TEVBE
Haris
İbnu Süveyd anlatıyor: "Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) bize iki
hadis rivayet etti. Bunlardan biri Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'
dendi, diğeri de kendisinden. Dedi ki: "Mü' min günahını şöyle görür:
"O, sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağın dibinde
oturmaktadır. Dağ düşer mi diye korkar durur. Facir ise, günahı burnunun
üzerinden geçen bir sinek gibi görür"
İbnu
Mes'ud bunu söyledikten sonra eliyle, şöyle diyerek, burnundan sinek kovalar
gibi yapmıştır.
Sonra
dedi ki: "Ben Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın şöyle söylediğini
duydum: "Allah, mü'min kulunun tevbesinden, tıpkı şu kimse gibi sevinir:
"Bir adam hiç bitki bulunmayan, ıssız, tehlikeli bir çölde, beraberinde
yiyeceğini ve içeceğini üzerine yüklemiş olduğu bineği ile birlikte seyahat
etmektedir. Bir ara (yorgunluktan) başını yere koyup uyur. Uyandığı zaman görür
ki, hayvanı başını alıp gitmiştir. Her tarafta arar ve fakat bulamaz.
Sonunda aç, susuz, yorgun ve bitap düşüp: "Hayvanımın kaybolduğu yere
dönüp orada ölünceye kadar uyuyayım" der. Gelip ölüm uykusuna yatmak üzere
kolunun üzerine başını koyup uzanır. Derken bir ara uyanır. Bir de ne görsün!
Başı ucunda hayvanı durmaktadır, üzerinde de yiyecek ve içecekleri. İşte
Allah'ın, mü'min kulunun tevbesinden duyduğu sevinç, kaybolan bineğine azığıyla
birlikte kavuşan bu adamın sevincinden fazladır."
Müslim'in
bir rivayetinde şu ziyade var: "(Sonra adam sevincinin
şiddetinden şaşırarak şöyle dedi: "Ey Allah'ım, sen benim kulumsun, ben de
senin Rabbinim." (Buhari,
Da'avat 4; Müslim 3, (2744); Tirmizi, Kıyamet 50, (2499, 2500))
Tevbe, şer'i ıstılahta, çirkinliği sebebiyle günah ameli terkedip,
yaptığına pişman olmak ve bir daha dönmemeye azmetmek, günah, şayet zulüm
nev'inden ise, kulun hakkını iade etmek veya hak sahibinden helallik ve
af talebetmektir.
Mamafih
ulema tevbeyi "pişmanlık", "bir daha günah işlememeye
azmetmek", "günahtan uzaklaşmak" gibi değişik şekillerde tarif
etmiştir. Tevbeyi tarifte, bu üçünü birlikte şart koşan da olmuştur.
Tevbe
mevzuunda şu hususun da bilinmesi gerekir. Allah nazarında tevbekar sayılmak
için, bu söylenenlerin Allah'ın rızasını taleb maksadıyla yapılması
gerekir. Aksi takdirde mal veya sıhhat endişesiyle israf, içki gibi günahların
terki veya halkın ayıplamasından kurtulmak için bir kısım çirkin işleri
bırakmak tevbe sayılmaz, bu hususta alimler ittifak ederler.
Bir
de mücerred pişmanlık tevbe için yeterli değildir. Pişman olmakla birllikte
günahı terketmesi ve dönmemeye azmetmesi gereklidir. Bu nokta-i nazardan,
tevbeyi "pişmanlık" olarak tarif edenlerin aldandığı anlaşılır.
Tevbe
ya küfürden, ya günahtan olur.
Küfürden tevbe edenin tevbesi kesinlikle
makbuldür.
Günahtan tevbe edenin tevbesi, sıdk ile
yapılırsa o da makbuldür.
Kabulün
manası, işlenen günahın zararından kurtulmaktır. Tekrar o günaha dönmediği
takdirde, işlememiş gibi olur. Asinin tevbesi Allah'ın hakkına giren
günahtan ise, onu, söylediğimiz şekilde terketmesi kafidir. Ancak bazıları için
şeriat kaza ve kefaret şartı koymuştur. Kul hakkına giriyorsa,
hakkın hak sahibine ulaşması şarttır aksi takdirde o günahın zararından
kurtulamaz. Ancak hakkın ulaşması için elinden geleni yaptığı halde hakkı
sahibine ulaştıramadı ise Allah'ın affedeceği ümid edilir. Zira Cenab-ı Hakk
tabiatları değiştirir, günahları hasenata çevirir.
Abdullah
İbnu'l-Mübarek tevbe için başka şartlar da ileri sürmüştür, der ki:
"Nedamet etmek, bir daha dönmemeye azmetmek, kul
hakkını ödemek, farzlardan zayi ettiklerini eda etmek, haramla beslenen
bedenden o maddeleri eritip yerine temiz maddeler gelinceye kadar üzüntü ve
kedere boğulmak; nefsine, günahın lezzetini tattırdığı gibi, taatın
elemini tattırmak."
Tevbe ve
istiğfar birbirine yakın dualardır.
Diğer
duaların ve ibadetlerin makbul olması için de önce tevbe ve istiğfarla
dua ve ibadetlere başlanması tavsiye edilmiştir.
Bazı
büyükler: "İstiğfarda mı bulunayım, tesbihat mı yapayım?" diye
soru soranlara şu cevabı vermiştir: "Kirli elbise, buhurdan ziyade sabuna
muhtaçtır."
Şu
halde tevbe ve istiğfar için illa da günah işlemiş olmak gerekmez. Allah'a
dua vs. şekilde ibadet edecek olan kimsenin buna "tevbe ve
istiğfar"la başlaması, kirlerden temizlenmesi gerekir. Zira
temizlerin duası daha çabuk icabet görür. Nitekim Hz. Peygamber:
"Allah'a kasem olsun, ben günde yetmiş
kereden fazla Allah'a tevbe ve istiğfar ederim" buyurmuştur.
Kulun
tevbesi karşısında Allah'ın sevinmesi, mutlaka affetmek azmini ifade
eder. Hele rivayette olduğu gibi, bu İlahi sevinç, bir insanın duyduğu
"delice sevinç"le ifade edilmişse, bu tevbeye teşvikte, tevbenin
makbuliyetini ifadede beliğ bir üslup, mukni bir metod olmaktadır.
●●
Zirrü'bnü
Hubeyş anlatıyor: "Saffan İbnu Assal el-Muradi (radıyallahu anh) bize,
Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın şöyle söylediğini rivayet etti:
"Mağrib
cihetinde bir kapı vardır. Bu kapının genişliği -veya bunun genişliği binekli
bir kimsenin yürüyüşüyle- kırk veya yetmiş senedir. Allah o kapıyı arz ve
semaları yarattığı gün yarattı. İşte bu kapı, güneş batıdan doğuncaya kadar
tevbe için açıktır." (Tirmizi,
Da'avat 102, (3529).)
●●
Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu
vesselam) buyurdular ki: "Kim güneş batıdan doğmazdan evvel tevbe ederse
Allah tevbesini kabul eder." (Müslim, Zikr 43, (2703).)
●●●
İbnu Ömer (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Resulullah
(aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Son nefesini vermedikçe Allah,
kulun tevbesini kabul eder." (Tirmizi, Da'avat 103, (3531); İbnu Mace,
Zühd 30, (4253).)
●●●
Ebu
Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)
buyurdular ki: "Aziz ve Celil olan Allah, gündüz günah işleyenlerin
tevbesini kabul etmek için geceleyin elini açar. Gece günah işleyenlerin
tevbesini kabul etmek için de gündüz elini açar, bu hal, güneş batıdan
doğuncaya kadar devam edecektir."
Burada
"el", Allah'ın ihsan ve fazlından kinayedir. (Müslim, Tevbe 32, (2760).)
Son
dört hadis, günah işleyen mü'minleri ümidsizliğe düşmekten kurtarıp tevbeye
teşvik etme gayesine matuftur. Cenab-ı Hakk'ın her çeşit günahı affedeceğini
ifade etmektedirler. Üstelik tevbe için belli bir vakit de tayin edilmiş
değildir. Gündüz de gece de Allah'ın elleri açıktır. Kişi son nefesini
verinceye veya insanlık kıyametin en büyük alameti olan güneşin battığı yerden
doğmasına kadar hayatta kaldığı müddetçe Allah'ın tevbe kapıları açıktır. Ve bu
kapı o kadar geniştir ki, genişliği atlı kimsenin kırk veya yetmiş yılda ancak
katedebileceği bir mesafeye ulaşmaktadır.
Resulullah
(aleyhissalatu vesselam), Allah'ın rahmetinin bolluğunu, fazlının çokluğunu ve
affının genişliğini ifade için bu manevi mefhumları insan aklının anlayacağı
maddi teşbihlere dökmüştür. Bu uzaklıkları dünyevi ölçülere vurmak her halde
caiz olmaz, tıpkı Allah'a el izafe edilmesi gibi. Allah'ın bizim gibi el sahibi
olduğunu düşünmek, لَيسَ
كَمِثْلِهِ شَىْءٌ veya ولم يكن له كفواً احَدٌ gibi
Allah'ın eşi, benzeri, misli olmadığını ifade eden ayetlere ters
düşer.
●●
Ebu
Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)
buyurdular ki: "Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi
öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en bilgin kişisini sordu. Kendisine
bir rahib tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü,
kendisi için bir tevbe imkanının olup olmadığını sordu. Rahib: "Hayır
yoktur!" dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini yüze tamamladı.
Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine alim
bir kişi tarif edildi. Ona gelip, yüz kişi öldürdüğünü , kendisi için bir tevbe
imkanı olup olmadığını sordu. Alim: "Evet, vardır, seninle tevben arasına
kim perde olabilir?" dedi. Ve ilave etti:
"- Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zira orada Allah'a ibadet
eden kimseler var. Sen de onlarla Allah'a ibadet edeceksin ve bir daha kendi
memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer."
Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip
ruhunu kabzetti. Rahmet ve azab melekleri onun hakkında ihtilafa düştüler.
Rahmet melekleri: "Bu adam tevbekar olarak geldi. Kalben Allah'a
yönelmişti" dediler. Azab melekleri de: "Bu adam hiçbir hayır
işlemedi" dediler.
Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına
geldi. Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Hakem onlara: "Onun çıktığı
yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha yakınsa ona teslim
edin" dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına)
bir karış daha yakın. Onu hemen rahmet melekleri aldılar."
Bir
rivayette şu ziyade var: "Bir miktar yol gidince, ölüm gelip çattı.
