VAHDET-i VÜCÛD
Varlığın birliği ve varlıkta birlik anlamında bir tasavvuf terimi; bu bağlamda Tanrı, âlem ve insan ilişkilerini açıklayan düşünce sistemi.
Vahdet-i vücûd düşüncesi varlığı (vücûd), mümkün ve zorunlu kısımlarına ayrılmadan önce kendinde bir hakikat şeklinde ele alıp zorunlu ve mümkünü onun iki kutbu saymak suretiyle Hak ile halkı (yaratılmışlar) izâfet ilişkisiyle birbirine bağlar. Böylece Tanrı-insan ilişkileri başta olmak üzere birlik-çokluk sorunu, insan iradesi ve özgürlüğü, âlemdeki kötülük problemi, sebeplilik vb. metafizik konularla iman ve akîdenin anlamı, ahlâk konuları ve çeşitli dinî bahisler hakkında kapsamlı ve sistematik bir düşünce ortaya koyar. Bu düşünceyi kabul edenlere vahdet-i vücûd ehli, vücûdiyye denir.
Vahdet-i vücûd terimini meydana getiren kelimelerden vahdet (birlik), bazı metinlerde ahadiyyet yahut vahdâniyyetle birlikte zikredilerek “ahadiyyetü’l-vücûd” (vahdâniyyetü’l-vücûd) şeklinde yer alır.
Bulmak, bilmek
anlamındaki vcd (وجد) kökünden gelen
“vücûd” terim olarak “varlık” anlamında kullanılır. Vücûd aynı kökten vecd ve
tevâcüd ile bağlantılıdır.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin en ulvî makamlara
ulaşanlara atıf yaparken kullandığı “ehlü’l-keşf ve’l-vücud” (ehlü’l-cem‘ ve’l-vücûd) tabiri de (Fütûhât-ı Mekkiyye, I, 99, 320, 347) vücûd terimindeki bu anlam bağlantısına
işaret eder.
Ehlü’l-keşf ve’l-vücûd tabiriyle hakikati keşf
yoluyla bulan veya beşerîlikten soyutlanarak bekā makamına ulaşanlar
kastedilir. Bunun anlamı, varlığın hakikatinin ancak seyrüsülûk yoluyla
beşerîlikten tamamen soyutlanmak suretiyle idrak edileceğidir.
el-Vücûdü’l-hak (gerçek/mutlak varlık) bu
soyutlanma sürecinde hissî, aklî ve hayalî varlık biçimlerinden uzaklaşılarak
idrak edilir. Abdülganî
en-Nablusî, “Sâlikin en
önemli görevi vücûdun anlamını tam olarak idrak etmektir” der, bunun da ancak
fenâ makamına ulaşmakla mümkün olabileceğini belirtir.
Sûfîlerin fenâ-bekā nazariyesi de varlığı gerçekte idrak etmenin
yöntemine işaret eder. Vücûdun ikinci anlamı “gerçek, gerçekteki” veya zihnin
ve müşahedenin mukabili olarak “dıştaki” demektir. Bu durumda vahdet-i vücûdu
iki şekilde anlamak mümkündür. Birincisi varlığın bir olması, ikincisi
bu birliğin itibarî veya müşahedede değil dışta ve gerçekte bulunmasıdır.
Vahdet-i vücûd düşüncesi geçmişte ve günümüzdeki araştırmalarda tasavvufun en dikkat çeken konularından biri olmuştur.
Vahdet-i vücûd düşüncesi geçmişte ve günümüzdeki araştırmalarda tasavvufun en dikkat çeken konularından biri olmuştur.
Vahdet-i vücûdla ilgili yapılan araştırmalarda öncelikle terimin
ne zaman ve kimin tarafından kullanıldığı üzerinde durulmuştur:
Terimin İbnü’l-Arabî tarafından kullanılmamış olduğu hususunda neredeyse aynı görüşü
paylaşan araştırmacılara göre vahdet-i vücûdu İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini
anlatmak üzere onun takipçileri ve şârihleri tarafından geliştirilmiştir.
Şârihler bu yaklaşımla birlikte terimin yetersiz ve hatalı bir terimleştirme
olabileceği imasıyla yöneltilen eleştirilere karşı İbnü’l-Arabî’yi savunmak
istemişlerdir.
Bazı
araştırmalarda terimin ilk defa Sadreddin Konevî
tarafından kullanıldığı ileri
sürülmüşken (Suâd el-Hakîm, s.
641) başka isimlere de atıf
yapanlar olmuştur (Tahralı, I,
47).
Terimi ilk defa Konevî’nin kullandığını ileri süren araştırmacıların ilgili metinleri
yanlış yorumladığı söylenebilir. Söz konusu metinlerde iki yerde vahdet-i vücûd
tabiri geçse de (Sadreddin
Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s. 22) bunlar bir metafizik terimi olarak vahdet-i vücûd anlamında
yorumlanmaya uygun değildir. Sadreddin Konevî’de vahdet-i vücûd
ifadesi buralarda sadece sözlük anlamında geçer.
Vahdet-i vücûd hakkındaki araştırmalarda takip edilen ikinci yöntem terimin anlamı ve dayandığı düşüncelerin tahlilidir.
Vahdet-i vücûda
dair ilk kapsamlı tarifi yapan İbnü’l-Arabî yorumcularından Abdürrezzâk el-Kâşânî, “Vahdet-i vücûd varlığın zorunlu ve mümkün
diye bölünmeden ele alınmasıdır” der (Tasavvuf Sözlüğü, s. 577).
Bu tanım,
vahdet-i vücûdun varlığı zorunlu ve mümkün diye iki kısma ayıran filozofların
görüşlerine karşı ortaya çıkan bir varlık düşüncesi olduğunu gösterir ve vahdet-i vücûd hakkındaki
araştırmanın çerçevesini belirler.
Vahdet-i vücûd,
filozoflarla kelâmcıların varlık ve yaratılışla ilgilil görüşlerine karşı
geliştirilen bir varlık ve yaratılış görüşü ve buna bağlı olarak Tanrı-insan
ilişkilerine dayanan bilgi teorisidir. İnsan tarafından açıkça idrak edilen,
hiç kimsenin hakkında kuşkuya kapılamayacağı en nihaî gerçeklik olan varlık
İslâm filozoflarının anlayışında metafizik ilminin konusudur.
İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin varlık anlayışlarında bu husus belirleyici bir
rol oynamıştır.
İbn Sînâ, metafizik ilminin konusunun varlık olması gerektiğini belirtirken
Tanrı’nın varlığının metafiziğe konu olup olamayacağını tartışır. Ona göre
Tanrı’nın varlığı metafiziğin veya herhangi bir ilmin konusu olamaz. Çünkü bir
ilmin konusu olmak onun herkesçe kabul edilmiş olması şartına bağlıdır.
Tanrı’nın varlığı bütün insanlar tarafından kabul edilmediğine göre O’nun
varlığı metafizik ilminin konusu değil maksadı olabilir. Kimsenin inkâr
edemeyeceği tek gerçeklik varlıktır, öyleyse metafizik ilminin konusu varlık
olmalıdır (Kitâbü’ş-Şifâ:
Metafizik, I, 12).
İbn Sînâ’nın bu yaklaşımı İbnü’l-Arabî’yi
ve daha çok Sadreddin Konevî’yi etkilemiş olsa bile onlar İbn Sînâ’ya ait Tanrı’nın varlığını kanıtlama
teorisinden ayrılarak başka bir düşünce geliştirmiştir. Sadreddin Konevî bu hususta İbn
Sînâ’nın kavramlarına ve yöntemine daha yakın bir
tavır ortaya koyar ve metafizik anlamında kullandığı ilm-i ilâhînin mesele ve
ilkelerini tesbit eder (Tasavvuf
Metafiziği, s. 23; Sadreddin Konevî ve Nasireddin Tûsî Arasında Yazışmalar, s.
20 vd.). Konevî’ye göre ilm-i ilâhînin konusu Hakk’ın varlığı olmalıdır (Tasavvuf Metafiziği, s. 9).
Bu görüşe kaynak
teşkil eden düşünce İbnü’l-Arabî’ye aittir. İbnü’l-Arabî hiçbir insanın Tanrı’nın varlığını inkâr edemeyeceğini ileri
sürmüş, herkesin açıkça O’nu kabul ettiğini söylemiştir. Bu durumda İbnü’l-Arabî ve takipçileri İbn
Sînâ’nın metafiziğin maksadı saydığı Tanrı’nın
varlığını bu ilmin konusu kabul eder.
Sûfîler bu
görüşlerini açıklarken, “Vücûd min haysü hüve vücûd el-Hak” (varlık olmak
bakımından varlık Hak’tır) ilkesine dayanmışlardır. Halbuki İbn Sînâ aynı
ifadeyi “kendinde varlık” veya “mutlak varlık” diye karşılanabilecek bir terim
kabul ederek metafizik ilminin konusu yapmıştır. İbn Sînâ’nın metafiziğin konusu yaptığı mutlak varlık İbnü’l-Arabî ve takipçilerinde bir önermeye dönüşerek, “Kendisi olmak
bakımından varlık Hak’tır” şeklini alır.
Bu durumda
metafiziğin maksadı ateizmi reddedip Tanrı’nın varlığını kanıtlamak değil,
Tanrı’nın sıfatlarını kabul etmeyip mutlak bir tenzihçilikle âlem karşısında
Tanrı’yı salt bir varlık ilkesine dönüştüren deizme karşı sıfatlara sahip bir
Tanrı anlayışının savunulmasıdır.
Vahdet-i vücûd kavramı altında dile getirilen
düşünceler deizmin çürütülmesini, tenzihin yanında teşbihin savunulmasını,
Tanrı-insan irtibatını ilâhî isimleri ve sıfatları dikkate alarak açıklanmasını
hedefler. Bu sebeple vahdet-i vücûd, mutlak tenzihçiliği benimseyen deist Tanrı
anlayışını reddederek vahyin öngördüğü şekilde teşbih ve tenzih arasında bir
Tanrı anlayışı ortaya koymaya çalışır. Bunun ilk merhalesi varlıkla Hak
arasında kurulan ayniyettir.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” Bu cümle vahdet-i vücûdun en önemli dayanağını teşkil eder. Vahdet-i vücûd üzerine yazılan bütün kitapların, vahdet-i vücûda yönelik eleştirilerin merkezinde bu cümlenin bulunması önermenin vahdet-i vücûd anlayışındaki yerini göstermeye yeterlidir. İbnü’l-Arabî bu düşünceyi, “Vücud Hakk’ın vücududur” ve, “Vücud birdir ve Hakk’ın vücududur” şeklinde ifade ederken (Tayyib, s. 165) Konevî aynı fikri, “Kendisinde hiçbir ihtilâf bulunmayan varlık Hak’tır” şeklinde dile getirir (Tasavvuf Metafiziği, s. 21).
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” Bu cümle vahdet-i vücûdun en önemli dayanağını teşkil eder. Vahdet-i vücûd üzerine yazılan bütün kitapların, vahdet-i vücûda yönelik eleştirilerin merkezinde bu cümlenin bulunması önermenin vahdet-i vücûd anlayışındaki yerini göstermeye yeterlidir. İbnü’l-Arabî bu düşünceyi, “Vücud Hakk’ın vücududur” ve, “Vücud birdir ve Hakk’ın vücududur” şeklinde ifade ederken (Tayyib, s. 165) Konevî aynı fikri, “Kendisinde hiçbir ihtilâf bulunmayan varlık Hak’tır” şeklinde dile getirir (Tasavvuf Metafiziği, s. 21).
İbnü’l-Arabî ve
Sadreddin Konevî’den
sonra gelen şârihler aynı önermeyi ifade farklılıklarıyla tekrarlar (Konuk, I, 5). Molla Fenârî Konevî’nin, “Hak kendisinde ihtilâf bulunmayan vücuddur” cümlesini
yorumlarken Hakk’a vücud denilmesinin zorunluluğu üzerinde durur. Ona göre,
“Vücud Hak’tır” önermesi Tanrı’nın latif ve gayri mürekkep oluşunun zorunlu
neticesidir (Miśbâĥu’l-üns, I,
150). Fenârî, sûfîlerin dışında hiç kimsenin mutlak birliği
temellendiremediğini ileri sürerek bu bağlamda İslâm filozoflarıyla kelâmcıları
eleştirir. Bu durumda vücudun bir olması Hakk’ın bir olmasıyla aynı anlama
gelir ve vahdet-i vücûdu bir tevhid yorumuna dönüştürür (Tahralı, I, 31).
Molla
Fenârî’nin dikkat çektiği bu hususa Abdurrahman-ı
Câmî de değinir ve, “Sûfîler varlığı Hak kabul etmekle Tanrı’nın varlığını
kanıtlama külfetinden kurtulmuştur” der (ed-Dürretü’l-fâħire, s. 11). Buna göre vahdet-i vücûd her şeyden önce “Vücud Hak’tır”
önermesine dayanan bir düşüncedir.
Vahdet-i vücûd düşüncesinin en önemli dayanağı, “Varlık Hak’tır” önermesi olsa bile onu Tanrı-âlem-insan ilişkisini açıklayan bir nazariyeye dönüştüren husus yalnızca bu önerme değildir. Ayrıca sadece bu önermeyle birlikte düşünülünce vahdet-i vücûd ilk sûfîlerde görülen ve vahdet-i vücûda kaynak teşkil eden fenâ anlayışına irca edilebilir (Tayyib, s. 58 vd.).
Vahdet-i vücûdu
ilk sûfîlerin fenâ-bekā anlayışından ayrıştırıp müstakil bir nazariyeye
dönüştüren şey eşyanın ilâhî ilimdeki sabit hakikatleri bulunduğuna dair ikinci
bir ilkenin kabulüdür.
Bu durumda
vahdet-i vücûd bir yandan, “Vücud Hak’tır” diyerek mutlak varlık kavramını
benimsemiş, diğer yandan Tanrı-âlem irtibatını açıklamak üzere “a‘yân-ı sâbite” diye
adlandırılan ve eşyanın ilâhî ilimdeki hakikatlerini ifade eden bir fikri kabul
ederek birlik (vahdet) ve
çokluk (kesret) sorununu çözmeye çalışmıştır.
Sadreddin Konevî
metafizik ilminin ana
sorununun Tanrı-âlem irtibatı olduğunu belirtmişti. Bu durumda vahdet-i vücûd
anlayışının asıl meselesi Tanrı-âlem irtibatını açıklamaktır. Diğer bir
ifadeyle birlik ve çokluk ilişkisinin izahı ve bilhassa birlikten çokluğun
nasıl çıktığı İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin en önemli konusuydu. Birlik-çokluk
problemi, âlemin Tanrı’dan nasıl çıktığı hususu başta olmak üzere Tanrı ile
âlem arasındaki tesir-teessür, fiil-infial ilişkileri, bilgi, kötülük, çokluk
vb. sorunları ele almayı gerektirir. Sûfîler bu hususta, filozofların sudûr
anlayışıyla kelâmcıların cevher-araz teorilerinden yararlanarak yeni bir
yaratılış teorisi geliştirmeye çalışmışlardır.
Teorinin temel
hedefi birlikle çelişmeden çokluğu açıklamaktır. İbnü’l-Arabî, birlikten çokluğun nasıl çıktığını
açıklarken Eş‘arîler’in ilâhî sıfatlar teorisini yeniden yorumlar. Ona göre Tanrı-âlem
irtibatı ancak ilâhî sıfatları kabul etmekle açıklanabilir. Bu tavrıyla İbnü’l-Arabî ve takipçileri metafizikte akılcı
yaklaşımı esas alan filozoflardan ayrılır ve bilgi kaynağı olarak vahyi
savunurlar. Çünkü Tanrı’nın birbirine zıt sıfatlara sahip olduğu bilgisini
getiren kaynak vahiydir. Bu sebeple vahiy aklın metafizik alandaki hükümlerine
karşıt hükümler verir ve Hakk’ı “câmiu’l-ezdâd” diye tanıtır (Fusûsü’l-hikem, s. 92).
Eş‘arîler, ilâhî sıfatları kabul etmekle birlikte bu sıfatlarla âlem arasındaki ilişkiyi tam olarak açıklayamamıştır. İbnü’l-Arabî, ilâhî sıfatları onların gerekleriyle birlikte düşünüp Tanrı-âlem ilişkisini daha önce yaygın olmayan bazı kavramlarla ortaya koyar. Ona göre ilâhî sıfatlar ancak onların gerekleriyle birlikte düşünülmelidir. Tanrı’nın bilgisinden söz etmek o bilginin nesnesinden söz etmeyi gerektirir.
İbnü’l-Arabî
bu yöntemle ilim-mâlûm, irâde-murâd, kādir-makdûr, rahîm-merhûm, ilâh-me’lûh,
râzık-merzûk gibi izâfet türleri geliştirip âlemdeki varlıkların ilâhî sıfatlarla
ilişkisini bir izâfet ilişkisi olarak yorumlar (Fütûhât-ı Mekkiyye, I, 147; III, 48). İzâfetin bir yanı ilâhî isme veya sıfata
işaret ederken diğer yanı mümkinin hakikatine işaret ederek “ayn-ı sâbit” (çoğulu a‘yân-ı sâbite) adını
alır.
İbnü’l-Arabî bu düşünceyi daha ileri taşıyıp sıfatları
a‘yân-ı sâbite ile zat arasındaki nisbetlere dönüştürür. Her hâlükârda
mümkinlerin hakikatleri ilm-i ilâhîde sâbittir ve bu sübût varlıkla yokluk
arasında bir kavram olarak birlikle çelişmez. Böylece İbnü’l-Arabî ve takipçileri a‘yân-ı
sâbite fikrine yönelik en önemli eleştiri noktasını teşkil eden Allah’ın
bilgisini hâdislere mahal yapma eleştirisinden kurtulmak istemişlerdir. Bu
eleştiri aynı zamanda âlemin kıdemine dair eleştiriyle aynı bağlamda
değerlendirilebilir. Çünkü a‘yân-ı
sâbite fikrini kabul etmek eşyanın ilm-i ilâhîdeki kadîm hakikatlerini
kabul etmek demektir. İbnü’l-Arabî, kendisi sebebiyle kadîm olmakla başkası
sebebiyle kadîm olmak arasında bir ayırım kabul ederek bu sorunu aşmayı
hedefler.
A‘yân-ı sâbite daha önce bazı İslâm düşünürlerince dile getirilen kavramlarla
ilişkili olmakla birlikte esas itibariyle İbnü’l-Arabî ve takipçilerine mahsus
bir kavramdır. A‘yân-ı
sâbite Mu‘tezile kelâmcılarının ma‘dûm, İslâm filozoflarının mahiyet veya imkân
kavramları ve Sünnî kelâmcılara ait ilâhî kelâmın yaratılmamışlığı fikriyle
irtibatlandırılır (Ebü’l-Alâ
Afîfî, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler, s. 260 vd.).
Mutlak varlık olan Hak ile a‘yân-ı sâbite arasındaki ilişki sûfîlerin birlik-çokluk lişkisini açıklamak üzere başvurdukları iki temel konudur. Buradan hareketle İbnü’l-Arabî’nin, vahdet-i vücûd düşüncesini merkeze alan bir yaratılış teorisi geliştirmeye çalıştığı görülmektedir. Vahdet-i vücûd merkezli yaratılış teorisi diye isimlendirebileceğimiz bu anlayış filozofların sudûr teorisiyle benzerlikler taşır. Her şeyden önce sudûr teorisindeki akıllar, felekler, üst âlem ve alt âlem ilişkileri, büyük âlem ve küçük âlem irtibatı, varlıklar arasındaki benzerlikler İbnü’l-Arabî’nin yaratılış teorisinde önemli ölçüde korunur.
Bununla birlikte
onun yaratılış teorisi nedensellik fikrine dayanan sudûr teorisini bütün
sonuçlarıyla kabul etmez. Bu durumda kelâmcılara ait cevher ve araz fikrinin
özünü teşkil ettiği, kādir-i mutlak anlayışına dayanan yoktan yaratma
teorisinin bazı unsurlarını dikkate alan yeni bir anlayış geliştirir. Bu teori,
sudûr fikrinin varlıkta süreklilik ve benzerlik ilkesini esas alan varlık
anlayışını, kelâmcılara ait sürekli yenilenen arazlar görüşünün dayanağı olan
kādir-i mutlak Tanrı inancına dayandırmak demektir. Bu sebeple vahdet-i vücûdun
yaratılış görüşü, sudûrun sistematik yapısını esas alıp bu düşüncenin en önemli
kısmını teşkil eden nedensellik fikrini vesileciliğe çeviren bir anlayış kabul
edilir.
Vahdet-i vücûd anlayışını benimseyen sûfîlere göre sudûr teorisinin en önemli hatası teorinin özünü teşkil eden zorunlu nedensellik fikridir. Bu nedensellik, “Bir’den bir çıkar” ilkesinden hareketle önce akılların, sonra âlemdeki diğer varlıkların zorunlu bir nedensellik bağıyla birbirinden çıkmaları demektir. İbnü’l-Arabî böyle bir nedensellik anlayışını Tanrı’nın irade ve kudretini etkisiz kılacağını, bunun neticesinde insanı zorunlu olarak deizme götüreceğini hesaba katarak reddeder.
Onun yerine
“vesileci sudûr” diye isimlendirilebilecek bir yaratılış teorisi yerleştirerek
Tanrı-âlem irtibatını açıklar. Eleştirinin dayandırıldığı en önemli kavram
vahdet-i vücûdun ana kavramlarından birini teşkil eden “vech-i hâs” kavramıdır (Sadreddin Konevî, Sadreddin Konevî ve
Nasireddin Tûsî Arasında Yazışmalar, s. 71; Demirli, İslâm Metafiziğinde, s.
203). Konevî tarafından ayrıntılı biçimde ele alınan
vech-i hâs Tanrı ile âlem arasındaki doğrudan ilişkiyi ifade eder.
Konevî’nin sudûr
eleştirisi esas itibariyle bu kavrama dayanırken İbnü’l-Arabî’nin
değişik şekillerde adlandırdığı aynı kavram vahdet-i vücûdun ana maksadını
açıklar. Sudûr teorisindeki
nedenselliğin kaynağı “bir”den silsile halinde varlıkların çıkmasıdır. Bu durum
Tanrı ile âlem arasındaki bütün irtibatı dolaylı bir ilişkiye çevirmek
demektir. İbnü’l-Arabî ve takipçileri, Tanrı’dan varlıkların silsile halinde çıktığı
kadar Tanrı ile âlem arasında doğrudan bir ilişki bulunduğunu kabul eder.
Doğrudan ilişki Tanrı’nın âleme her an müdahalesine imkân verirken aynı zamanda
insanın Tanrı ile doğrudan ilişki kurmasına imkân verir. Özellikle dua, ibadet,
vahiy, ilham gibi hususlar doğrudan ilişkiyle anlam kazanır.
Bu durumda
vech-i hâs ile ilgili olarak dile getirilen düşünceleri benimsemek deist bir
varlık anlayışına karşı etkin ve fâil bir Tanrı anlayışını benimsemek demektir.
İbnü’l-Arabî’de vech-i hâs ile irtibat başka terimlerle de ifade
edilir. Meselâ varlık tecellisi, nefes-i rahmân, her şeydeki birlik tecellisi, hakîkat-i hakāik gibi
kavramlar bu terimle yakın anlamda kullanılarak vahdet-i vücûdun yaratılış
görüşünü açıklar.
Bu yaratılış
teorisinin ikinci yönü nedenselliğin aşılmasıyla âlemdeki her şeyin araz
sayılmasıdır. İbnü’l-Arabî kelâmcıların ve onlardan önce sofistlerin âlemdeki değişme
ilkesini kabul ettiklerini, ancak bunun mantıkî neticelerini öngöremediklerini
belirtirken vahdet-i vücûdun bu yönüne dikkat çekmiştir. Kelâmcılar, “Arazlar
iki anda bâki kalmaz” demiş,
fakat âlemin arazların toplamı olduğunu söyleyememişlerdir; âlemi sürekli var
olan bir şey sayarak çelişkiye düşmüşler, sofistler ise âlemde değişmenin ardındaki
süreklilik ilkesini itiraf edememişlerdir (Fusûsü’l-hikem, s. 134).
İbnü’l-Arabî,
Tanrı’yı süreklilik ilkesi ve âlemi sürekli yenilenen arazların toplamı
saymıştır. Bu durumda Tanrı karşısında âlem sürekliliği olmayan ve her an Tanrı
tarafından var edilen arazlara dönüşür. İbnü’l-Arabî ve Konevî bu düşünceyi
açıklarken vahdet-i vücûd ile eş anlamda kullandıkları bir terime ulaşırlar. O
da “maiyyetü’l-Hak”tır
(Hakk’ın eşya ile beraberliği).
Hakk’ın eşya ile
doğrudan ilişkisi ve eşya ile beraberliği vahdet-i vücûd anlayışının en önemli
mantıksal sonucudur. Bu sayede İbnü’l-Arabî ve takipçileri, deist Tanrı anlayışını
aşarak âlem ve insanla doğrudan ilişki kuran bir Tanrı anlayışı geliştirmiştir.
Vahdet-i vücûd düşüncesi sudûr teorisinin nedensellik zincirini vesileciliğe çevirdikten sonra yaratılışı varlığın belirli mertebelerde bulunmasıyla açıklar. Vücûd (varlık) sonsuz mertebelerde zuhur eder, zâhir olur, bu zuhur sûretlenme, kisveye bürünme, tecelli etme gibi terimlerle anlatılmıştır. Mertebeler sayılamayacak kadar çoktur.
Bununla birlikte
mertebeler tasnif edilmiş ve üçlü, beşli, yedili varlık mertebeleri fikri
sûfîler tarafından işlenmiş, her mertebeyle ilgili farklı meseleler ele
alınmıştır. Bazı sûfîlerin kırklı tasnifle zikrettiği mertebeler lâ taayyün mertebesi, taayyün-i evvel, taayyün-i sânî,
mertebe-i ervâh, mertebe-i
misâl, mertebe-i şehâdet ve mertebe-i insan diye tasnif edilmiştir (Kılıç, s. 250).
Vahdet-i vücûd düşüncesinde Tanrı-âlem ilişkileri üzerinde önemle durulmuş, vahdet-i vücûdun âyet ve hadislerden delilleri tesbit edilmiş, bu deliller yorumlanmıştır. Bu hususta en önemli katkı İbnü’l-Arabî’ye aittir.
İbnü’l-Arabî el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye ile Fusûsü’l-hikem başta olmak üzere hemen bütün eserlerinde vahdet-i vücûda delil
teşkil eden âyet ve hadisleri zikreder, daha doğru bir ifadeyle nasları
vahdet-i vücûd anlayışıyla yorumlar. Bu noktada kelâmcıların te’villerine
muhalefet eder (Fütûhât-ı
Mekkiyye, I, 268).
Kelâmcılar
naslardaki müteşâbih
tabirleri aklî düşünceyle çelişik bularak te’vil etmiştir. Bu sebeple
İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışına dayanan nas yorumculuğu
te’vilciliğe karşı nassın müteşâbih alanını esas alır.
Onun bu tavrı
takipçilerinde devam etmiş, onlar da naslardan delil getirerek vahdet-i vücûd
anlayışını savunmaya ve açıklamaya çalışmışlar, çeşitli âyetler için müstakil
tefsirler yazmışlardır. “Allah
göklerin ve yerin nurudur” âyeti (en-Nûr 24/35) bu
kapsamda yorumlanan âyetlerden biridir.
Öte yandan
hadisler üzerinde de durulmuş, “kurb-ı nevâfil” diye bilinen hadis (Müsned, VI, 256; Buhârî, “Rikak”, 38) çokça yorumlanmıştır. Bunun yanı sıra,
“Allah vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu” hadisi de (Müsned, II, 431; Buhârî, “Tevhîd”, 22) sıkça yorumlanan hadislerden biridir (İbnü’l-Arabî, Fusûsü’l-hikem, s. 76;
Abdülganî b. İsmâil en-Nablusî, Ariflerin Tevhidi, s. 98 vd.; Kılıç, s. 202).
Yûnus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Niyâzî-i Mısrî gibi sûfî şairlerin eserlerinde vahdet-i vücûdun çeşitli konuları yer alır. Bu noktada vahdet-i vücûdun insan görüşü, hakîkat-i Muhammediyye fikri, insanın âlemin gayesi olması, fenâ-bekā vb. hususlar vahdet-i vücûd ile irtibatlı şekilde açıklanmıştır.
Vahdet-i vücûd
çeşitli misallerle izaha çalışılmıştır. En çok verilen misaller arasında
sayılardan “bir” ile diğer sayıların, elif harfiyle diğer harflerin ve
çizgilerde nokta ve diğer şekillerin ilişkisi zikredilebilir. Elif bütün sayıların
veya “bir” sayısı bütün sayıların ilkesi olduğu gibi mutlak varlık da bütün
varlıkların ilkesidir. Her şey mutlak varlığın tecellî ve görünümünden
ibarettir. Sûfîlerin bilgi anlayışında önemli yer tutan ayna benzetmesini bu
kapsamda zikretmek gerekir. Aynadaki sûretler İbnü’l-Arabî’nin sıkça
tekrarladığı örneklerden biridir. Buz-su-hava yahut çekirdek-ağaç da verilen
örnekler arasındadır.
Vahdet-i vücûd anlayışı İslâm düşünce tarihinde çok eleştirilen bir konu olmuştur. Eleştirilerin önemli bir kısmı sûfîlerin dışındaki çevrelere aittir. Esas itibariyle vahdet-i vücûda yönelik bu eleştirileri daha genel anlamıyla tasavvufa yönelik eleştirilerle birlikte ele almak mümkündür. Tasavvuf hal ilmi sayılarak alanı sınırlanmak istenmiş, bu sebeple sübjektif bir yönteme dayanan tasavvuftan kapsamlı teorilerin çıkması eleştirilmiş veya tartışılmıştır. Dâvûd-i Kayserî, tasavvufî bilgilerin bazı kişiler tarafından “şairane tahayyül” diye nitelendirildiğini söylerken bu yaklaşıma dikkat çekmiştir.
Bununla birlikte
vahdet-i vücûd söz konusu olduğunda eleştiriler daha önemli hale gelmiştir.
Bunların bir kısmı doğrudan vahdet-i vücûd anlayışını, bir kısmı da bu
düşünceyi ortaya koyan İbnü’l-Arabî’yi ve onun eserlerini hedef almıştır. Bu bağlamda vahdet-i vücûda
yönelik eleştiriler arasında Hakk’a varlık denilmesinden başlayarak bu
düşüncenin kaynakları ve özellikle İslâm dışı kaynaklarla ilişkisi, vahdet-i
vücûddan ortaya çıkan bazı tâli düşüncelerin eleştirileri zikredilebilir.
Eleştiriler içerisinde metodolojik bakımdan en önemlisi ve en tutarlısı Teftâzânî’nin eleştirileridir. Bunun sebebi Teftâzânî’nin vahdet-i vücûd anlayışının dayanağını
teşkil eden, “Varlık
Hak’tır” önermesini hedef almasıdır. Teftâzânî’nin görüşlerinden
anlaşıldığı kadarıyla kelâmcılarla sûfîler arasında esas sorun Tanrı’ya varlık
denmesinin anlamıdır.
Vahdet-i vücûd
ve onunla ilgili çeşitli düşünceleri eleştiren Ali el-Kārî, Ehl-i sünnet akîdesine aykırı bulduğu
vahdet-i vücûdu vücûdiyye, ittihâd gibi kavramlarla zikreder. Onun görüşlerine
atıf yaptığı sûfîlerden biri vahdet-i vücûda karşılık vahdet-i şühûd
nazariyesini geliştiren Alâüddevle-i
Simnânî’dir. İbnü’l-Arabî’nin, “Onların aynı iken eşyayı var eden Allah
münezzehtir” cümlesini eleştirirken Simnânî’nin böyle
bir düşünceden tövbe etmek gerektiği hakkındaki görüşlerini zikreder (İbtâlü’l-ķavl, s. 36).
Hallâc-ı Mansûr
ve Bâyezîd-i Bistâmî gibi ilk sûfîlerin bu tarz sözler
söylediklerini belirten Ali
el-Kārî vahdet-i vücûdu
daha önceki şatahat ifadeleriyle birlikte ele alır (a.g.e., s. 41).
Ali el-Kārî’nin eserinin bir özelliği de birçok âlimin vahdet-i vücûda yönelik
eleştirilerini aktarmış olmasıdır. Bunun yanı sıra bilhassa vahdet-i mutlaka
fikrinin kendisine izâfe edildiği, Tanrı’dan başka varlık kabul etmeyen İbn Seb‘în ve İbn Teymiyye’nin eleştirileri bu kapsamda zikredilebilir.
Teftâzânî’nin eleştirileri iki önemli eserle cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Bunların ilki Molla Fenârî’nin Misbâhü’l-üns’ü, diğeri Abdülganî en-Nablusî’nin el-Vücûdü’l-hak ve’l-ħitâbü’s-sıdķ’ıdır. Nablusî’nin vahdet-i vücûd savunması varlık kavramının anlamına odaklanır. Ona göre bilinmesi gereken ilk şey varlığın anlamıdır. Varlığın anlamını bilmek ise ancak tahkikle mümkündür.
Buna karşılık
insan varlıkla mevcudu birbirine karıştırır, dolayısıyla vahdet-i vücûdu,
“görünen şeylerin bir olması” şeklinde yorumlayabilir. Bunun yanı sıra vahdet-i
vücûd anlayışından ortaya çıkan dinî ve akîdevî bahisler eleştirilmiş,
tecelliyle ilgili olarak Tanrı’nın mâkul veya mahsus sûretlerde tecelli
etmesinden ortaya çıkan sonuçlar ele alınarak İbnü’l-Arabî suçlanmıştır.
Bunların başında herkesin zorunlu şekilde Allah’a ibadet etmesi meselesi gelir.
İbnü’l-Arabî, hiçbir insanın Tanrı’nın varlığını inkâr
edemeyeceğini belirttikten sonra herkesin gerçekte O’ndan başkasına ibadet
edemeyeceğini söylemiş, bu düşüncesini, “Rabbin kendisinden başkasına ibadet
etmemenize hükmetti” âyetine (el-İsrâ
17/23) dayandırmıştır (Fütûhât-ı Mekkiyye, III, 168).
Buradan İbnü’l-Arabî’nin pagan inançlarını bile sahih ibadet saydığı sonucunu çıkaranlar
olmuştur. İbnü’l-Arabî bu düşüncesini tasavvufun en önemli kavramlarından birini teşkil
eden, vahdet-i vücûdun gerektirdiği “ilâh-ı mu‘tekad” (Suâd el-Hakîm, s. 361) kavramıyla temellendirir. Ona göre herkesin zorunlu bir şekilde
ibadet ettiği Allah fıtraten sahip olunan Allah hakkındaki bilgidir.
Bununla birlikte
fıtrattan kaynaklanan bu inanç şeriatın bildirdiği ve tanıttığı ilâh (ilâh-ı
meşrû‘) anlayışına göre tashih edilmelidir. İbnü’l-Arabî bu düşüncesinden
dolayı eleştirilmiştir. Buna bağlı olarak dinlerin birliği, firavunun imanı,
bilgi ve bilinen ilişkisi (ilim
mâlûma tâbidir) hakkındaki fikirleri, yoktan yaratma fikrini reddetmesi
sebebiyle âlemdeki kötülük sorunu (Gelenbevî, s. 109) gibi konular da tenkitlere konu edilmiştir. Bunun yanı sıra
velâyet-nübüvvet bahisleri ve İbnü’l-Arabî’nin
hatm-i velâyet hakkındaki
görüşleri de bu kapsamda eleştirilmiştir.
Bu eleştiriler
içerisinde dikkate değer olanlardan biri de Tanrı ile insan ilişkisi hakkındaki
görüşleridir. İbnü’l-Arabî insanla birlikte her şeyin sadece bir mazhar olduğunu, her şeyin
Hakk’ın tecelli ettiği bir ayna mesabesinde bulunduğunu söyler. Bu düşünce
önceki sûfîlerin fenâ-bekā görüşleriyle irtibatlıdır.
Tasavvufî
hayatta vahdet-i vücûdun en önemli yansımasını fenâ-bekā düşüncesiyle vahdet-i
vücûdun ilişkisi teşkil etmiştir. Bu noktada İbnü’l-Arabî, “Her şey
Hak’tır” veya, “Hak
her şeyin aynıdır” dediği için eleştirilmiştir. Bu eleştirilere verilen
cevaplarda en çok İbnü’l-Arabî’nin, “Rab rabdir, kul da kuldur” cümlesinin (Fütûhât-ı Mekkiyye, III, 314; Abdülganî b.
İsmâil en-Nablusî, Gerçek Varlık, s. 22) tekrarlandığı görülür.
Öte yandan vahdet-i vücûd tasavvufî çevrelerce de eleştirilmiştir. Bunlar, ilk dönemden itibaren tasavvufta yer alan sekr ve sahv ekolleri arasındaki tartışmaların ve görüş ayrılıklarının bir devamı sayılabilir.
Bu itibarla hulûl, ittihâd ve
vuslatın anlamı, fenâ ve
bekā meselesi, şeriat-hakikat ilişkileri gibi konulara dair yaklaşım
farklılıkları bu meselede de tekrarlanmıştır. Vahdet-i vücûda yönelik en önemli
eleştiri tevhid anlayışını “sâlikin varlıkta birliği, gördüklerinde yalnız
Allah’ı görmesi” anlamındaki “vahdet-i
şühûd” ile ifade eden İmâm-ı Rabbânî’den gelmiştir. İmâm-ı Rabbânî öncesinde Alâüddevle-i
Simnânî (Lâmiî, s. 537 vd.) ve “İlim mâlûma tâbidir” cümlesine
yönelik olarak Abdülkerîm
el-Cîlî çeşitli eleştiriler dile getirmiştir. Bazı
sûfîler ise
vahdet-i vücûdu geçilmesi gereken bir hal şeklinde görmüştür.
Çağımızda üzerinde durulan hususlardan biri vahdet-i vücûd ile panteizm arasındaki ilişkilerdir. İsmail Fenni Ertuğrul ve Ömer Ferit Kam gibi yazarlar panteizm ile vahdet-i vücûd arasındaki farkları tesbite çalışırken panteizmin türleri üzerinde durmuşlardır. Diğer araştırmacılar da panteizmin farklı türleri bulunduğunu dikkate alarak dinî panteizmler ve felsefî panteizmler şeklinde bir tasnif yapma temayülünde olmuştur. Bununla birlikte sorun İbnü’l-Arabî’nin metinlerinde de çeşitli bakımlardan ortaya çıkmıştır. Panteizm ile vahdet-i vücûd arasındaki ilişkiler esas itibariyle felsefe kaynaklı mistisizm ile tasavvuf arasındaki ilişkilerin alt bölümünü teşkil eder.
Bu ilişkiler, İbnü’l-Arabî tarafından akılcı riyâzet yöntemiyle vahye bağlı tasavvuf yöntemi
arasındaki farklar ve akılcı riyâzetle ulaşılan Tanrı anlayışıyla vahye bağlı
riyâzet yöntemiyle ulaşılan Tanrı anlayışı arasındaki fark sorununa dayanır. Bu
durumda bilhassa felsefî panteizm ile vahdet-i vücûd ilişkisi her ikisinin
bağlı olduğu din veya inançtaki Tanrı anlayışı arasındaki
ilişkilerle belirlenir.
İbnü’l-Arabî,
Tanrı anlayışını iki gruba karşı geliştirmiştir. Birincisi onun Muattıla
diye isimlendirdiği, deist anlayışa işaret eden Tanrı anlayışıdır.
İbnü’l-Arabî’nin en önemli eleştirileri bu akıma yöneliktir. İkincisi kaynağı
hayal gücü olan pagan inançlarıdır. Akıl Tanrı hakkında tenzihçi iken hayal
gücü teşbihçidir. Biri tenzihçi bir anlayış geliştirip Tanrı-âlem irtibatını
ortadan kaldırırken diğeri Tanrı’yı her şeye benzetir.
Vahdet-i
vücûd ise vahyin her iki gücü sınırlamasıyla ortaya çıkan bir Tanrı
tasavvurudur. Bu tasavvur tenzihle teşbih arasında bir Tanrı anlayışı demektir.
Şu halde vahdet-i vücûd bir yandan tenzihçiliğe karşı teşbihi savunurken öte
yandan teşbihçiliğe karşı tenzihi savunur. Buna göre vahdet-i vücûdun ulaştığı
Tanrı anlayışı her durumda, “O’dur ve O değildir” şeklinde ifade edilen
paradoksal bir anlayıştır.
Panteizm ile vahdet-i
vücûd arasındaki en önemli ikinci fark bu hükümle ortaya çıkar. Vahdet-i
vücûda dair zengin bir literatür oluşmuştur.
İbnü’l-Arabî
ve takipçileri
tarafından yazılan pek çok risâle ve kitap bu kapsamda değerlendirilebilir. Öte
yandan Fusûsü’l-hikem şerhlerinin
mukaddimeleri ağırlıklı biçimde vahdet-i vücûdu açıklamayı hedefler.
İbnü’l-Arabî sonrasında nazarî tasavvuf vahdet-i vücûd ana düşüncesi ekseninde
teşekkül etmiştir denebilir.
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder