10. Lem’a da Geçen İsimlerde
BEKİR ÇELİK
(BEKİR EFENDİ)
Bekir Ağa ya
da Adilcevazlı Emrullah oğlu Bekir ümmi olmasına rağmen Barla'da
telif yıllarında Risale-i Nur'un neşrinde hizmeti olmuş ve Bediüzzaman'ın
hususi hizmetinde de bulunmuş talebelerindendir. Gavs-ı Geylani'nin 800 sene
önce işaret ettiği nur talebeleri arasında o da vardır. Şarktan sürgün ile
gelip Isparta'ya yerleşmiştir. Çerçilik ve ayakkabıcılık yapmış ve bu vesileyle
her gittiği yere Risâle-i Nurları yaymış ve anlatmıştır. Eskişehir hapsinde
Üstadıyla beraber bulunmuş ve müdafaasını Üstadı yapmıştır.[1]
Şahsi Bilgileri:
Diğer
İsimleri: Vanlı Kürt Bekir, Bekir Bey, Abdülcelil oğullarından Bekir Ağa
Doğum Yeri ve
Tarihi: Adilcevaz, Bitlis, 1889
Vefat Yeri ve
Tarihi: Adilcevaz, Bitlis, 24 Nisan 1961
Kabrinin
Yeri: Adilcevaz, Bitlis, 1889
Risale-i Nur ile
Nasıl Tanıştığı
Isparta'da seyyar
satıcılık yoluyla ayakkabı satışı işiyle meşgul olurken Barla'da Hz. Üstad'la
hemşerilik yoluyla tanışarak ona talebe olmuştur.
Ümmi fakat
allâmelerin işini gören ve esrar-ı Kur’aniyeye karşı Isparta’nın intibahına
sebep olan, âhiret kardeşim Adilcevazlı Bekir Ağa’nın Sözler hakkındaki
ihtisasatıdır Fazilet-meab Üstadım Hazretleri,
Efendim, evvela
arz-ı tazim ve hürmetle mübarek ellerinizi öperek, her ân ve zaman lisanıma
yakıştığı kadar dua eder ve duanızı rica ediyorum.
Efendim, malûmunuz
fakir talebeniz ve kardeşiniz cahil olduğum halde, güneş-misali olan risale-i
bergüzidelerinizden umum Nur Risalelerinizi okutup dinledim. Güneşin nuruna set
çekilemediği gibi ve set çekilmek ihtimali olmadığı gibi risalelerinize de set
çekilemez. Onları istima’da ruh ve kalbimi tetkik ettim, tetkikatımda ne gibi
hissetmiş ve anlamış olduğumu aradım, baktım ki ruh ve kalbimde bir feyezan ve
coşkunluk var ki beni bilâ-ihtiyar bir vazifeye sevk etmek için hemen “Haydi
haydi!” diye tazyikata başladı.
Ben de ruhumda olan
bu vakıayı takip ederken o Nurların irae ettiği miftahları gördüm ve
gösterildi. Anladım ki bu anahtarlar ile icab eden kapıları açıp o Nurlara ehil
olan kardeşlerimi –min gayr-i haddin– arayıp bulmak vaziyeti âdeta bana
emrolunup o Nurlardan güneş gibi nur saçılması hususunda ben de bu hali kendime
vazife addettim.
O Nurlardan almış
olduğum anahtarları teslim ile hain-i din olan mülhidlerin elleri
kımıldanmayacak derecede kırılması için hamden lillah bu kardeşlerimi arayıp
buldum. Emanetullah ve emanat-ı Peygamberînin (asm) gayet parlak yakut ve
zümrütten kıymettar olan hazinelerini o zatların ellerine teslim ettim.
Elhamdülillah Cenab-ı Hak muvaffak etti.
O mübarek
eserlerinizi mütalaa eden eşhas, insan iseler ve insaniyetle alâkaları varsa
iman eder. İnanmadıkları takdirde ya insaniyetten istifa etmeli veyahut insan
değiliz demeli.
Bu eserler başlı
başına ayrı ayrı birer fatihtir. İnşâallah her cihetle fethederek fatih
olacaktır. Cenab-ı Mevla, âhirette cümlemizi sevabına nâil eyleyip şefaatine
mazhar buyursun, âmin!
Tekrar mübarek
ellerinizi bûs ile duanızı istirham eylerim efendim hazretleri.
●
Muhterem Efendim Hazretleri!
Bu sefer okumaklığımız için irsal buyurduğunuz iki
kitaptan birisini Bekir Ağa’dan aldım. Kitabın birkaç sahifesini okudum.
Ve kitabın bir nüshası kendimde kalmak üzere istinsah etmeye başladım. Kitap
münderecatında arada sırada dimağımı alâkadar eden mesailden bahsettiğini ve
küçük mektupların pek büyük hakikatleri kucakladığını gördüm ve çok müstefid
oldum.
Altıncı Mektup’a kadar yazılan Sözleri bir taraftan
yazıyor diğer taraftan da yazının geççe yazılışından sıkılarak okumaya
başlıyordum. Pek çok sürur beni kaplıyordu. Altıncı Mektup’a gelince, şu
gurbetteki firkatinizin en hazîn kısmını tayyettiğinizi ve bir kısmının da
hikâye edildiğini okudum. Okudukça sizinle beraber kalbim hazîn hazîn
ağlamaktan kendimi alamamakta idim. Hattâ yanımda bulunan valideme dahi okudum.
Okurken validem ağlıyor, gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Ben de ağlamamak için
nefsime cebrediyordum. Diğer taraftan da acaba tayyedilen kısmından da biraz
yazılsa idi… Hüsrev / (Barla Lahikası)
●
(Hüsrev’in
bir fıkrasıdır.)
Sevgili, muhterem Üstadım, kıymettar Üstadım!
Bekir Ağa ile gönderdiğiniz mektuptan duyduğum
süruru tarif etmek, benim gibi âciz bir talebenin ne lisanı ve ne de kaleminin
haddi değildir. Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı
halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum. Zaman oluyor ki gözlerimden
dökülen yaşları, yazı yazmak veyahut risaleleri okumakla teskin edebiliyorum.
Zaman oluyor kalbim mütemadiyen ağlıyor, âh sevgili Üstadım sizden pek büyük
istirhamım budur ki beni affediniz. İki üç seneden beri dünyayı sevmez olduğum
halde kurtulamadığımdan çok müteessirim. Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun
birer meskeni oluyor. Hayalen oralarda dolaşıyorum. Güya bir şey arıyorum. (Barla
Lahikası)
●
(Ahmed Hüsrev’in
fıkrasıdır.)
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ
مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ
رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Kıymettar Üstadım!
Tarih-i mektuptan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci
Mektup’un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulusi ve Re’fet Bey, Zekâi ve
Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’a karşı
gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni
de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektupla
teşrif etti. Bekir Ağa, mutadının hilafı olarak, pek gülşen yüzlü idi.
Mektubu aynı sevinçle, ba’de’t-takbil beraber açtık. Bir varak-pare-i
fâzılaneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifeden
ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi.
Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeyli’nden hasıl olan
sevinçli bir heyecan-ı kalbî ve Bekir Ağa’nın Üstadına ve Nurlara karşı
kalbî iştiyakını gösteren sevimli yüzü ve dört aydan beri beklediğimiz
tevafukatın gayesinin mebdeini gösteren Sekizinci Remiz’deki, sevgili
Üstadımızın manevî bir nur ile parlayan ve gülümseyen, o yüksek en hârika,
tatlı sözü, fakir talebenizde öyle bir halet-i azîme tevlid etmişti ki işte o
dakikam saadet-i ebediyeye nâil olanların geçirdiği anlardan bir dakika idi.
Bu sürur içinde mektubunuzu ve Sekizinci Remzi
okudum. Okurken her bir cümlenin nihayetinde “Var ol, mesud ol, bahtiyar ol
Üstadım!” nidaları kalbime tercümanlık eden lisanımdan ihtiyarsız dökülüyordu.
İlk defa Bekir Ağa ile bir defa Rüşdü Efendi kardeşimle, bir defa da
Re’fet Bey kardeşimle okudum. (Barla Lahikası)
●
Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını akşam
fakirhanede Bekir Ağa ile beraber bazı hususi arkadaşlarımızla
okuduk. Ve son risalenin dinsizleri iskâta kâfi geleceğine hepimiz kanaat ve
iman getirdik.
●
(Sabri’nin
fıkrasıdır.)
Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye, ehl-i dalaletin
icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların teellümatıyla
müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa, Hızır gibi yetişerek Yirmi
Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmını sunup derdime derman oldu. (Barla Lahikası)
●
Sözler’i müştakların ellerine yetiştiren
kardeşim Bekir Ağa’nın fıkrasıdır
Elimizdeki hakaik-i Kur’aniyeyi câmi’ Nur
Risaleleri, her ân ve zaman bizi tarîk-ı hakikatin nurlarına istiğrak ederek,
şu zaman-ı hazıranın ehl-i imanın kalbine verdiği ızdırabı izale etmektedir.
Hakk’a şükürler olsun ki ehl-i imanın üzerine
musallat olan ve gayr-ı kabil-i tahammül olan hâlât karşısında, iman ve irşadın
nurani dairesi dâhilinde, hak ve hakikate lâyık bir vazifede istihdam
ediliyoruz. Şu zamanda yegâne medar-ı tesellimiz olan şey ancak
Erhamü’r-Râhimîn’in tavassutunuzla bizi kavuşturduğu hakikatlerdir. Lisanım,
şükranlarıma tercüman olamıyor. Ne söyleyeceğimi bilmiyorum. Ancak
söyleyebildiğim şey, beklediğim ümit, benim ve ehl-i imanın, bilhassa
risalelerle alâkadar kardeşlerimin iki cihanda mesrur olmalarını ve bilhassa
başta Üstadımızın kudsî ve pek azîm hizmetinden, Hâlık-ı kâinat hazretlerinin
razı olmasını temenniden ibaret kalıyor. Bugünkü ahval-i müessifeden müteessir
olmamak mümkün değil. Allah iyi yapar, inşâallah. Ben cahilim, bu kadar
yazabildim. O Sözlerin kıymetini tariften âcizim. Ne kadar yazsam o eserlerin
kıymetinden binde bir nebzesini gösteremez.
●
Küçük bir latîfe: Sohbet içinde sizden bahis geçti.
Şükre dair meseleyi sordum: “Hüsrev’in yazdığını Re’fet Bey gördü mü?”
Bekir Ağa dedi: “Evet, gördü ve dedi: Çok güzel
fakat acaba sen kalem karıştırmadın mı?”
Hüsrev dedi: “Yok, kendi nüshamda tam bütün gelmedi.
Fakat kendilerine yazdığım tam geldi.”
Biraz münakaşa oldu…
Bu münasebetle kardeşim Re’fet Bey’e derim ki:
Aslında tevafuk noksan olsaydı zaten ben tavsiye etmiştim ki kalem
karıştırmasınlar. Asıl vaziyet bozulmasın. Bekir Ağa da gördü ki asıl
müsveddede çıkıntı olduğu halde, tevafuk Hüsrev’in tarzında var. Onun için
Hüsrev’in bir mahareti varsa tevafuku bozmamış. Hattâ Mu’cizat-ı Ahmediye’deki
salavat tevafukunda tavsiye etmiştim ki kimse maharetini karıştırmasın. Fakat
asıl müsveddelerde, en acemi bir müstensihin nüshasında birkaçı müstesna bütün
tevafuktadır. Onun için sekiz ayrı ayrı müstensihin setredemediği bir tevafuk,
elbette kuvvetlidir. Müstensihler bozmasınlar, tevafuku getiremeyen bozuyor.
Demek en büyük maharet odur ki tevafuku bozmasın. Çünkü tevafuk var. Sen de
Hüsrev’e yardım et ki hakikaten mevcud ve matlub tevafuku denk getirebilsin.
Çünkü yoktan var etmiyorsunuz, hakiki varı yok etmeyin.
●
İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi
ve acibeyi sekiz on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders
veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irae ederek, her hususta
sitayişe lâyık Hulusi’yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazi
Sabri’yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir
Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin
istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki
nurani simaları tanıttırdığınız gibi Şah-ı Geylanî zamanındaki Hülâgu
vak’asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların
re’skârlarına hitap ederek “Yakın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı
tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” diyorsunuz. Bu hakikatler
gösterilen dokuz on delil ile ispat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile
ilan ediliyordu.
...
●
(Said’in bir
fıkrasıdır.)
بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ
اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ
رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ
Aziz, sıddık, fedakâr ve vefadar kardeşim Kürt
Bekir Bey!
Maatteessüf bilmecburiye nâhoş ve malayani sayılacak
bir bahis söyleyeceğim. Fakat bu bahsim, hakiki hamiyet-perver Türkçülere karşı
değil belki Frengîlik hesabına sahtekâr bir surette Türkçülüğü kendine perde
eden mütecavizlere karşı söylüyorum. Şöyle ki:
Mülhid münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca
aleyhimizde istimal ettikleri bir silahı şudur ki diyorlar: “Said Kürt’tür, bir
Kürt’ün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz.” Ben bu
münafıkların vicdansızca desiselerine karşı değil belki safdillerin temiz
kalpleri bunların sözleriyle bulanmamak için diyorum ki:
Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat
Cenab-ı Hak beni bu memleketin evladına hizmetkâr etmiş ki dokuz sene
mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine kendi dilleriyle
hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara malûmdur.
Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hâfız Ali,
Hüsrev, Re’fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi,
Abdullah gibi yirmi otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin millettaşlarıma
tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz
senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmet ile göstermişim.
Evet ben, bin gafil ve âmî Kürt’ü bir Türk olan
Hulusi’ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürt’ü birer Türk olan Âsım ve
Re’fet’e mukabil göremediğimi ve bir genç olan Hüsrev’i bin âmî Kürt’le
değişmediğimi ehl-i dikkat ve benim ahvalime muttali olanlar tasdik ettikleri
halde; Frengîlik namına ve ilhad hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr
bir milliyet-perverlik suretinde ve hodfüruşluk cihetinde bana tecavüz edenler
ve Türk milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki: Ben
millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk
milletine binler Türk kadar hizmet ettiğimi, binler Türk şahittirler. İşte bana
Kürt diyen ve ittiham eden, zahir hamiyet-perverlik gösteren sahtekârlar, bu
millete ne gibi hizmet ettiklerini göstersinler.
Bu firavuncukların enaniyetini kabartan
mahviyetkârane söz söylemek caiz olmadığından bilmecburiye o mütekebbirlere
karşı izzet-i ilmiyeyi muhafaza etmek için, söylenmeyecek ve izharı münasip
olmayan uhrevî hizmetlerimi Cenab-ı Hakk’ın affına güvenerek izhar ettim.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
●
Aziz, sıddık kardeşlerim, hizmet-i Kur’aniyede
çalışkan arkadaşlarım Sabri, Hüsrev, Hâfız Ali, Re’fet, Bekir, Lütfü,
Rüşdü!
Size cemaziye’l-âhir ayında vuku bulan bir hâdise-i
semaviye münasebetiyle bir mesele beyan edeceğim. Şöyle ki:
Sâlisen: Hazret-i Zat-ı Ahmediye aleyhisselâm nasıl
bir şecere-i Tûba olduğunu ve Asfiya ve Evliya ve Sıddıkîn, o şecere-i
nuraniyenin meyveleri ve mesalik ve turuk onun dalları olduğunu gösterir bir
silsile-i azîme, eskiden kalma ve eskimiş bir silsilename yanımda var. Onu
güzelce tebyiz etmek için hattı güzel, cetvelde mahareti bulunan zatları
istiyorum. Şimdilik Hüsrev’le Tenekeci Mehmed Efendi, Bekir Ağa’da bulunan
ölçü ile on beş tabaka kâğıt beraber, Hâfız Ali’nin haber gönderdiği vakit
gelsinler. /(Barla Lahikası)
●
Evet iki sene evvel, bütün ramazanda üç ekmek, bir
okka pirinç ona ve dört kedisine kâfi geldiği gibi; bir sene evvel üç francala,
bir ramazan yine kâfi gelmişti. Bu ramazan-ı şerifte otuz günde, yarım okka
yoğurtla, yarım okkadan daha az pirinç ve dört kuruşluk bir francala yediğini
(yalnız bir iki kupa çay içmek ve iftar zamanında bir çay kaşığı bal yemek
müstesna) başka bir şey yemediğini bizzat müşahede ettik (Hâşiye[2]).
Hem daimî hizmetinde olan bir arkadaşı Rüşdü Efendi,
üç okkası beş kuruşa satılan ufak balıklardan güzelce kızartılmış üç tane
getirmişti. Bunları Üstadımıza yedirmek için ısrar etti. Hem Rüşdü Efendi’nin
hatırını kırmamak hem de balıkları sevdiği için yedi. O balık yüzünden beş saat
mütemadiyen sancı çekti. Bu sancı başladıktan üç saat sonra, Rüşdü Efendi’ye
dedi ki: Hüsrev’deki paramdan balığın fiyatını al, sancı devam ediyor, dediği
halde balıkların fiyatını almadığı için iki saat daha devam ediyor. En nihayet
dedi ki: “Aman parayı al, beni bu sancının verdiği ızdıraptan kurtar.” Rüşdü
Efendi balığın fiyatını aldığı dakikada, sancı birden bire kesildi. Biz
Üstadımızın halinden, vaziyetinden, bu acib hali aynen gördük. İşte Üstadımız
hakkında, ne ile yaşıyor diyenler, hatalarını tashih etsinler.
●
Başta (Gavs-ı A’zam’ın tabiriyle Bekir Bey)
bizim tabirimizle Bekir Ağa, Ahmed Hüsrev, Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed,
kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezai Bey olarak umum kardeşlerinize selâm,
dua ediyorum. Ve mübarek ve bahtiyar Bedreddin’in başından öperim. O, Kur’an’ı
okudukça bana dua etsin. Öyle masumun duası inşâallah hakkımızda makbuldür.
Onun validesi olan âhiret hemşireme ayrıca dua ediyorum. Bedreddin gibi bir
evlat sahibesi olduğundan tebrike şâyandır. Bedreddin’in okuduğu her bir harf-i
Kur’an’ın, on sevaptan tut tâ bine kadar uhrevî meyveleri vardır. Hem
validesinin defter-i a’maline hem hoca ve üstadının defter-i a’maline dahi o
sevaplar kaydolunur. (Barla Lahikası)
●
Senin müjdeli, mübarek ve güzel rüyanın tabiri,
Kur’an için ve bizim için çok güzeldir. Hem zaman tabir etti ve ediyor,
tabirimize ihtiyaç bırakmıyor. Hem kısmen tabiri güzel olarak çıkmış. Sen
dikkat etsen anlarsın. Yalnız bir iki noktasına işaret ederiz. Yani bir hakikat
beyan ederiz. Senin hakikat-i rüya nevinden olan vakıalar, o hakikatin
temessülatıdır. Şöyle ki:
O vâsi meydanlık, âlem-i İslâmiyet’tir. Meydanlığın
nihayetindeki mescid, Isparta vilayetidir. Etrafı bulanık çamurlu su, hal ve
zamanın sefahet ve atalet ve bid’atlar bataklığıdır. Sen selâmetle, bulaşmadan,
süratle mescide eriştiğin; herkesten evvel envar-ı Kur’aniyeye sahip çıkıp
kalbini bozmadan sağlam kaldığına işarettir. Mesciddeki küçük cemaat ise Hakkı,
Hulusi, Sabri, Süleyman, Rüşdü, Bekir, Mustafa, Ali, Zühdü, Lütfü, Hüsrev,
Re’fet gibi Sözler’in hameleleridir. Ufak kürsü ise Barla gibi küçük bir
köydür. Yüksek ses ise Sözler’deki kuvvet ve sürat-i intişarlarına işarettir.
Birinci safta sana tahsis edilen makam ise Abdurrahman’dan sana münhal kalan
yerdir. O cemaat; telsiz âletlerin âhizeleri hükmünde, bütün dünyaya ders
işittirmek istemek işareti ve hakikati ise inşâallah tamamıyla sonra çıkacak.
Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de ileride tevfik-i İlahî ile birer
şecere-i âliye hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar.
Sarıklı küçük genç bir zat ise Hulusi’ye omuz omuza verecek belki geçecek
birisi, nâşirler ve talebeler içine girmeye namzettir. Bazılarını zannederim
fakat kat’î hükmedemem. O genç, kuvve-i velayetle meydana atılacak bir zattır.
Sair noktaları sen benim bedelime tabir et. (Mektubat, 28. Mektup, 1. Risale, 7. Nükte)
●
(Hâşiye[3])
Her ne ise... Şimdi çok konuşmaya vaktim yoktur.
Hattâ fihristenin en kolay, en mühim, en âhir parçasını dahi yazamıyorum. Senin
ders arkadaşların, bilhâssa Hüsrev, Bekir, Rüşdü, Lütfü, Şeyh Mustafa,
Hâfız Ahmed, Sezai, Mehmedler, Hocalara selâm ve mübarek hanende mübarek
masumlara dua ediyorum.(Mektubat, 28. Mektup, 8. Risale, 1. Nükte, Haşiye)
●●●
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder