Mİ’RACI HAZIRLAYAN SEBEPLER (4)
BİRİNCİSİ: Efendimiz’in (sas), Çilesi: Hz. Muhammed’in (sas) çile ve ıstırap boyutunun had safhada olmasıdır. Bu mucize gerçekleşmeden önce Hz. Peygamberimiz Mekke-i Mükerreme’deki o müthiş sıkıntılara, çilelere ve ıstıraplara maruz kaldı ki, Hz. Nuh dokuzyüzelli yıllık sürede o sıkıntıyı çekmedi, Hz. Musa upuzun nübüvvet döneminde o kadar korkunç çileye maruz kalmadı. Efendimiz’in (sas), çekmediği sıkıntı, hissetmediği acı kalmadı. Ağır şartlar içinde büyük davasına layık olmaya çalışıyordu. İnsana ve cinne peygamber olarak gönderildi. Davasını duyurmak için yakın akrabasından başladı. Fakat akrabaları, amcaları düşman ve çevresi de taraflı bakış açısına sahip bir kitle içerisinde idi. Davasını Mekke’ye anlatacak, hicret bölgesine anlatacak, Asya’ya ve bütün dünyaya duyuracaktı. Bi’set’ten onbir, oniki sene geçmesine rağmen arkasında bir avuç cemaat ancak vardı. Bu durumun sürekli sıkıntısını, derdini ve ıstırabını çeken Peygamberimiz (sas) davasının duyurulması, anlatılması için yanıp tutuşuyordu. Arkasında destekçiye ihtiyacı vardı.
Dava zatından büyük olabilir, fakat çapına göre desteklenmezse o dava adamı mahzundur. Eğer bu, İslam davası olursa, kendi zatından da çok büyük olacaktır. Fakat o büyük dava adamı davasıyla geldi. Çapına göre destek bulamıyor, mahzun ve mükedder yaşıyordu.
Onun iki tane destekçisi vardı ki, bunlar: Amcası Ebu Talip ve Hatice-i Kübra Validemiz idi. Bunlar da peygamberliğinin dokuzuncu senesinde birbirlerine yakın zaman içinde vefat ettiler. Mahzun peygamber daha da mahzunlaştı. O kadar hüzünlendi ki artık Mekke’de yaşayamaz hale geldi. Akraba-i taallukatının kendine cephe alması, her gün başına işkembe torbası konmak istenmesi ve konması, eshabının büyük sıkıntılara maruz kalması, başlarının kaynar kazanlara sokularak işkence edilmeleri ve bir de arkasında en büyük maddî ve manevî iki destekçisini kaybetmesiyle, Mekke’de şartlar aleyhine çok ağırlaşmış ve yaşanmaz hale gelmişti.
Taif’te Aradığını Bulamadı:
Taif’te Aradığını Bulamadı:
Âlemlerin Fahrı Hz. Muhammed (sas), yaşanmaz hale gelen Mekke’den akrabalarının bulunduğu Taife gidip, oradaki akrabalarıma, halka belki, tebliğ ederek bir şeyler anlatırım düşüncesiyle gitti. Fakat düşündüğü gibi olmadı. ‘Akrabalarım’ dediği kimseler O’nu dinleyerek alay ediyor ve inanmıyorlardı. İnanmamakla kalmadılar. Peygamberimizi (sas) Taif’ten kovdular. Kovmakla da kalmadılar; taşlayın şu mecnunu, diyerek Taif’in çocuklarına taşlattılar. Taif’in dışına kadar böyle bir şiddetle karşılaştı. Vücudundan kan akıyor ve Mahzun Nebinin mahzuniyeti daha da artıyordu. O mahzuniyeti dünyada yaşadığı için inşaallah öbür âlemde mahzun olanlardan olmayacaktır ve hüzünlenmeyecektir. Şu Ayet-i Kerime de bunu belirtiyor: “O gün Allah, peygamberlerini ve onun beraberindeki mü’min-leri utandırmaz...”( Tahrim Suresi: 8)
Mahzun Nebi artık Taif’te yerini bulamayınca beslediği ümitler bir-bir son buldu. O kadar mahzundu ki, mahzuniyeti, ıstırabı doruk noktaya çıkmıştı. Bir rivayette, mirac Gecesi Ümmihânî’nin evindeydi. Ümmi-hânî, Ebu Talib’in kızı, Hz. Ali’nin ablasıdır. Diğer bir rivayette Hatim’de yatıyordu. Kâbe’de altınoluğun altında, duvarla çevrilmiş bir yer vardır. Efendimiz orada mahzun, mahzun istirahat ediyordu, ama çok hüzünlüydü. Yerdekiler onu kabul etmeyince, Allah (cc) O’nu semaya davet etti. Onun çektiği çile, ıstırap ve hüznün zirvede olması miraca götüren mühim sebeplerden, faktörlerden bir tanesidir.
Göğsünün Yarılması:
Malik b. Sa’sa’dan, Malik b. Enes, Efendimiz’in şunları söylediğini bildiriyor: “Bir defa Ben, Beytin yanında uyur-uyanık bir halde iken, birden-bire bir ses işittim. Bu ses “Üçten birisi, iki kişinin arasında” diyordu. Derken bana geldiler ve beni alıp götürdüler. Bana içinde zemzem suyu bulunan altın bir tas getirdiler. Göğsümü şurdan şuraya kadar yardılar (katade demiş ki, karnın altına kadar demek istiyor), kalbimi çıkardılar ve zemzem suyu ile yıkadılar, sonra yerine iade ettiler. Sonra kalbime iman ve hikmet doldurdular.” (Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi c: 2, sf: 610,611, H. No: 264)
Hâşâ Efendimiz kalbi pis değildi ki yıkansın. Maddî kalp değil, imanın mahalli olan manevî kalbi idi. Efendimiz’in üzerinde böyle bir olay gerçekleşmesi, ümmetinin temsili yönünü anlatmasıyla önemlidir. Çünkü Efendimiz (sas), fiilleri ile bize imam olduğundan, Allah huzuruna çıkmak için Cennete gitmek ve Allah nazarında makbul ve mahbub olunması için kirli, fitne ve fesat içinde, dünya sevgisi ile dolu bir kalple Allah’ın huzuruna çıkılamayacağının önemi vurgulanmıştır.
Bununla ilgili bir ayeti kerime, misal olarak verilebilir: “O gün ki, ne mal, ne mülk, ne evlat insana fayda eder.” (Şuara Suresi: 88) Hz. Muhammed (sas) bu fiiliyle bize ders vermektedir. Onun kalbi için altın leğen Cennetten gelmiştir.
*
Kalbi niçin zemzem’le yıkandı?
Zemzem’in fazileti:
Hz. Peygamberimiz’in (sas) kalbi niçin zemzemle yıkandı da Cennet’ten gelen bir suyla, zencebil ile şârâben tahûra denen Cennet ırmaklarıyla yıkanmamıştır? Herhalde zemzem fazilet noktasında Cennet nehirlerinden ve sularından da üstte olduğunu göstermek içindir veya semavî ve arzî olan iki şeyle bir nikâh akdetmek, bunları cem etmek için olmuştur. Arzî olan bir su ile Cennet’ten gelen bir leğen su sayesinde semavileştirme mantığı da olabilir.
Şerefli kalbinin zemzem suyu ile yıkanmasının sebebi, zemzem suyunun kalbi takviye ve teskin edip; melekûtun görülmesine kuvvet hâsıl etmesi içindi dediler.
Burak nedir?
Efendimiz (sas), bu şekilde yıkandıktan sonra buraka bindirildi. Burak, kök itibariyle berkten gelir. Berk; şimşek çakmasıdır, çaktığı zaman ile bittiği nokta arasında zaman farkı çok çok azdır. Bunun gibi Burak’ta gözünün gördüğü yere kadar adım atıyordu. Burak kelimesinin iştikakı (hangi kelime kökünden geldiği) husunda bazıları “berik” dendir dediler ki, ışık, parıltı, parıldamak demektir. Bazıları, berkdendir (şimşek), seyrinin süratli oluşundan ötürü böyle denildi, dediler. Bazıları da: ”İki rengi vardı. Onun için Burak denilmişti. Verka’dan alınmıştır. Verka diye ak yünü olup yer yer siyahları bulunan koyuna derler dediler.
Bazı rivayetlerde mezkür Burak, dağa çıktığı zaman arka ayakları uzar, aşağı inerken ön ayakları uzardı, demişlerdir. (İmam-ı Kastalani, Mevhib-i Ledünniye Tercümesi; Sadeleştiren: H. Raahmi Yananlı, C: 2, Shf: 21)
Mescid-i Aksa’ya geldiğinde, Peygamberimiz (sas) burada diğer peygamberlerin ervahına imam oldu. Bu imam oluş, Peygamberimiz’in dünyada diğer bütün insanlara da imam olduğunu gösterir. Evet, Hz. Muhammed (sas) bu olayla Hz. Âdem’den (as) kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların ve Nebilerin imamı olduğunu, Mescid-i Aksa’daki imamlığıyla kanıtlamış oldu. Nebilerin İmamı Peygamberimiz (sas) olduğuna göre, ümmetlerin imamı da ümmet-i Muhammed olması lazımdır.
Bununla ilgili olarak Furkan Suresi’nde şu ayet-i kerime vardır: “Allah’ım ne olur ki bizi muttakilere imam eyle:” (Furkan Suresi: 74) Bu ayetteki mana ile dua ediyoruz. Öbür âlemde, haşir meydanında topyekün beşer sıkıştığı zaman, kendi durumunu şöyle belirtiyor: “Ben kıyamet günü insanların efendisiyim” (Sahih-i Buhari, Enbiya 3, Sahih-i Buhari, Buhari İsra tefsiri; Sahih-u Müslim, İman, 327–28 Fezail) buyurarak sadece kendi ümmeti için değil bütün insanları bu sözünde ele alıyor.
İsra Suresi’nin birinci ayeti, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gidişi anlatır. “İsra” ayetle sabit olduğu için, bunun inkârı küfürdür. Fakat Mescid-i Aksa’dan semavat âlemlerine seyr-ü seyahatını daha çok sahih ve mütevatir hadisler içersinde görüyoruz. Miracla ilgili Kur’an-ı Kerimde, Necm Suresi’nde de bazı ayetler vardır ki, Mescid-i Aksa’dan sonraki semavat âleminde seyr-ü seferine, seferdeki değişik noktalara ve makamlarına dikkat çekmesi yönüyle çok önemlidir.
Mirac dönüşü Mekke’de başına gelenler:
Bununla ilgili olarak Furkan Suresi’nde şu ayet-i kerime vardır: “Allah’ım ne olur ki bizi muttakilere imam eyle:” (Furkan Suresi: 74) Bu ayetteki mana ile dua ediyoruz. Öbür âlemde, haşir meydanında topyekün beşer sıkıştığı zaman, kendi durumunu şöyle belirtiyor: “Ben kıyamet günü insanların efendisiyim” (Sahih-i Buhari, Enbiya 3, Sahih-i Buhari, Buhari İsra tefsiri; Sahih-u Müslim, İman, 327–28 Fezail) buyurarak sadece kendi ümmeti için değil bütün insanları bu sözünde ele alıyor.
İsra Suresi’nin birinci ayeti, Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gidişi anlatır. “İsra” ayetle sabit olduğu için, bunun inkârı küfürdür. Fakat Mescid-i Aksa’dan semavat âlemlerine seyr-ü seyahatını daha çok sahih ve mütevatir hadisler içersinde görüyoruz. Miracla ilgili Kur’an-ı Kerimde, Necm Suresi’nde de bazı ayetler vardır ki, Mescid-i Aksa’dan sonraki semavat âleminde seyr-ü seferine, seferdeki değişik noktalara ve makamlarına dikkat çekmesi yönüyle çok önemlidir.
Mirac dönüşü Mekke’de başına gelenler:
Efendimiz (as), Miractan döndüğünde, Mescid-i Haram’ın kenarında mahzun mahzun otururken, yanına Ebu Cehil sinsice yaklaştı. Ebu Cehil Efendimiz’e (sas) yine anlatacağın bir şey mi var? diye sordu. Efendimiz (sas): “Evet anlatacaklarım var” diye cevap verdi. Ne oldu? Diye merakla sorusuna, Efendimiz (sas) İsra ve Mirac hadisesini anlatarak cevap verdi. (Buhari, İman: 1, Shf: 91–93, Buhari, Buhari İsra tefsiri) Anlatırken ve anlatacağı zamanda içinde bir telaşı vardı. Anlatmakla mükellef olduğu için Mescid-i Aksa’ya kadar gittiğini anlattı. Çünkü buna dahi inanmayacak kimseye, semavât âlemine çıktığını, peygamberlerle görüştüğünü, Allah (cc) ile arasında az bir ara kaldığını anlatmak, çabuk ve yersiz olacağını düşündü. Ebu Cehil İsra hadisesini anlayamadı ve gülmeye başladı. Öyle güldü ki, kahkahaları ardı ardına geliyordu. Sonra bağırdı ve kavmini davet etti. Kendine yakınlık bakımından akrabalarını ve daha uzak akrabalarını da Peygamberimiz (sas) yanına çağırdı. “Geliniz Ey Ka’b b. Lüeyoğulları topluluğu!” diye bağırdı. Ebu Cehil, Efendimiz’e (sas) şöyle dedi: “Ya Muhammed! Bana anlattığının aynısını bunlara da anlat” dedi. Efendimiz İsra hadisesini anlattığında orada bulunanlar öyle gülüyorlardı ki düşmemek için birbirlerine yaslanıyorlardı, kimisi de ellerini başlarına koyuyorlardı. (M. Asım Köksal, Hz. Muhammed (sas) ve İslamiyet. Mekke Devri. Shf: 315)
Efendimiz’in, bu anlattığına inanmayanlar, fırsattan istifade ederek; iman etmiş olanları da, Efendimiz’in (sas) etrafından dağıtmak ve imanlarına halel getirmek istediler. Bu düşünceyi gerçekleştirmek için, ilk olarak, Hz. Ebu Bekir’in (ra) yanına gittiler: “Ya Eba Bekir! Dostunun işinden haberin var mı? O, bu gece akşam Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gittiğini orada namaz kılıp Mekke’ye döndüğünü söylüyor. Bundan sonra O’na hala inanacak mısın?”( M. Asım Köksal, Hz. Muhammed (sas) ve İslamiyet. Mekke Devri. Shf: 315) şeklinde söylediler. Hz. Ebu Bekir (ra) hiç telaşa vermeden şöyle sordu: “Bunu O mu anlatıyor?” “Evet” dediklerinde Hz. Ebu Bekir (ra) sıddıkıyetinin emaresi olarak: “O diyorsa doğrudur” demiştir. Onun Mescid-i Aksa’ya gidip gelmesi ne olacak ki, O her gece Cebrail’le (as) görüştüğünü ve O’ndan vahiy aldığını anlatıyor, ben onlara inanıyorum. Bu olay da gayet mümkündür, diyerek Ebu Cehil ve arkasındakilerin beklentilerini boşa çıkartıyor. Hz. Ebu Bekir (ra) hemen kalkıp Peygamberimiz’in (sas) yanına gitti ve: “Ey Allahın peygamberi! Sen, şu halka bu gece, Beyt’ül Makdis’e gittiğini söyledin mi?” diye sordu. Peygamberimiz: “Evet” deyince, Hz. Ebu Bekir (ra): “Ey Allah’ın peygamberi! Onu, bana tarif et! Çünkü ben orayı gidip görmüşümdür!” dedi. Beyt’ül Makdis, yine Peygamberimiz’in (sas) gözünün önüne geldi. Peygamberimiz, bakarak, onu Hz. Ebu Bekir’e (ra) birer birer tarif ettikçe: “Doğru söylüyorsun! Sen’in Resülullah olduğuna şehadet ederim!” diyerek Peygamberimiz’i (sas) tasdik ediyordu.
Peygamberimiz, Beyt’ül Makdis hakkındaki tarifini sona erdirince, Hz. Ebu Bekir, yine: “Doğru söyledin! Senin, Resülullah olduğuna şehadet ederim!” dedi. Peygamberimiz de “Ey Ebu Bekir! Sen zaten sıddiyk-sın!” dedi.
Hz. Ebu Bekir’e (ra) bu gibi vasıflarından dolayı büyük tasdik eden manasında “Sıddîk” dediler. Sıddık-ı azam olarak kayda geçti ve bu özelliğiyle bize örnek bir şahsiyet ve imam oldu. (M. İbn-i İshak, Tabakat’ül Kübra, C: 1, shf: 213–216)
Hz. Ebu Bekir Efendimiz’in (sas) yaptığı, yaşadığı ve her konuştuğu mevzuda neden ve niçin diye sormadan: “O demişse doğrudur, O yapmışsa doğrudur, O emretmişse doğrudur” diyerek Sıddîk vasfını her an sürdürmüştür. Bizler de sıddîkıyet ve teslimiyet noktasında, Hz. Ebu Bekir’i kendimize örnek bir şahsiyet kabul ederiz.
Ebu Cehil, Hz. Muhammed’in (sas) bu ifadesine karşılık, Müslümanların dinine yönelik, düşündüğünü gerçekleştiremeyince, bu sefer Hz. Peygamberimiz’e (sas) gittiği yerle ilgili olarak sorular sordu. Madem Mescid-i Aksa’ya gittin ve geldin, o halde orayı bize anlat da o zaman sana inanalım. Kaç kapısı vardır? Şekli-şemâli nasıldır? Kaç penceresi vardır? Gibi sorular yöneltti. Efendimiz’in (sas) bu sorular karşısındaki halet-i ruhiyesini, Buhari ve Müslim’in rivayetinden öğrenebiliriz: “O zamana kadar böyle sıkışmamış ve sıkılmamıştım. Ben Mescid-i Aksa’ya gittim orada peygamberlerin ervahına imam oldum. Oradan semavat âlemlerine gittim seyr-ü sefer yaptım, ama benim nazarım Allah’a idi. “Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, aşmadı da.” (Necm Suresi:17) sırrınca nazarı sadece Allah’a yönelikti.
Ebu Cehil’in bu sorusu karşısında Allah (cc) Mescid-i Aksa’yı Peygamberimiz’in (sas) görebileceği şekilde tecelli ettirdi. Peygamberimiz ona bakarak, ne kadar penceresi, ne kadar kapısı varsa bütününü aynen anlattı. Ebu Cehil ve taraftarları bu olay karşısında hiçbir şey diyemeyip: “Yetimi Ebu Talib’in sihri, semaya da tesir etti” dediler.”( Sahih-i Buhari, Menâki’bul –Ensar; tefsir İsra 41,3; Sahih-u Müslim, İman, 276)
Necdet İÇEL
Yorumlar
Yorum Gönder