Adamcağız yönünü salih köye doğru çevirdi. Böylece o köy ehlinden
sayıldı." (Buhari, Enbiya
50; Müslim, Tevbe 46, (2766); İbnu Mace, Diyat 2, (2621).)
●●
Bir diğer rivayette (aynı hikaye ile ilgili
olarak) şöyle denmiştir: "Allah Teala beriki köye adamdan uzaklaşmayı,
öbür köye de yaklaşmayı vahyetti, sonra da: "Adamın geldiği ve gitmekte
olduğu köylere uzaklıklarını ölçüp kıyaslayın" dedi." (Buhari, Enbiya 50)
Hz.
Peygamber (aleyhissalatu vesselam) bazı ulvi hakikatlerin iyice anlaşılması
veya hatırda yerleşip kalması gibi, ta'limi (didaktik) ve başka çeşitli
maksadlarla hikaye ve teşbihlerle anlatmıştır. Bu üsluba, hadislerde sıkça
rastlarız. Yukarıdaki rivayette bunun en güzel örneklerinden birini
görmekteyiz.
Resulullah,
İsraili diyebileceğimiz bu hikayede pek çok yüce hakikatleri dile
getirmektedir. Hemen belirtmek isteriz ki, bir hikaye için israiliyattan demek,
onun ihtiva etiği hakikatleri, hikmetleri, incelikleri istiskal etmek, hafife
almak demek değildir. Hele, bunların verdiği dersleri Resulullah (aleyhissalatu
vesselam) da beğenip, anlatmış, ibret nazarlarımıza sunmuş ise. Nitekim "Beni İsrail hikayelerinden anlatın, bunda bir zarar
yok" buyurmuştur. Zaman zaman, ashab'a israiliyyat anlattığı
rivayetlerde gelmiştir. Ancak, yine de muteber kitaplarımızda rastlanmayan; bir
başka ifade ile, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın anlatımından geçerek
nurlanmayan israiliyat karşısında ihtiyatlı olmak, hikmet dersi veriyor diye
hemen benimsememek gerekir. Aksi takdirde bir kısım hurafelere kapı açmak
İslam'ın nezahetine, müsamahasına ters tüşmek ihtimalden uzak değildir.
Yukarıdaki
hikayeye gelince, bu, gerçek bir vak'anın hikayesi olabileceği gibi, hikayede
mündemiç olan hakikatlerin ders verilmesi için anlatılmış edebi bir parça
da olabilir. Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın tebligatında, bir
kısım lisani ve örfi klişelerden, atasözlerinden istifade etmiş olması
normaldir. Bu durumlarda hikayede geçen hadisenin gerçekten vukua gelmiş olup
olmadığına bakılmaz, asıl mühim olan onun vermek istediği mesajdır. Mamafih
bazı şarihlerimiz, bu vak'anın fiilen vukuunu kabul etmiş görünmekte ve hadise
kahramanının öldürdüğü yüzüncü kişinin "rahip" olmasından hareketle,
vak'anın Hz. İsa (aleyhisselam)'dan sonra cereyan etmiş olacağını
belirtmektedirler. "Zira, derler, ruhbanlık, nass-ı Kur'an'la sabittir ki,
Hz. İsa'dan sonra ihdas edilen bir müessesedir." Burada atıfta bulunulan
nass, Hadid suresinin 27. ayetidir.
Hadiste mevcut
olan hakikatlere gelince, bizce mühim olan birkaç tanesine dikkat çekeceğiz:
1- Tevbelerin makbuliyeti: Bizzat Kur'an
ayetleriyle açık şekilde belirtilmiştir ki, tevbe edildikten sonra bütün
günahlar affedilebilecektir. Dinimizin en büyük günah addettiği
"şirk"ten tevbe edilip tevhide rücu edilmesi halinde, o da
affedilecektir. Küfür ve şirkten tevbenin makbuliyetine kesinlikle iman
gerekmektedir.
Şirkten
sonra en büyük günah haksız yere cana kıymaktır.
Kur'an-ı
Kerim böyle bir cinayeti "bütün insanların katline denk" bir
cürüm ilan eder (Maide 32)
Bu rivayette, Resulullah, bu çeşit cürümden
yüz tane işleyene bile, sıdk ile tevbe ettiği takdirde, affedilme ümidi
vermektedir. Hikayede, rahibin öldürülüş sebebi, katilin diğer cinayetlerinin
sebepleri ve vicdani katılığı hakkında bir bilgi vermektedir. Böylesine haksız
ve ucuz cinayetlerine rağmen bir caninin affı ve hem de sırf tevbeye niyet ve
azmetmiş olması sebebiyle affedilmiş olması, İslam'ın tevbe telakkisini
ortaya koymakta, Cenab-ı Hakk'ın kulları karşısındaki rahmetinin derecesini
ifade etmektedir. İslam uleması, mutlaka affedildiğine, günahsızlığına inanmayı
büyük günah addettiği gibi, ye'si de yani affedilmeyeceğine inanmış
olmayı da büyük günah addeder. Mü'min, günahı ne kadar çok ve ne kadar büyük
olursa olsun onun affedilebilir olacağına, aff-ı İlahi'nin her şeyden büyük
olduğuna inanmakla mükelleftir, bu inanç mü'minlik edebinin gereğidir. Ye'se
yer yoktur.
Sağduyu
sahibi hiçbir kimse bu hadisten hareketle, "insan hayatının ucuzluğu"
veya "nasıl olsa af var" telakkisiyle günaha teşvik gibi mugalatalara
düşmez. Çünkü hadisin vürud gayesi tevbeye teşviktir, günaha değil, rivayette, mü'minin günah karşısındaki
edebi belirtilmiştir: "Günaha düşmekten, üzerine dağ düşecekmiş gibi
korkmak." Yine aynı rivayette Allah'ın tevbe edenlere karşı affetme
durumu belirtilmiştir: Issız çölde herşeyinin yüklü olduğu kaybolmuş bineğini
bulan insanın sevinciyle sevinmek. Ve de bir atlının yetmiş yıl yürümekle
katedebileceği genişlikte, kıyamet anına kadar kapanmamak üzere açılan bir
tevbe kapısı.
Evet
buraya kadarki hadislerle ifade edilmek istenen Cenab-ı Hakk'ın tevbeler
karşısındaki affetme durumuyla ilgili hakikati, bu sonuncu hadis bir başka
yönden bir başka belagatla ifade buyurmaktadır.
Rabbimiz!
Günahlarımızdan tevbe ediyor, af ve rahmetine iltica ediyoruz, kabul eyle, bir
daha dönmemekte güç ve kuvvet ver!
2- Mü'min için niyet ve azmin amelden üstün olduğu: Mücrimin affına sebep olan iki şey gözükmektedir:
a) Tevbe,
b) Azim, yani
tevbenin gereği olan amele tevessül. Rivayette, mücrim, affedilme imkanının
olduğunu, ancak iyilerin arasında yaşayarak ibadette bulunmak gereğini
öğreniyor.
Hikayenin, tevbe meselesini açıklama
nokta-i nazarından en beliğ yanı bizce burasıdır: Yüz kişiyi öldüren kimse,
henüz ibadet etmiş, hayır işlerde bulunmuş bile değil; sadece azmini ortaya
koymuş, tevbe ve hayır yoluna girmiş, fakat daha hedefe varmadan, yarı yolda
hayatını kaybetmiş. Ancak, affı için bu azim kafi gelmiş. Ya hedefe ulaşsaydı!
Resulullah; "Mü'minin niyyeti amelinden
üstündür" buyurmaktadır.
3-Tevbe ve hayır amelde acele etmek: Rahmet ve
azab meleklerinin mesafe ölçmeleri çok manidar bir husustur. Rivayette, hedefe,
iyiler diyarına bir karış daha yakınlığın adamcağızı kurtardığı ifade
edilmektedir.
Ya
birazcık daha gecikseydi?
Ölüm
habersizce geldiğine göre tevbe ve hayra tevessülde yarını ve hatta
"az sonra"yı beklememelidir!
4-Çevrenin insan üzerindeki etkisi: Bu
rivayette Resulullah (aleyhissalatu vesselam) bu hususa da dikkat çekmektedir.
Alim kişinin ağzına koyduğu şu cümle, içtimai muhitin insanın iyi veya kötü
davranışlarındaki rolünü ifade etmede mühimdir: "Falan memlekete
gitmelisin. Zira orada Allah'a ibadet eden kimseler var... Bir daha kendi
memleketine dönmeyeceksin, zira orası kötü bir yer."
Hadisin
bir başka vechinde: "Yaşamakta olduğun kötü köyden çıkacaksın"
demiştir.
Alimler,
bu hadisten hareketle, bir kısım kötü fiiller işleyen kimsenin, bundan
kurtulmak isteyince bir başka yere gitmesinin, günahı işleme sırasındaki
ahvalini tevbekar olunca değiştirmesinin gereğine dikkat çekerler. Böylece
kötülüğe iten hatıralar, alışkanlıklar, kötülükte yardımcı olan kimseler,
içtimai bağlar koparılmış, terkedilmiş olur.
5- Bu rivayette alim kimsenin abid kimseye üstünlüğünü de görmekteyiz. Zira caninin müracaat ettiği birinci şahıs bir rahiptir, menfi cevap
vermiştir, bu da onun hayatına mal olmuştur. İkinci kişinin "alim"
olduğu belirtilir, o hakimane cevap vermiştir ve caniyi kurtarmıştır.
6- Bizden öncekilerin şeriatıyla amel: Bu
rivayet vesilesiyle Kadı İyaz'ın sunduğu bir açıklama, bizden öncekilerin
şeriatıyla amel meselesine açıklık getirdiği için kaydetmede fayda görüyoruz:
"Bu
hadise göre, tevbe, katl günahına karşı da fayda vermektedir, diğer
günahlara karşı fayda verdiği gibi. Gerçi bu rivayet, bizden öncekilerin
şeriatını aksettirmektedir ve bizden önceki şeriatle amel, ihtilaflı bir
konudur. Ancak bu mesele ihtilaflı hususlara girmez. Zira, ihtilaf, önceki
şeriatte yer aldığı halde bizim şeriatımızda onun te'yidine dair beyan
gelmemiş ahkamlarla ilgilidir: (Öyle bir hükme bizim de uymamız gerekir mi,
gerekmez mi?) Şayet onu teyid edici bir hüküm bizde gelmiş ise o, bizim de
şeriatımız olur, bu hususta hiçbir ihtilaf mevcut değildir. Tevbe meselesinde
birçok ayet ve hadisler varid olmuştur: "Allah kendisine şirk koşulmasını
elbette affetmez, bunun dışındaki günahları dilediğinden affeder" (Nisa, 48).
Keza bu hususta hadis de çoktur.
Ubade İbnu's-Samit'in müttefekun aleyh olan ve: "...Bu
günahlardan birini işleyenin durumu Allah'a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse
cezalandırır" şeklinde biten hadisi bunlardan biridir."
İbnu Hacer ilave eder: "Bu hükme eski ümmetlere nisbetle Muhammed
ümmetinden "yüklerin hafifletildiği" prensibinden de ulaşılır.
Katilin tevbesinin makbul olması onların şeriatında yer alan bir esas olursa,
bunun bizde de bitariki'l-evla (hayda hayda) yer alması gerekir."
●●
Hz.Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: Resulullah
(aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "İnsanoğlunun herbiri hatakardır.
Ancak hatakarların en hayırlısı tevbekar olanlarıdır." (Tirmizi, Kıyamet 50, (2501); İbnu Mace, Zühd
30, (4251).)
Burada
hatakarlık bütün insanlara teşmil edilmiştir. Şu halde beşeri fıtratta, asıl
olan hatakarlıktır. Masumiyet asıl değildir. Alimler, peygamberleri de bu hükme
dahil ederek, kaziyeyi onlar hakkında: "küçük günah" diye
kayıtlamışlardır. Onlardan sadır olduğu rivayet edilen bazı "zellat"
ise Allah'a isyan kasdı olmaksızın husule gelen hata ve nisyan (unutma) olarak
değerlendirilmiştir. Hatakarlık beşerin umumi vasfı olunca, hadis,
"insanların en hayırlısı tevbe ile masiyetten kaçarak ibadet ile Allah'a
iltica edenlerdir" demiş olmaktadır.
Peygamberler
dışında hiç kimsenin ma'sumiyet, yani hatalara ve günahlara karşı korunmuş olma
iddiasının kabul edilemiyeceğine bu hadis delil olmaktadır.
Bu
hadiste ifade edilen hatakarlıkla, Hıristiyanların asli günah inancını
karıştırmamak gerekir. Bu hadisin gayesi, kişiyi kibirden, ücubdan
koruyup kulluğa, tevbeye sevketmektir, tevbenin ehemmiyetini ifade etmektir ve
de insanın fıtraten hata yapmaya olan meyil ve zaafına dikkat çekmektir.
Hıristiyanlar ise, Hz. Adem'den tevarüs edilen mevrus bir günaha inanırlar.
Kişi, Hıristiyan olmadıkça, vaftiz olmadıkça bu günahtan kurtulamaz.
●●●
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:
"Her gece, Rabbimiz gecenin son üçte biri girince, dünya semasına
iner ve:
"Kim bana dua ediyorsa ona icabet edeyim. Kim benden bir şey
istemişse onu vereyim, kim bana istiğfarda bulunursa ona mağfirette
bulunayım" der."
Rivayetin
Müslim'deki bir vechi şöyle: "Allahu Teala gecenin ilk üçte biri
geçinceye kadar mühlet verir. Ondan sonra yakın semaya inerek şöyle der:
"Melik benim, Melik benim. Kim bana dua edecek?" (Buhari, Tevhid 35,
Teheccüd 14, Daavat 13, Müslim,Salatu'l-Müsafirin 166, (758); Muvatta, Kur'an
30, (1, 214); Tirmizi, Daavat 80, (3493); Ebu Davud, Salat 311, (1315).)
1-
Allah'ın dünya semasına inmesini ifade eden rivayetler çoktur, tevatür
derecesine ulaşmıştır.
2-
İnme vaktiyle ilgili olarak hadislerde farklı zaman dilimleri zikredilmiştir:
"Cuma gecesi", "her gece", "gecenin son üçte
biri", "gecenin yarısı, yahut üçte ikisi gittimi", "gecenin
üçte biri geçtiği vakit."
3-
Allah'ın yeryüzüne inmesi müteşabih bir ifadedir. İfadeyi, lügavi hakikatiyle
anlamak mümkün değildir. Zira Allah'a mekan izafe etmek olur. Halbuki Cenab-ı
Hakk, mahlukata ait bir vasıf olan tehayyüzden (yani mekanla kayıtlanmak, bir
yerde olup başka yerde olmamakla, gelmek, gitmek gibi vasıflardan) münezzehtir,
uzaktır, bunlar mahlukatla ilgili nakıslık ifade eden sıfatlardır. Öyle ise
bunların Cenab-ı Hakk'a izafesi, bir kısım gaybi hakikatı ve İlahi şuunatı
bize anlatmak, onların tarafımızdan kavranmasını sağlamaktır.
Allah'ın
kullarına yakınlaşması, O'nun rahmetini ifade eder. Öyle ise geceleyin
belirtilen saatlerde, Allah'ın, yapılan duaları kabul etmek suretiyle lütuf ve
rahmetini bol kılacağı, lisan-ı nübüvvette o suretle ifade edilmiştir.
Hammad
İbnu Zeyd, "Allah'ın inmesi, ikbal ve teveccühüdür" demiştir.
"Allah'ın emir ve melekleri iner" şeklinde de te'vil edilmiştir.
Hattabi, bu ve benzer hadislerin sıfat hadisi
olduğunu, selef ulemasının bu sıfatlara inanıp hadisleri zahiri mana üzerine
bıraktığını, tevilden kaçındığını belirtir.
Esasen,
hadiste temas edilen manaya şu ayette destek bulunmuştur:
"Rabbin (in
emri geldiği) melekler saf saf olarak geldikleri vakit." (Fecr:22)
●●●
Hz.
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu
vesselam) duayı üç kere yapmaktan, istiğfarı üç kere yapmaktan
hoşlanırdı." (Ebu Davud,
Salat 361, (1524).)
Daha
önce de geçtiği üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam) ısrar ve tekrar
tavsiye etmektedir. Bu rivayet, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın, dua
veya istiğfar ettiği zaman üçer sefer tekrarladığını göstermektedir.
●●●
●●●
Hz. Sevban (radıyallahu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) selam verip (namazdan çıkınca) üç
kere istiğfarda bulunup: "Allahümme ente'sselam ve minke'sselam
tebarekte ve tealeyte ya ze'lcelali ve'l-ikram. (Allahım sen selamsın. Selamet
de sendendir. Ey celal ve ikram sahibi sen münezzehsin, sen yücesin)"
derdi." (Müslim, Mesacid 135, (591); Tirmizi, Salat
224, (300); Ebu Davud, Salat 360 (1513); Nesai, Sehv 80, (3, 68).)
1-Müslim'in
rivayetinin devamında şu ziyade yer alır: Velid der ki: "Evzai'ye, sordum,
hadiste zikredilen istiğfar nasıl olur?" Bana: "Estağfirullah
estağfirullah dersin" diye cevap verdi".
2-Selam,
Allah'ın isimlerindendir. Hadiste: "Allahım sen, mahlukata has her çeşit
kusurlardan, noksanlıklardan selamettesin, uzaksın" demektir.
"Selamet de sendendir" sözü de, "İnsanlara selameti sen
verirsin, dilersen sen alırsın, selametin varlığı da yokluğu da sendendir"
manasını ifade eder.
Tebarekte,
mübarek oldun, münezzeh oldun manalarına gelir. Bu tabirin aslı bereket'tir.
Bereket ise kesret, çokluk ve nema (artma) manasına gelir. "Celal ve kemal
sıfatlarının çokluğu sebebiyle, noksan sıfatlardan uzaksın, büyüksün..."
gibi manalarla te'vil edilebilir.
Hülasa,
selam verdikten sonra okunan bu zikr, hürmet makamında sena ve tenzih
maksadıyla söylenmektedir.
●●●
el-Eğarru'l-Müzeni (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki:
"Şurası muhakkak ki, bazan kalbime gaflet çöker. Ancak ben Allah'a günde
yüz sefer istiğfar eder (affımı dilerim)." (Müslim, Zikr 41, (2702); Ebu Davud, Salat 361,
(1515).)
1-
Gaflet olarak tercüme ettiğimiz kelimenin aslı ğayn'dır, bulut manasına olan
ğayn'dan gelir. Örtmek, kaplamak gibi manaları ifade eder. Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'ın kalbinin bazan -tabir caizse- bulutlanması
örtülmesi -ki gaflete düşmek denince daha anlaşılır olmaktadır- ne demektir?
O'nun kalbinin gafleti de diğer insanların gafletinin aynı mıdır?"
Bu
husus alimlerce münakaşa edilmiştir. Sözgelimi el-Arif eş-Şazeli der ki:
"Bu bulut nur bulutudur, başka değil. Zira Peygamberimiz (aleyhissalatu
vesselam) efendimiz, daima bir terakki içinde idi. Marifet nurları kalbinde
devam ettikçe bir öncekine nisbeten daha yüksek bir mertebeye yükseliyor,
geride bıraktığını, bu yeni mertebeye nisbetle günah addedip, tevbe
ediyordu."
Münavi bu açıklamayı devam ettirir: "Resulullah'ın
kalbini zaman zaman bürüyen bulut, bazılarınca zannedildiği üzere hicab veya
gaflet perdesi olmayıp, tecelliyat nurlarının onu kaplaması ve böylece huzur
halinin kaybolmasıdır. İşte bunun için Allah'tan mağfiret taleb etmekte, yani
üzerini kaplamış bulunan şeyin örtülmesini taleb etmektedir. Çünkü
havas kısmının mazhar olduğu tecelli devam edecek olursa Sultanu'l-Hakikat
yanında yokluğa mahkum olurlar. Bu sebeple setr, onlar için rahmet olur, avam
için de hicab ve hikmet olur.. "
İbnu'l-Esir, en-Nihaye'de biraz daha farklı bir yorumda bulunur: "(Resulullah
aleyhissalatu vesselam) burada insanın hali olmadığı sehv'den, kendisini
kaplayan şeyi kastetmiştir. Çünkü O'nun kalbi daima Allah'la meşgul idi.
Herhangi bir zamanda, beşeri bir mesele kendisine arız olup ümmet ve dinin bir
işi veya bir maslahatı ile meşgul olsa, bunu bir günah addeder, derhal
istiğfara geçerdi."
Kadı İyaz: "Gayn'dan (örtü) maksad, Resulullah'ın şe'ni olan mütemadi
zikrine giren fasılalardır. Herhangi bir iş sebebiyle, bu zikrine fasıla girdi
mi, bunu bir günah addeder, arkadan istiğfarda bulunurdu" der.
Suyuti ise: "Bu müteşabihattandır, manası bilinmez. Nitekim lügatte büyük
imam el-Esmai bu kelimenin tefsiri söz konusu olunca tevakkuf etmiş ve:
"Kalb, Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'dan başkasının kalbi olsaydı,
üzerine konuşurdum" demiştir.
Bazıları: "Bu, insanın içinde kalbe gelen bazı seslerdir" demiş; keza:
"Bu, kalbi bürüyen sekine'dir. İstiğfar ise, Allah'a ubudiyet izhar
etmek, daha iyisi için de şükretmek içindir" diyen de olmuştur. Keza:
"Bu, haşyet ve ta'zim halidir, istiğfar da şükürdür" dahi denmiştir.
Bu görüşten hareket eden Muhasibi, "Allah'a olanların havfı, iclal ve ta'zim havfıdır"
demiştir.
Şahabettin
Sühreverdi, bu noktada daha ileri bir görüş beyan eder:
"Hadisteki ğayn'ın naks halinde olduğu itikat edilmemeli, bilakis o
kemaldir veya kemalin tetimmesi (tamamlayıcısı)dır. Tıpkı gözkapağı gibi: Göze
gelen çöpü atmak üzere onu bir an için kopar. Bu, zahirde görmeyi önlerse de
hakikatte görmeye kemal getirir..."
Sindi
de şunu söylemiştir: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın kalbi
gözönüne alınınca bu ifadenin hakikati bilinemez, zira, Efendimiz'in
(alehissalatu vesselam) kadri, başkasına arız olan evhamların ulaşamayacağı
kadar yüce idi. Öyleyse bu çeşit hadislerde tefviz (kastedilen manayı Allah'a
bırakmak) en güzel yoldur. Evet, hadisten maksud olan miktar açıktır:
Aleyhissalatu vesselam'a O'nu istiğfar etmeye davet eden bir halet hasıl
olmaktadır. O da bunun üzerine, hergün yüz kere istiğfar etmekteydi. Bunun
dışında ne olup bitiyordu Allah bilir.
Görüldüğü
gibi İslam uleması Resulullah (aleyhissalatu vesselam) karşısında son derece
saygılı olmuş, yanlış anlaşılmaya müncer olacak, O'na olan ta'zim ve hürmeti
kıracak tekavvül ve yorumdan kaçınmıştır.
●●●
Yine
Eğarru'l-Müzeni, Müslim'in bir rivayetinde Resulullah (aleyhissalatu
vesselam)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Ey insanlar! Rabbinize tevbe
edin. Allah'a kasem olsun ben Rabbim Tebarek ve Teala hazretlerine günde yüz
kere tevbe ederim." (Müslim,
Zikr 42, (2702).)
●●●
Buhari
ve Tirmizi'de gelen bir rivayette Hz.Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) diyor ki: "Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'ı işittim, demişti ki: "Allah'a kasem olsun, ben
günde Allah'a yetmiş kere istiğfar ediyorum, tevbede bulunuyorum." (Buhari, Daavat 3; Tirmizi, Tefsir, Muhammed,
(3255).)
1-
Tevbe ve istiğfar, günahların affını teleb etmek maksadına raci bir ibadettir. Öyle ise öncelikle günahkar olanların, hataya düşenlerin bunlara
başvurması gerekir. Halbuki Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın Fetih
suresinin başında belirtildiği üzere geçmiş ve gelecek bütün günahları
affedilmiştir. Buna rağmen Resulullah günde yetmiş sefer -bazı rivayetlerde yüz
sefer- tevbe ediyor, bu mesele birkaç açıdan cevaplandırılmıştır:
1) Önceki hadiste ğayn, yani Hz. Peygamber'in
kalbine gelen setr'in mahiyetiyle ilgili açıklama, Hz. Peygamber'in
istiğfarının mahiyetini açıklamaktadır, oraya bir kere daha bakılabilir.
2) İbnu'l-Cevzi şöyle der: "İnsan tabiatı
bir kısım zellelere maruzdur, hiçbir insan bundan hariç değildir. Peygamberler
büyük günahlara karşı masum (korunmuş) iseler de küçük günahlara karşı masum
değildirler." İbnu'l-Cevzi bu sözüyle Hz. Peygamber (aleyhissalatu
vesselam)'den küçük günahlar sadır olabileceğini, istiğfarının bunlarla ilgili
olacağını söylemek isterse de, bu görüşüyle Cumhur'a muhalefet eder. Önceki
hadisin açıklamasında da kaydedildiği üzere Resulullah'ın istiğfarının günahla
ilgisi olamaz. İbnu'l-Cevzi muhtar görüşe ters düşer.
3) İbnu Battal der ki: "Peygamberler
Allah'ın kendilerine bahşettiği marifet sebebiyle, ibadet vazifesini
ifada insanların en çok gayret gösterenleridir. Allah'a şükürde ve kusurlarını
itirafta en başta gelirler." Burada denmek istenen şudur: İstiğfar, Allah
Teala'ya karşı eda edilmesi gereken vazifedeki kusur için yapılır. Bu kusurun
da, bir kısım mübah işlerle meşguliyet sebebiyle meydana gelmesi ihtimalden
uzak değildir. Sözgelimi yemek, içmek, cima, uyku, istirahat, insanlarla
karşılaşma, onların meseleleriyle meşguliyet, bazan düşmanlarla savaş, bazan
onları idare etmek, kalpleri kazanılacak olanlarla ilgilenmek gibi Allah'ın
zikrine ve O'na tazarruda bulunup, müşahade ve murakabesi ile meşgul olmaya
perde çeken bu hallerin hepsini Hz. Peygamber (aleyhissalatu vesselam)'in yüce
makam olan Cenab-ı Hakk'ın huzur makamına nisbetle günah addetmiş olması
mümkündür.
4) Bazı alimler şöyle demiştir:
"Resulullah, ümmetine günahlarından istiğfar etmeyi teşri etmek maksadıyla
istiğfarda bulunmuştur. Bu, ümmet için bir nevi şefaattir.
2- Hadisteki
kasem'e gelince: Arap dilinin kendine has örfünde kasem,
anlatılanı te'kid etmek maksadıyla başvurulan bir üslubtur. Yemine her
seferinde muhatabın şüphesini izale için yer verilmez. Muhatab hemen inansa da
konuşan kimse yemin edebilir. Nitekim Resulullah (aleyhissalatu vesselam)'ın
ifade buyurduklarının doğruluğundan şüpheye düşecek tek muhatabın varlığı
mevzubahis değildir.
3-
Resulullah hangi kelimelerle istiğfarda ve tevbede bulunuyordu? diye bir
soruyu, İbnu Hacer: "Estağfirullah ve etubu ileyh" şekinde -rivayette
geldiği üzere- olma ihtimalini te'yidden sonra, Nesai'de gelen bir rivayette
geçtiği üzere başka şekilde olabileceğini de belirtir.
İbnu
Ömer (radıyallahu anhüma) der ki: "Ben Resulullah (aleyhissalatu
vesselam)'ın bir meclisten kalkmazdan önce yüz kere: اَسْتَغْفِرُاللّهَ الَّذِى َ إِلَهَ اَِّ هُوَ الْحَىُّ
الْقَيُّومُ وَاَتُوبُ إِلَيْهِ "Kendisinden başka
ilah bulunmayan, hayy ve kayyum olan Allah'tan af diliyorum, O'na tevbe
ediyorum" dediğini işittim."
İbnu
Ömer (radıyallahu anhüma) bir başka rivayette, "Biz Resulullah
(aleyhissalatu vesselam)'ın bir mecliste yüz kere: رَبِّ
اغْفِرْلِى وَتُبْ عَلَىَّ إِنَّكَ اَنْتَ التَّوَّابُ اْلغَفُورُ "Rabbim beni mağfiret et, affeyle, sen affedici,
bağışlayıcısın" dediğini saydık" der.
Sadedinde olduğumuz hadiste, "yetmiş kere" tevbe ve istiğfar
edildiğinin zikredilmiş olmasını, bir başka hadiste ise "yetmiş kereden
fazla" tabirinin yer almasını nazar-ı dikkate alan İbnu Hacer şöyle hükme
bağlar: "(Bu ifadelerde Resulullah'ın) mübalağa kasdetmiş olması da, aynı
rakamı kasdetmiş olması da muhtemeldir."
●●●
Müslim'de Ebu Hüreyre'nin bir rivayeti şöyledir: "Resulullah
(aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Nefsim kudret elinde olan Zat'a
yemin ederim ki, eğer siz hiç günah işlemeseniz, Allah sizi toptan helak eder;
günah işleyen, arkadan da istiğfar eden bir kavim yaratır ve onları mağfiret
ederdi." (Müslim,
Tevbe 9, (2748).)
Rezin şu ziyadede bulundu: "Resulullah
(aleyhissalatu vesselam) buyurdu ki: "Nefsim elinde bulunan Zat-ı
Zülcelal'e yemin olsun ki, günah işlemediğiniz takdirde ondan daha büyük olan
ucb'e düşeceğinizden korkarım." (Münziri'nin et-Terğib ve't-Terhib'inde kaydedilmiştir (4,
20).)
Tibi
der ki: "Hadiste, Allah hususunda
aldananların vehmettikleri gibi, günah işlemekte berdevam olanlara teselli
mevcut değildir. Zira, Peygamberler aleyhimüsselam, insanları günahlara
banmaktan kurtarmak için gönderildiler.
Hadis, Allah Teala Hazretlerinin affını, günahkarları
tevbeye teşvik için onlara olan mağfiretini beyan etmektir. Öyleyse hadisten
murad olan ma'na şöyle olmalıdır: Allah Teala, muhsin olanlara vermeyi
sevdiği gibi, günahkar olanları da affetmeyi sevmektedir. Buna, Allah'ın birçok
ismi delalet eder: "Gaffar, Halim, Tevvab, Afüvv gibi. Yahud, kullarını
tek bir şe'n üzere yaratmamıştır, nitekim melekler günah işlemekten uzak
olarak yaratıldığı halde, insanlar farklı meyillerle yaratılmıştır. Bir kısmı
hevaya meyyaldir, onun gereklerini yapma durumundadır.
Allah, bu fıtratta olanları hevaya uymaktan kaçınmakla
mükellef kılar ve ona yaklaşmayı yasaklar. Heva ile mübtela ettikten sonra
tevbeyi öğretir. Eğer ibtilaya rağmen hevaya uymazsa ecri Allah'a aittir. Eğer
yolu şaşırırsa, önünde tevbe vardır."
●●●
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder