“KESRET
İÇİNDE VAHDET, TERKÎB İÇİNDE BESÂTET”
İnsanın
kendini tanıyabilmesi âlemleri tanıyabilmesi ve keşfedebilmesinden daha zordur.
Alexis Carrel’in ‘Mechul Kâinat’ insanın şerhi için Nur Külliyatında 7224 yerde
farklı yönleri ile insandan bahsederek bizlere kendimizdir.
Bunlardan
birtanesi de, Menevi-i Nuriyede, Hubab Risalesinin 13. i’leminde şöyle ifade
edilmiştir:
‘’İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Cenab-ı Hak,
insanı pek acib bir terkibde halketmiştir. Kesret içinde vahdeti, terkîb içinde
besâteti, cemaat içinde ferdiyeti vardır. İhtiva ettiği âzâ, havass ve letâifin
her birisi için müstakil lezzetler, elemler olduğu gibi; aralarında görülen
sür'at-i teâvün ve imdattan anlaşıldığı üzere, her birisi arkadaşlarının
lezzet, elem ve teessüratından da hisse alıyorlar. Bu hilkat sâyesinde, insan
eğer ubûdiyet yoluna giderse; bütün lezzet, nimet, kemâlât nevilerinin bir
kısımlarına mazhar olmaya şâyandır. Ve kezâ, eğer enâniyet yolunu tâkip ederse,
çeşit çeşit elem ve azaplara da mahâl olmaya müstehaktır.’’
Bunu şöyle izah edebiliriz:
Kesret; çokluk
demektir, vahdet ise birlik. Meselâ, elimizdeki beş parmak
kesrettir, bunlar bir araya gelerek “bir el” oluyorlar; kesretten vahdete
geçiliyor. Artık o parmaklara “el” deniliyor, “beş parmak”
denilmiyor.
Yüz
trilyon hücreden bir insan bedeni inşa edilmiş. Artık o adam yüz trilyon hücre
değil bir adamdır, kesret içinde vahdet meydana gelmiştir.
“Terkib içinde besatet” ifadesi
insanın bedenine değil ruhuna bakıyor. Besatet, “basit olma, terkip
olmama” manasına gelir. Oksijen basittir, hidrojen de basittir, onların bir
araya gelmesiyle su molekülü meydana geliyor. İnsan ruhunun lâtifeleri ne suyun
moleküllerine benzer, ne ışığın renklerine, ne de bedenin hücrelerine. Onu
meydana getiren şeylerin hepsi ayrı ve müstakil şeyler değiller, hepsi bir tek
şey. Yâni, onları birbirinden ayrı düşünmek mümkün değil. Karaciğerin ayrı,
midenin ayrı, organlar olması gibi, akıl ayrı, kalb ayrı değil. Vicdan ayrı,
hâfıza ayrı değil. Sevgi ayrı, korku ayrı değil. Bunların birlikte bulunmaları
cihetiyle ruh bir terkip gibi görünürse de bu “terkip içinde besatet” vardır, yâni bütün bu hisler, duygular, akıl, kalp,
vicdan tek bir şeydir. Bunlar ruhun parçaları değil, onun duyguları, lâtifeler,
manevi cihazlardırlar.
Aynı
şey farklı yönleriyle ele alındığında ayrı isimler alabiliyorlar. Buna basit
bir örnek olarak, boş bir kağıdı verebiliriz. Bu kağıt, maddesi itibariyle
kağıt, şekil yönüyle dikdörtgen, renk bakımından ise beyazdır. Yâni o şeye hem
kâğıt denilir, hem dikdörtgen, hem de beyaz...
İşte
insan ruhundaki akıl, kalb, vicdan için de benzer şeyler söylenebilir. Bunlar
da yaptıkları işler yönünden ayrı isimler alsalar da hepsi bir tek ruhturlar, ruhun
ayrı fonksiyonlarından doğan farklı isimlerdirler.
“Cemaat içinde ferdiyet”
Toplumdaki
diğer insanlarla birlikte ve cemaat hâlinde yaşıyoruz, ama benim şu anda dişim
ağrıyorsa, bu ağrıyı tek başıma çekiyorum, diğer arkadaşlarım çekmiyorlar. Veya
bir şeye üzülmüşsem, üzüntümü tek çekiyorum, beraber çekmiyoruz. Bir salonda
yan yana oturuyoruz, ama her birimiz imanı, marifeti, takvası, bilgisi,
mesleği, ruh yapısı, keder ve sevinci, karşılaştığı problemleri ve daha böyle
nice yönüyle ayrı bir âlem.
“İnsanın bir ferdi sâir hayvânâtın bir nevi gibidir.” hakikatinin bir yönü de her insanın başka bir iç
dünyasına sahip olmasıdır.
Her
organın faaliyeti onun bir çeşit lezzetidir. İşini terk etmesi ise
Üstadın ifadesiyle “o uzvun bir nevi azabıdır.” Yürümeyi terk etmesi ayak için
bir azap, keza tutmayı bırakması da el için yine bir çeşit azaptır. Görme
gözün, işitme kulağın, tat alma ise dilin hususi lezzetleridir.
Ruhtaki
her bir lâtifenin de ayrı bir lezzeti var; anlamanın, inanmanın, hayal
etmenin, hıfzetmenin, sevmenin, merhametin, şefkatin lezzetleri
birbirinden ayrıdır. Bunların zıtları ise o lâtifelerin elemleridir.
Öte
yandan, bu organlar ve lâtifeler arasında bir yardımlaşma ve birbirinin
imdadına koşma da söz konusudur. Yürüyen bir insanın elleri ve
ayakları arasında bir yardımlaşma olduğu gibi, beynin muntazam çalışmasından
gözün görmesine kadar çok organlar ve lâtifeler de bu yürüme olayına yardım
etmekle, aynı zamanda birbirlerine de yardım etmiş gibi olurlar.
İnsanın
bir işi sevmesi, ona iştiyak duyması, yapmayı istemesi, irade etmesi o iş için
aklını yorması, gücünü kullanması, geçmiş bilgilerden yardım almak için
hafızasını yoklaması ve daha nice manevi faaliyetlerin birlikte icra
edilmesiyle o iş vücut bulabilmektedir. Ruhun mahiyeti gibi, onda
sergilenen bu yardımlaşma faaliyeti de insan idrakinin çok ötelerindedir.
Bir
binanın, meselâ Selimiye camiinin mükemmelliği onu meydana getiren bütün
unsurların mükemmelliğinden doğuyor. Yâni, kapısı da, kubbesi de, mihrabı da
minberi de mükemmel olacaktır ki, Selimiye de mükemmel olsun. Sanki bu kemâl
noktaya varma konusuna bu bölmeler arasında bir yardımlaşma vardır. Aynı şey
insanın ruh binası için de geçerlidir. İmanı mükemmel olduğu gibi, aklı,
tefekkürü, vicdanı, sevgisi, korkusu, merhameti de mükemmel
olacaktır. Bunların tümünden insan-ı kâmil ortaya çıkıyor.
“…Hakiki
terakki ise; insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sâir kuvvelerin
hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, her biri kendine lâyık hususî bir
vazife-i ubûdiyet ile meşgul olmaktadır.” (Sözler,
23. Söz)
■■■
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder