allah’a şükrettikten sonra, “Zira artık bu gibi hallerin erbabı kalmadı, biz hiç görmedik” dediğini, kendisinin de, “Allah’a hamdolsun ki işte biz bu zamanda bunlardan biriyiz” diye karşılık verdiğini kaydeder (el-Fütûĥât [nşr.], II, 372-373).
İbnü’l-Arabî, ilk Kur’an derslerini “ehl-i tarîk” olduğunu bildiği komşuları Ebû Abdullah el-Hayyât adlı bir kişiden aldı. İlk halvetlerinden birinde gerçekleştiğini söylediği mânevî görüşmesinde Hz. Peygamber’in kendisine yönelttiği, “Bana sımsıkı tutun kurtulursun” şeklindeki buyruğunu hadisleri zâhiren de tahsil etme mânasında anlayarak uzun bir süre hadis ilmiyle meşgul oldu.
İbnü’l-Arabî, etrafındaki ilim
erbabının kendisini o dönemde hayli revaç bulmaya başlayan re’y kitaplarına
teşvik ettiğini, ancak almış olduğu mânevî işaretten dolayı bu teşviklerin
sonuçsuz kaldığını söyler (Kitâbü’l-Mübeşşirât, s. 90).
Âlet
ilimlerinin sûfî olmayan kimselerden de alınabileceği görüşünde olduğundan İbn
Hubeyş, İbn Ât, İbn Bakî ve İbn Vâcib gibi hadisçilerden hadis okudu. On
sekiz yaşında iken Lahmî’den kırâat-i seb‘a, aşere ve takrîb öğrenimi
gördü. Lahmî’den ayrıca İbn Şüreyh’in
el-Kâfî’sini, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî’den de bazı hadis
kitaplarının yanı sıra İbn Hişâm’ın es-Sîre’sinin şerhi olan er-Ravzü’l-ünüf isimli kitabını okudu.
Kadı İbn Zerkūn’un derslerine uzun bir
süre devam edip icâzet aldı (kendisi, bütün hocalarının ve okuduğu kitapların
listesini el-İcâze
adlı eserinin başında saymıştır [s. 23-32]). Bu suretle zâhirî ilimlerde yeterli derecede
eğitim aldıktan sonra mânevî ilimlerde derinleşmek üzere halvet ve murakabeye
daha fazla yönelen İbnü’l-Arabî, 580 (1184) yılında seyrü sülûkünün henüz
başında iken bazı tasavvufî makamlara ulaştı (el-Fütûĥât, II, 425). Başlangıçta kendisine
dertlerini açacağı hiçbir rehberi olmadığını söyleyen İbnü’l-Arabî sonraları gerek zâhir
gerekse bâtın ehli birçok üstattan istifade etmiş; büyük bir kadirşinaslık
örneği olarak kendilerinden faydalandığı 300’ü aşkın kişinin mânevî hallerine
ve hikmetli sözlerine yeri geldikçe el-Fütûhât, Kitâbü’l-Kutb, Dürretü’l-fâhire ve Rûhu’l-kuds gibi
eserlerinde isimlerini de vererek temas etmiştir. İlk mürşidinin adını Ebü’l-Abbas el-Uryebî olarak verir. Gerçek
tahkik yoluna intisabının yine bu yıllarda Hızır ile ilk karşılaşıp ondan hırka
giymesinden sonra gerçekleştiğini söyler (a.g.e., I, 186).
Yirmi altı yaşında iken Cezîretülhadrâ (Algeciras), Sebte (Ceuta), Fas ve Tilimsân yoluyla Tunus’a giden İbnü’l-Arabî bir süre burada kalarak aralarında, daha sonra el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’yi kendisine ithaf edeceği Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî’nin de bulunduğu sûfîlerle görüştü. İki yıl sonra tekrar İşbîliye’ye döndü. Birkaç defa gittiği Fas’ta dört yıl kadar kaldı. Burada da pek çok sûfî ile tanıştı. Kendisine yaklaşık yirmi üç yıl arkadaşlık ve yoldaşlık edecek olan Abdullah Bedr el-Habeşî ile burada karşılaştı. Fas’tan ayrıldıktan sonra Gırnata ve Kurtuba’ya geçti. Bu onun doğup büyüdüğü Avrupa kıtasında-ki son ikameti oldu. Merakeş’te iken aldığını söylediği mânevî bir işaretle 596’da (1200) Doğu’ya doğru yola çıktı. Mekke’ye kadar gidip ilk haccını yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika’ya döndü. Gayesi sûfî Ebû Medyen’in ikamet ettiği Bicâye (Bougie) şehrine gidip kendisiyle görüşmekti. Ancak Ebû Medyen bir süre önce (594/1198) vefat etmiş olduğundan görüşmek mümkün olmadı.
Bununla
beraber Ebû Medyen’in
ruhaniyetinden hayatı boyunca istifade ettiğini sık sık belirtmiştir. İbnü’l-Arabî 597’de (1201) Tunus’a giderek Abdülazîz el-Mehdevî ile buluştu. Aynı yıl
hacca gitmek üzere Tunus’tan
ayrıldı. Önce Mısır’a,
oradan Kudüs’e
geçti. Kudüs’ten
yaya olarak Mekke’ye
doğru yola çıktı. Halîl
kasabasına uğrayarak Hz. İbrâhim’in kabrini ziyaret etti.
Oradaki ikameti esnasında İbrâhim Camii’nin imamı Zâhir el-İsfahânî’den Hakîm et-Tirmizî’nin
eserlerini okudu. Medine’de Peygamber’in kabrini ziyaret edip (Zilhicce 598 / Eylül
1202) Mekke’ye ulaştı. Mekke’de
ders halkalarına devam etti, Harem-i şerif’te tavafla meşgul oldu, bunun
dışındaki zamanını murakabeyle geçirdi, Hz. Abbas soyundan Şerîf Cemâleddin Efendi’den Hâce Abdullah-ı
Herevî’nin Derecâtü’t-tâibîn
adlı kitabını okudu.
Sâlih bir zat olduğunu söylediği İbn Hâlid es-Sadefî
et-Tilimsânî’ye Gazzâlî’nin İhyâ-ü
ulûmi’d-dîn’ini okuttu (el-Fütûĥât, IV, 13; el-Emrü’l-muĥkem, s. 224). Bu arada Kâbe’yi
muhatap alarak yazdığı mektupları Tâcü’r-resâil adlı kitabında topladı. Yirmi üç yılda tamamlanan
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye
ilk defa burada kendisine ilham edilmeye başlandı. İbnü’l-Arabî, bu kitapta
yazdıklarının hepsinin ya Kâbe’yi tavaf ederken veya murakabe için Harem-i
şerif’te oturduğu esnada Allah’ın kendisine açmış olduğu şeyler olduğunu (el-Fütûĥât, I, 10) ve ilk önce kendisine
bunların okutulduğunu (a.g.e., I, 239), ardından “rabbânî ilkā ve ilâhî imlâ” ile satıra
geçirildiğini söyler (a.g.e., II, 456; III, 504).
İbnü’l-Arabî, Mekke’de yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan sonra bir hac kafilesine katılarak Bağdat’a gitti (601/1204). Burada on iki gün kadar ikamet edip Musul’a geçti ve Musul’da üstadım dediği Hanefî ulemâsından Ahmed el-Mevsılî el-Mukrî’nin yanı sıra Ebü’l-Hasan Ali b. Ebü’l-Feth ve Ali b. Abdullah b. Câmî gibi âlimlerle sohbetlerde bulundu. İbnü’l-Arabî Musul’un dışında, Muklâ denilen yerdeki bir bahçede yaşayan bu sonuncu zatın Hızır’dan hırka giydiğini, daha sonra aldığı bir işaret üzerine bu hırkayı aynı yerde kendisine giydirdiğini söyler (a.g.e., I, 187).
Musul’da bir yıl kadar kalan İbnü’l-Arabî, ibadetlerin sırlarına
dair et-Tenezzülâtü’l-Mevsıliyye
adlı eserini burada kaleme aldı. Ertesi yıl (Zilkade 602 / Ha-ziran 1202) Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya’ya geldi.
Bağdat’tan bu yana Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ve Harranlı
Ebü’l-Ganâim’in âzatlı kölesi Abdullah Bedr el-Habeşî de
kendisine refakat etmekteydi. Bu sırada ikinci defa Anadolu Selçuklu tahtına
çıkan I. Gıyâseddin Keyhusrev eski dostu Mecdüddin İshak’ı Konya’ya
çağırınca İbnü’l-Arabî
de onunla beraber Konya’ya
gitti. Mecdüddin,
hükümdarın oğlu Keykâvus’a
hoca tayin edilerek tekrar Malatya’ya
gönderilirken İbnü’l-Arabî bir müddet daha Konya’da
kaldı, bu arada Evhadüddîn-i Kirmânî ile görüştü. Daha sonra Halep, Kudüs, Mısır
yoluyla Mekke’ye
gitti. Buradan yine Bağdat’a,
ardından Konya’ya
döndü. Miguel Asin Palacios,
onun 612’de (1215) Konya’ya gelmesinin tek
sebebinin sultanı hıristiyanlara karşı kışkırtmak olduğunu ileri sürer. İbnü’l-Arabî, Halep ve Sivas’a yaptığı seyahatlerden sonra
615’te (1218) Malatya’ya yerleşti. Dostu Mecdüddin İshak vefat
edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla evlendi. Oğlu Sa‘deddin Muhammed büyük
ihtimalle burada dünyaya geldi.
İbnü’l-Arabî bu yıllarda mânevî evlâdı olarak gördüğü (Muĥâđaratü’l-ebrâr, II, 260) Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’a hıristiyanlara karşı tâvizkâr davrandığı için bir mektup yazarak savaşla onları zimmî hükmü altına almasını tavsiye etti ve kâfirlerin en şiddetlisi dediği Haçlılar’ın ele geçirdiği beldelerden -bu belde Kudüs bile olsa- müslümanların derhal hicret etmesi gerektiğini söyledi (el-Fütûĥât, IV, 460). Onun bu mektubunun daha önce sultanın yazdığı bir mektuba cevap olduğu anlaşılmaktadır (a.g.e., II, 260-261; IV, 547). İbnü’l-Arabî, Sivas’ta iken de Keykâvus’un Antakya’da Franklar’a karşı cihad ilân edeceğini ve şehri kuşatıp muzaffer olacağını rüyasında görmüş, bunu bir şiirle sultana Malatya’dan bildirmişti (a.g.e., II, 241). İbnü’l-Arabî’nin devlet adamlarıyla ilişkileri sadece Selçuklu sultanlarıyla sınırlı kalmamış, Eyyûbîler’in Halep emîri el-Melikü’z-Zâhir ve Dımaşk emîri el-Melikü’l-Âdil ile de münasebetlerini sürdürmüştür.
Dımaşk’a yerleştikten sonra kendisine vâki olan mübeşşiratta, Hz. Peygamber’in elinde bir kitapla zuhur ederek, “Bu elimdeki, hikmetlerin yuvalarını (fusûsü’l-hikem) gösteren bir kitaptır, bunu al ve faydalanacak kimselere açıkla” dediğini nakleden İbnü’l-Arabî, bu işaret üzerine Fusûsü’l-hikem’i 627 (1230) yılında burada telif etti. Daha sonra zamanının büyük bir kısmını el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’yi gözden geçirmeye ve yeniden yazmaya ayırdı. İlk nüsha üzerine birçok ilâve ve tashih ihtiva eden bu ikinci nüshayı vefatından bir yıl kadar önce tamamladı. Ölümünden yirmi gün önce talebesi Sadreddin Konevî ve İbn Sevdekîn’in Kitâbü’l-İsfâr’ını kendisine kıraat ettikleri bilinmektedir.
22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Dımaşk’ta Benî Zekî’lerin mâlikânesinde vefat eden İbnü’l-Arabî, Kāsiyûn dağı eteğindeki Sâlihiye semtinde bulunan Kadı Muhyiddin İbnü’z-Zekî ailesinin kabristanına defnedildi. Daha sonra iki oğlunun da gömüldüğü bu yer sonraki devirlerde Şam bölgesinde yaygınlık kazanmaya başlayan tasavvuf karşıtı akımların oluşturduğu aleyhte propagandalar neticesinde bakımsız kalarak unutulmaya yüz tuttu. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde uğradığı Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tesbit ettirerek üzerine bir türbe, yanına da bir cami ve bir tekke yaptırmıştır.
II. Abdülhamid tarafından
tamir ettirilen türbe bugün de şeyhi sevenlerce ziyaret edilmektedir. Abdülvehhâb b.
Ahmed eş-Şa‘rânî’nin naklettiği meşhur bir rivayete göre İbnü’l-Arabî, kabrinin
harap olacağını ve Yavuz Sultan Selim tarafından ihya
edileceğini, “Sîn (Selim) Şîn’e
(Şam) girince Muhyiddin’in kabri ortaya çıkar” şeklindeki
rumuzlu ifadesiyle önceden bildirmiştir (el-Kibrîtü’l-aĥmer, I, 188)..
İbnü’l-Arabî, ilk evliliğini memleketinin ileri gelen şahsiyetlerinden Abdûn el-Bicâî’nin kızı ile İşbîliye’de iken yaptı. İkinci defa Mekke’de Haremeyn Emîri Yûnus b. Yûsuf’un kızı ile evlendi. Bu evliliğinden Muhammed İmâdüddin adındaki oğlu oldu. Üçüncü evliliğini Malatya’da Sadreddin Konevî’nin dul annesiyle yaptı. Dördüncü olarak Dımaşk Mâlikî kadısı Zevâvî’nin kızıyla evlendiği kaydedilmektedir. İkinci oğlu Muhammed Sa‘deddin’in Malatya’da doğduğunu bildiren kaynaklar esas alındığında onun üçüncü evlilikten olduğu kabul edilir. Bu durumda Muhammed Sa‘deddin, Sadreddin Konevî’nin üvey kardeşidir.
(TDV DEN ALINMIŞTIR) ӿӿӿ
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder